
İslâm, Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş nimet1...
Âdemoğlunu yüceltip yaratmış olduğu varlıkların çoğundan üstün kılan Allah azze ve celle’nin2 insan fıtratına uygun beyân buyurduğu din, İslâm’dır...3
İslâm, akîdesiyle ve emrettiği amelî yönüyle insan fıtratına uygun olduğu, insanın, insan olabilmesi için ne gerekiyorsa hepsinin kendisinde var olduğu hayat nizâmıdır...
İlk insan, ilk peygamber ve ilk medeniyet kurucusu olan Âdem (a.s.)’dan, en son Nebî ve en son Rasul Rasulullah Muhammed (s.a.s.)’e gelene kadar Allah tarafından gönderilen Peygamberlerin tek ve hak dini İslâm’dır...
Bütün peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun), İslâm’ı kavimlerine iletmekle, tebliğ, davet ve irşâd vazifesiyle vazifeli kılındılar... En son Nebî ve en son Rasul Rasulullah Muhammed (s.a.s.), bütün insanlığa gönderildi4 ve kendisinden önceki Peygamberlerin söylediklerini söyledi, insanlık âlemine hakikatı buyurdu...
Amr b. Şuayb’ın dedesi (Abdullah b. Amr, r.a.)’dan, rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Benim söylediğim ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en hayırlı şey şudur: Allah’dan başka ilâh yoktur, birdir, ortağı yoktur, mülk yalnız O’nundur, hamd yalnız O’nadır ve O, her şeye kadirdir.”5
İslâm, Tevhid’i kabule hazır fıtratına hitap ettiği insanlara düşünmeyi, akletmeyi ve fıkhetmeyi tavsiye edip, gerçeği anlayıp kavramanın delilleriyle beraber yolunu gösteriyordu...
Yeryüzündeki insan kulları üzerinde hiçbir ortağı olmaksızın yegâne kanun koyucu Allah idi... Allah, sadece insanın değil, bütün âlemlerin Rabbidir... Egemenlik kayıtsız, şartsız O’nundur... O, her şeye güç yetirendir... Hamd, yalnızca O’nadır...
Rasulullah (s.a.s.) ve O’ndan önceki bütün hak Peygamberler, insanlara bunu duyurdular, tebliğ ettiler, hakka davet ettiler, bâtıldan alıkoymaya çalıştılar, davet ve irşâd vazifelerini kâmilen gerçekleştirdiler...
En son Nebî ve Rasul olan Muhammed (s.a.s.), laik ve demokratik Mekke şirk devletinin devlet terörüyle engellemelerine, bütün eziyet, korkunç işkencelerine rağmen, bu hakikati insanlara duyuruyordu... Duyanlar, duyduklarını gündem yapıyor, aleyte ve lehte konuşuyor, tartışıyor, üzerinde düşünüyorlardı... Akledenlerin firaset ve basiretleri açılıyor, doğruyu görüyor, fıtratları uyanıyor, kalbleri idrak ediyor, böylece hidayet bulup inanıyorlardı...
İbn İshâk (rh.a.) şöyle dedi: Rasulullah (s.a.s.), kavminden gördüklerine karşılık onlara çokça nasihat ediyordu. Onları, içinde bulundukları şeyden kurtuluşa çağırıyordu.
Kureyş ise, Allah O’nu, onlardan koruduğunda milletlerini ve onların yanlarına gelen Arapları, O’ndan uzaklaştırmaya başlamışlardı.
Tufeyl b. Amr ed-Devsî anlatıyor: Mekke’ye gelmiştim. Rasulullah (s.a.s.) de orada bulunuyordu.
(Tufeyl,) gelir gelmez O’na, Kureyş’ten birtakım kişiler gittiler. Tufeyl, şerif, şair, akıllı bir kişi idi. O’na şöyle dediler: “Ey Tufeyl, memleketimize geldin. Bizim aramızda bulunan bir adamın durumu bize ağır geliyor. Bizim cemaatimizi birbirinden ayırdı. Bizim işimizi dağıttı. O’nun sözü, ancak bir sihir gibi kişi ile babasının, kardeşinin ve hanımının arasını ayırıyor. Biz, sana ve senin kavmin için başımıza gelen şeyden korkuyoruz. O’nun ile konuşma ve O’ndan bir şey dinleme!”
Tufeyl b. Amr, macerasını anlatmaya devam ederek dedi ki:
“Allah’a yemin ederim, üzerimde o kadar durdular ki, Rasulullah (s.a.s.)’den bir şey dinlememeye ve O’nun ile konuşmamaya azmettim. Nihayet Mescid’e (Ka’be’ye) gittiğim zaman, O’nun sözünden bir şey işitmemek için kulağıma bir parmak tıkadım.
Mescid’e gittim. Bir de baktım ki, Rasulullah (s.a.s.) orada. Ka’be’nin yanında namaz kılıyor. O’na yakın bir yerde durdum. Allah, O’nun bazı sözlerini ille de bana işittirmek istedi. Güzel bir kelâm işittim. İçimden dedim ki: Annen seni yitirsin! Allah’a yemin ederim ki ben, akıllı, şair bir kimseyim. Güzelin çirkinden ayırd edilmesi bana gizli kalmaz. Şu adamdan, söylediği şeyi dinlemekten beni kim engeller! Eğer yaptığı şey güzel ise, onu kabul ederim.”
Çok geçmedi Rasulullah (s.a.s.), ayrılıp evine gitti. Ben de O’nun peşine gittim. Ve O, evine girdiği zaman, O’nun evine girdim. Dedim ki: “Ya Muhammed, senin kavmin, bana şöyle şöyle dediler. Söyledikleriyle beni, senin durumundan hep korkuttular. Öyle ki, seni sözünü işitmemem için kulağımı bir pamuk ile tıkadım. Sonra Allah bana, senin sözünü işittirmekten başkasına razı olmadı. Ben de, güzel bir söz olarak onu dinledim. O hâlde kendi durumunu bana arz et!
Rasulullah (s.a.s.), bana İslâm’ı arzetti. Bana Kur’ân okudu. Vallahi şimdiye kadar ondan daha güzel bir söz dinlememiştim. Ondan daha doğru bir şey görmemiştim. Böylece müslüman oldum. Kelime-i Şahâdet getirerek şöyle dedim: “Ey Allah’ın Nebîsi, ben, kavmimin içinde sözü dinlenilen, hatırı sayılan bir kişiyim. Onların yanına dönüp onları İslâm’a davet edeceğim. Allah’a dua et de benim için bir alâmet kılsın ki, onları çağırdığım İslâm dâvâsına yardım etsin.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allahım, O’nun için bir alâmet (keramet) kıl!”6
Fıtrat dini İslâm fıtrata hitap edince, muhatabı olanlar onu kolayca kavrar, dosdoğru olduğunu anlar ve tâbi olurlar... Doğru olanı arayanlar, hak ile tanışmak isteyenler, gerçeği bulmak niyetinde olanlar, İslâm’ı rahatlıkla idrak eder ve inanırlar... İslâm, onları bilgilendirir, eğitim ve öğretimlerini en güzel şekilde gerçekleştirir... Yol kesen eşkiyâlar, yol gösteren mürşidler hâline gelirler...
İbn Abbas (r.anhuma) anlatıyor:
Dımâd, Mekke’ye gelmiş. Kendisi, Ezd-i Şenûne kabilesinden olup delilere okurmuş.
Mekkeli bazı düşük kimseler: “Muhammed delidir”, dediklerini işitmiş. Bunun üzerine (kendi kendine): “Bu zâtı bir görsem! Belki Allah O’na benim elimle bir şifâ nasip eder”, demiş. Sonra O’na (Rasulullah’a) rastlamış: “Ya Muhammed, ben delilere okuyorum, hem Allah benim elimle dilediğine şifâ ihsân eder. Okumamı ister misin?” demiş.
Rasulullah (s.a.s.), şöyle söze başlamış: “Şüphesiz ki hamd, Allah’a mahsustur. Biz, O’na hamd eder, O’ndan yardım dileriz. Allah her kime hidayet verirse artık onu şaşırtacak kimse yoktur. Kimi şaşırtırsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Ben Allah’dan başka ilâh olmadığına, bir olup ortağı bulunmadığına, Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şahâdet ederim.
Bundan sonra....
Dımâd: “Şu sözlerini bana bir daha tekrarla!” demiş. Rasulullah (s.a.s.) bunları, O’na üç defa tekrarlamış. Bunun üzerine Dımâd: “Vallahi ben, kâhinlerin sözlerini de sihirbazların sözlerini de şairlerin sözlerini de dinledim. Amma senin şu sözlerin gibi hiçbir söz işitmedim. Bunlar, gerçekten deryanın dibine vardı. Ver elini, sana İslâmiyet üzerine biat edeyim! diyerek O’na biat etmiş.
Rasulullah (s.a.s.): “Kavmin için de mi?” buyurmuşlar.
Dımâd: “(Evet) kavmim için de.” demiş.7
Bâtılın yok olması, hakkın ortaya çıkması ve insanların hidâyet bulması için olanca gayretiyle çalışan Rasulullah (s.a.s.), fıtrat dini ve hayat nizâmı İslâm’ı en güzel bir şekilde insanın fıtratına sunmaktaydı...
O (s.a.s.), hidayet vesilesiydi... Hidayet veren ve kime hidayet vereceğine karar sahibi âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dır... Ferdin ya da toplumun hidayetini verip, onları hak yolu üzere sabit kılan yalnızca Allah azze ve celle’dir...
“İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu.”8
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?”9
“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet (mucize) getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. Ancak dileyenler icâbet eder. Ölüleri (ise) onları da Allah diriltir. Sonra O’na döndürülürler.”10
“Onların hidayete ermesi, senin üzerinde (bir yükümlülük) değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.”11
Asla değişmeyen hakikat budur... Çünkü bu, “Sünnetullah”tır... Sünnetullah da ise hiçbir değişme olmaz...12
İnsan fıtratına uygun olan İslâm fıtrata hitap edince, onun uyanmasına ve idrak edip gereğinin yapılmasını gündeme getirir... Bu kudsî vazife, Rasulullah (s.a.s.)’e ve O’nun vârislerine aittir...
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm davetçileri olan âlimler, Rasulullah (s.a.s.)’in sünneti üzere bu vazifelerini gerçekleştirmelidirler... Hâl, hareket, tavır ve beyân, Rasulullah (s.as)’in sünnetine uygun olmalı... Çünkü önder O’dur, örnek O’dur!..
Ebu Umâme (r.a.) naklediyor. Amr b. Abese el-Sulemî (r.a.) anlatır:
“Ben, cahiliye devrinde iken bütün insanların dalâlette bulunduğunu ve hiçbir doğru yolda olmadıklarını biliyordum. Çünkü insanlar, putlara tapıyorlardı. Derken işittim ki Mekke’de bi zât (çıkmış), birtakım haberler veriyormuş. Hemen devemin üzerine atlayarak, O’na geldim. Bir de baktım Rasulullah (s.a.s.) gizlenmiş, kavmi O’nun aleyhinde cüretkâr bir vaziyette... Bunun üzerine kalbim yumuşadı ve Mekke’de O’nun yanına giderek kendisine:
-Sen nesin? diye sordum.
“Ben Peygamberim!” cevabını verdi.
-Peygamber ne demektir? diye sordum.
“Beni Allah gönderdi!” buyurdu.
-Seni ne ile gönderdi? diye sordum.
“Allah beni, akrabaya yardım edilmesi, putların kırılması, Allah’ın bir tanınması, O’na hiçbir şeyin ortak koşulmaması (vazifesi) ile gönderdi.” buyurdu.
Ben, kendisine: “O halde bu hususta sana yardım etmek üzere yanında kimler var?” diye sordum.
“Bir hür ile bir köle!” cevabını verdi. (O gün yanında kendisine iman edenlerden yalnız Ebu Bekr ve Bilâl vardı.)
Ben: “Sana, ben de tâbi oluyorum”, dedim.
“Sen, şu günlerde bunu yapamazsın. Benim hâlimi ve ortalığın hâlini görmüyor musun? Lakin sen şimdi ailenin yanına dön! Ne vakit benim meydana çıktığımı duyarsan, hemen yanıma gel!” buyurdu.
Ben de ailemin yanına gittim. Rasulullah (s.a.s.), Medine’ye geldi. Ben, hâlâ ailemin yanında bulunuyordum. Amma o, Medine’ye geleli kendisini soruşturmaya ve haberlerini almaya başladım. Nihayet yanıma Yesriblilerden, yani Medinelilerden birkaç kişi geldi.
(Onlara:) “Medine’ye gelen o zât ne yaptı?” diye sordum.
-Halk, süratle O’nun tarafına koşuyor. Kavmi, O’nu öldürmek istemiş ancak buna muvaffak olamamışlar, dediler.
Bunun üzerine hemen Medine’ye gelerek O’nun yanına girdim ve: “Ya Rasulullah, beni tanıyor musun?” diye sordum.
“Evet, Mekke’de benimle görüşen sen değil misin?” buyurdu.
-Evet, benim, dedim ve şunu ilave ettim: “Ya Nebiyyullah, bana, Allah’ın sana öğrettikleri ve benim bilmediğim şeylerden haber ver!” dedim.13
Laik-demokratik Mekke şirk devleti, fıtrat dini ve yegâne hayat nizâmı İslâm’ın yayılmasını bütün imkânlarıyla engellemeye çalışıyorlardı... Küfür ve şirk cephesinin bütün gücüyle engellemelerine rağmen İslâm, insanlar tarafından duyuluyor, merak uyandırıyor, dilden dile yayılıyor ve fert fert hidayete koşuluyordu... Bu konuda bir örnek daha verelim...
İbn Abbas (r.anhuma) anlatır:
Rasulullah (s.a.s.)’in Allah tarafından Peygamber gönderildiği haberi Ebu Zerr’e (Cündeb b. Cünâde’ye) ulaşınca, Ebu Zerr, kardeşi Uneys’e: “Haydi, devene bin de şu Mekke vadisine git ve benim için, kendisinin bir Peygamber olduğunu ve kendisine gökten haber geldiğini söyleyen şu adamın haberini iyice öğren, O’nun sözlerinden işit, sonra bana gel”, dedi.
Kardeşi Uneys gitti, nihayet Mekke vadisine vardı ve Peygamber’in sözlerinden işitti, sonra Ebu Zerr’in yanına dönüp geldi ve: “Ben, O zâtı gördüm. Ahlâk güzelliklerini emrediyor ve birtakım güzel sözler söylüyor ki bunlar, şiir değildir”, dedi.
Ebu Zerr, bunun üzerine kardeşine: “Sen, arzu ettiğim türden bana şifâ verecek bir haber getirmedin”, dedi.
Akabinde azık hazırladı, bir de içinde su bulunan eski bir kırba yüklendi. Nihayet Mekke’ye varıp Ka’be Mescidi’ne geldi. Peygamber’i aramaya koyuldu. Kendisi Peygamber’i tanımıyor, O’nu, başkasından sormak da istemiyordu.
Nihayet gecenin bir kısmı kendisine erişince Ebu Zerr’i, Ali (b. Ebî Talib) gördü ve O’nun yabancı bir kişi olduğunu anladı. Ebu Zerr, O’nu görünce, O’nun ardından yürüdü. Yolda giderken, bu iki arkadaştan herhangi biri, diğerine hiçbir şey sormadı. Böylece sabah oldu. Sonra Ebu Zerr, su kırbasını ve azığını yine Ka’be Mescidi’ne taşıdı. Ve o gün de böyle devam etti. Peygamber, kendisini görmüyordu. Nihayet akşam oldu. Ebu Zerr, (yine Kâbe’nin bir kenarındaki) yatağına döndü. Bu sırada, kendisine yine Ali uğradı da: “Bu adam için yerini öğrenip orada ikamet etme zamanı gelmedi mi (yani, hala bir yer bulup yerleşmedi mi)?” dedi. Akabinde Ali, Ebu Zerr’i beraberinde götürdü. Yine yolda, iki arkadaştan biri, diğerine hiçbir şey sormuyordu.
Nihayet böylece üçüncü olunca Ali, yine evvelki gelişi üzerine dönüp O’nun yanına geldi ve Ebu Zerr, O’nun beraberinde ikamet etti.
Sonra Ali, Ebu Zerr’e: “Seni buraya getiren sebebi bana söylemez misin?” diye sordu.
Ebu Zerr: “Eğer bana, muhakkak doğru yolu göstereceğini taahhüd eder ve kesin söz verirsen bunu, sana bildireceğim” dedi.
Ali, O’nun istediği taahhüdü ve yeminli sözü yaptı. Ebu Zerr de, O’na gelme maksadını haber verdi.
Ali de O’na: “Hiç şüphesiz bu Zât, haktır, doğrudur. O, Allah’ın Rasulü’dür. Sabaha eriştiğin zaman sen, benim ardımca gel. Şayet ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum bir şey görürsem, sanki ben su döküyormuş gibi dikilip dururum (ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelik dururum. Sen, durma git). Eğer ben yürür gidersem, sen ardımca beni takib et, nihayet benim gireceğim yere, sen de girersin, dedi.
Ebu Zerr, O’nun dediklerini yaptı. Ali’nin arkasına uyarak gitti. Nihayet Ali, Peygamber’in huzuruna girdi. Ebu Zerr de, O’nun beraberinde huzura girdi. Peygamber (s.a.s.)’in sözlerinden işitti ve olduğu yerde müslüman oldu.
Rasulullah (s.a.s.), O’na: “Sen şimdi kendi kavminin yanına dön! Benim Peygamberliğimi onlara haber ver. Benim emrim sana gelinceye kadar orada kal!” buyurdu.
Ebu Zerr: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben, muhakkak bu şehadet kelimesini müşriklerin ortasında haykıracağım”, dedi.
Akabinde Ebu Zerr, huzurdan çıktı, Kâbe’ye geldi ve en yüksek sesiyle: “Eşhedu en lâ ilâhe ilallah ve enne Muhammeden Rasulullah”, diye haykırdı.
Bu haykırmadan sonra Kureyş cemaati ayağa kalkıp Ebu Zerr’i dövdüler ve O’nu yere yatırdılar. Bu sırada Abbas, O’nun üzerine kapandı da: “Size yazıklar olsun! Bunun, Gıfâr kabilesinden bir kimse olduğunu ve Şam ticaret yolunuzun onlardan geçtiğin, bilmiyor musunuz?” dedi.
Ve Ebu Zerr’i, müşriklerin topluluğundan kurtardı. Sonra Ebu Zerr, ertesi gün de Kâbe’de dün yaptığı gibi yüksek sesle şehadet kelimesini söyledi. Müşrikler, yine O’na doğru fırlayıp O’nu dövdüler. Abbas, yine (gelip) O’nun üzerine kapandı (ve O’nu kurtardı).14
Fıtrat dini ve hayat nizâmı İslâm’ın tabiatında hiçbir değişme olmaz... İlk gün ne ise, son gün yani dünyanın sonu olan kıyamete kadar odur!..
Laik-demokratik Mekke şirk devletinin yönetiminde olan bir ortamda gündeme geldi... O ortamda nasıl hareket edildiyse, onun benzeri ortamlarda aynı usûl üzere hareket edilmesi gereklidir!..
Abdullah b. Amr (r.a.) rivayet eder.
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bu ümmetin evveli, zühd ve yakîn ile kurtuluşa ermiştir. Sonu ise, cimrilik ve kuru ümid (uzun emel) yüzünden helâk olacaktır.”15
Düzelme ve dosdoğru yol üzerinde bulunma konusunda “Vasat Ümmet»in ilk nesli nasıl oluşmuş ise, her çağda, her beldede yaşayanlar da aynı usûl ile düzelir ve dosdoğru yol üzerinde olmaya devam eder...
Merhamet olunmuş ümmetin mutlak müctehid imamlarından İmam Mâlik b. Enes (rh.a.)’in deyimiyle: “Bu ümmetin evvelini ne düzeltti (ıslah etti) ise, sonunu da ancak o düzeltir (ıslah eder).”16
O da, hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, “zühd ve yakîn”dir!..
“Allah’tan içi titreyerek korkan öğüt alır-düşünür.”17
1. Bkz. Mâide, 5/3.
2. Bkz. İsrâ, 17/70.
3. Bkz. Rum, 30/30.
4. Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “(Ya Muhammed) de
ki: ‘Ey insanlar, ben Allah’ın sizin hepinize gönderdiği bir Rasulüyüm. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür.” A’râf, 7/158.
5. Sünen-i Tirmizî, Kitabu’d-Daavat (Çeşitli Hadisler), B.8,
Hds.3817.
Mâlik, Muvatta’, Kitabu’l-Kur’ân, Hds.32.
Kitabu’l-Hacc, Hds.246.
6. İbn Hişam İslâm Tarihi- Siret-i İbn Hişam Tercemesi, çev.Ha-
san Ege, İst.1985, c.2, sh.28-30.
İbn Kesîr, Büyük İslâm Tarihi- el-Bidâye ve’n-Nihâye, çev.Mehmet Keskin, İst.1994, c.3, sh.150.
Abdurrahman İbnu’l-Cevzî, Ashabın Dilinden Peygamberimizin Hayatı- el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafa, çev.Dr. Taceddin Uzun, Konya, 1992, sh.179-180, Hds.277.
Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, çev.Hüseyin Yıldız, vdğ.İst.2017, c.4, sh.298-299.
İbn Sa’d, Tabakât, çev.Prof. Dr. Abdurrahman Elmalı- Doç. Dr. Mehmet Akbaş, İst.2014, c.4, sh.270-271.
7. Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Cuma, B.13, Hds.46.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, çev.Hüseyin Yıldız, vdğ.İst.2014, c.18, sh.719, Hds.26690.
Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, c.1, sh.571.
Abdurrahman İbnu’l-Cevzî, Ashabın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, sh.175, Hds.272.
İbn Kesîr, Büyük İslâm Tarihi, c.3, sh.56.
Zehebî, Tarihü’l-İslâm, çev.Muzaffer Can, İst.1994, c.1, sh.291.
İbnu’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve çev.Doç Dr. Abdulvehhab Öztürk, İst.2006, sh.274.
8. Ra’d, 13/31.
9. Yunus, 10/99.
10. En’âm, 6/35-36.
11. Bakara, 2/272.
12. Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sen, Allah’ın
Sünneti’nde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın Sünneti’nde bir değişim de bulamazsın.” Fatır, 35/43. Fetih, 48/23.
13. Sahih-i Müslim, Kitabu Salâti’l-Müsafirin, B.52, Hds.294.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.17, sh.277, Hds.24925.
İbn Sa’d, Tabakât, c.4, sh.240-243.
14. Sahih-i Buhârî, Kitabu Menâkıbi’l-Ensar, B.32, Hds.81.
Kitabu’l-Menâkıb, B.9 Hds.28.
Sahih-i Müslim, Kitabu Fedailü’s-Sahabe, B.28, Hds.132-133.
Not:İmam Müslim (rh.a.)’in rivayetinde şu ziyâde yer alır: Ebu Zerr (r.a.) anlatır: “Az sonra vadinin sakinleri bütün topaç ve kemiklerle üzerime hücum ettiler. Hatta bayılarak düştüm. Kalktığım vakit, dikili taşlar gibi (kandan) kıpkırmızı idim. Hemen Zemzem’e giderek üzerimden kanları yıkadım ve suyundan içtim.”
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.19 sh.136-139, Hds.26895.
Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, c.1, sh.555-557.
İbnu’l-Cevzî, Sıfatu’s-Safve, sh.265-268.
İbn Kesîr, Büyük İslâm Tarihi, c.3, sh.52-56.
Zehebî, Tarihu’l-İslâm, c.1, sh.253-258.
15. Ahmed b. Hanbel, Kitabü’z-Zühd, çev.Mehmet Emin İhsa-
noğlu, İst.1993, c.1, sh.24, Hds.51.
Beyhakî, Şuabu’l-İman, çev.Hüseyin Yıldız, vdğ.İst.2015, c.10, sh.110, Hds.10046.
Nûreddin el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, çev.Zekeriya Yıldız, İst.2015, c.18, sh.46, Hds.17862. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat’tan.
16. Kâdî İyâz, Şifâ-i Şerif, çev.Halil İbrahim Sunar, İst.2012, c.2,
sh.79. (Arapça metin ile beraber)
17. A’lâ, 87/10.