
O, İslâm ki gerek erkeğe, gerek kadına edebi ve hayâyı emrederken İslâm cemiyetinin kaçınılması imkânsız bir kötülük kaynağı, bir vesvese yatağı, iç tehlike, süslü püslü musibet ve gönülleri avlayan (sû-i zan) bu gibi hastalıklardan biz inananları kurtarmaktadır. Biz inananların gayesi, tek olan Allah’a ibadet ve itaat etmektir. Rabbimiz sosyal hayat içerisinde biz inananları çevre koşulları ile mutlaka imtihan edecektir. Rabbimiz bizleri sadece yemek, içmek ve dünya nimetlerinden faydalanmak için yaratmadı. Her Müslüman bir Peygamber mirasçısı olarak, Allah’a kulluk, imanî, ahlâkî ve tebliğ noktasında da Peygamber’i (s.a.s.) örnek almalı ve bu İslâm tevhid davasını insanlara aktarmada da onların uyguladığı yöntem ve metotlarla hareket etmelidirler.
Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten nehyeden bir topluluk oluşsun, işte asıl kurtuluşa erenler bunlardır.” (Âl-i İmrân, 3/104) Bir başka âyet-i kerimede ise Allah’ın (c.c.) “Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en iyi ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz.” (Âl-i İmrân, 3/104)
Öyle ki; mü’min kul feraset sahibi olmalıdır. Feraset Allah’ın kulunun kalbine attığı nurdur. Kulun imanı ne kadar güçlü olursa feraseti de o kadar güçlü olur. Bu hususta Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Mü’minin ferasetinden sakınınız, çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar” buyurmuş, daha sonra Yüce Allah’ın “Elbette bunda basiret sahibi olanlar için ibretler vardır.” (Hicr, 15/75) âyetini okumuştur.
İmam Gazâlî’ye göre sû-i zan; kalp ile gıybettir ve bu dil ile yapılan gıybetten farksızdır. Kötü söz gibi kötü zan da haramdır. İnsanların iç dünyasındaki gizli hallerini Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceğini söyleyen İmam Gazâlî iyiye yorumlanması mümkün olmayan kötülük kalıntıları ortada görülmedikçe hiç kimse hakkında açıkça bilinen ve görünen gerçeklerin ötesinde kötü kanaat beslenmeyeceğini, aksine davranışının şeytana uyma anlamına geleceğini belirtir.[1] Çünkü hüsn-ü zan Allah’ın, sû-i zan ise şeytanın telkinidir. Sû-i zan şeytanın insanı saptırmak için ruhuna nüfuz ettiği kapılardan biridir. Bu sebeple hem şeytanın sû-i zan kışkırtmasından hem de kötülerin töhmetinden mümkün olduğunca uzak kalmak gerekir. Müslüman ferasetle sû-i zannı birbirine karıştırmamalıdır. Çünkü kötülerin içi kirli olduğundan dolayı herkesi kendisi gibi bilir ve herkeste kusur arar. Ve yok böyle demek istedi, yok şöyle demiştir, o yapar ben biliyorum veya yalan söylüyor, eminim yapmıştır, o kıskançtır, çekemiyor, o almıştır, zannediyorum şöyle yapıyor, ben onu tanıyorum diyerek insanları birbirine düşürerek şeytanın oyuncağı haline gelmiştir. Zaten âhir zaman ümmeti olmamız hasebiyle kimseye nasihat dahi edilmiyor. Öyle oldu ki insanlar pire için yorgan yakıyorlar. Hiç kimsenin kimseye tahammülü kalmamış, bir memnuniyetsizlik, hiçbir şeyden zevk alamama, mutsuzluk, karamsarlık, bencillik her tarafı sarmış durumdadır. Yeni yetişen nesillerimizde dahi bir yorgunluk ve mutsuz olma isteği, hayattan bıkmışlık hâkim durumdadır. Aslında istedikleri arzularına hemen emek sarf etmeden, özlem duymadan, para kazanıp harcamadan kavuştuklarından dolayı bir şeyin kıymetini bilmiyorlar, istediklerine anında kavuştuklarından dolayı da kıymet bilmiyorlar ve mutlu da olamıyorlar. Bu yüzden biz inananlar olarak, birbirimizin hatalarını kusurlarını araştırmak yerine imanlı nesiller yetiştirmekte üstümüze düşen görevi yerine getirmek sonundayız. Zaten kâfirler sürekli Müslümanlarla uğraşıyorlar Müslümanlar da birbirleriyle uğraşıp şeytanın oyuncağı haline gelmemelidirler.
Abdullah bin Mes‘ûd (r.a) der ki: “Âhir zamanda öyle kavimler gelecek ki, onların yaptığı en faziletli iş birbirlerini kınamak/yermek olacak.”[2] Sonuçta mü’min mazur görür, münafık kusur arar.[3] Aynı düşünceden hareketle sırf şüphe ve zanna dayanarak insanlar hakkında gizli soruşturma yapılmayacağı belirtilir. Buna karşılık zann-ı galip oluşturulacak açık emarelerin bulunması, güvenilir kişilerden ihbar gelmesi gibi durumlarda konuyu iyice araştırıp açığa çıkarmaya cevaz verilmiştir.[4] Zan kavramı, bir kimseyle iyi veya kötü kanat beslemeyi ifade edecek şekilde naslarda geçer. Mesela İfk hadisesine dair âyette; (Nûr, 24/12 ) asılsız ve ispatlanmayan iddialara karşı mü’minlerin takınmaları gereken tavır şöyledir: “Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: 'Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür' demeleri gerekmez miydi?” buyruğu bütün mü’minlere bir sitemdir. Yani sizin böyle bir sözü tepki ile karşılayıp reddetmeniz, anlatmak ve nakletmek suretiyle bunları dilden dile dolaştırmanız, Peygamber hanımının böyle bir şeye bulaşmış olabileceğinden Yüce Allah’ı tenzih etmeniz, böyle bir sözün kesin bir iftira olduğuna hükmetmeniz icap ederdi.[5]
Bühtan: (İftira): İnsan hakkında kendisinde olmayan şeyleri söylemektir.
Gıybet ise, insan hakkında olan şeyleri gıyabında söz konusu etmektir.
Sû-i zan ise, aslı olmayan konular hakkında yorum yapmaktır.
“ Şüphe yok ki: mü’minler arasında hayâsızlıkların yayılmasına sevinenlere dünyada da âhirette de çok acıklı bir azap vardır.” (Nûr, 24/19)
Kedi-ciğer kıssası vardır: Babam anlatırdı; bir odada bir tabak ciğer bir de kedi bulunsun o odaya hiç kimse girmesin. Daha sonra bakarsın ki ciğerin yarısı yenmiş. “Bu odada sadece kedi vardı o yemiştir” diyemezsin. Çünkü gözünle görmedin derdi. Aksi takdirde hem sû-i zan olur, hem de iftira atılmış olunur.
Rabbinin rızasını gözeten her Müslüman kendisini ilgilendirmeyen şeye müdahale etmez, karışmaz. Yani burnunu Müslümanların özel işlerine sokmaz.
Başkaları hakkında söylenen yalan sözlere ‘Evet o yapmıştır’ diye sû-i zan yapıp, laf taşımak, gıybet yapmak doğru değildir. Kişi cenneti istiyorsa istenildiği gibi yaşamalıdır, eğer cehennemi istiyorsa istediği gibi yaşar. Müslüman daima Kur’an ve sünnetin yoluna kulak veren, Allah’ın emirlerini uygulayan, yasakladığı haram ve caiz olmayan şeyleri terk eden ve sû-i zan yapmayan kişidir.
Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Kimse kimseyi çekiştirmesin, hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır, ondan tiksindiniz, Allah’tan korkun, şüphesiz Allah tövbeleri kabul edendir.” (Hucurât, 49/12)
Vakarlı bir Müslümanın sıfatlarından biri de insanlara kötü zanda bulunmamasıdır. O, devamlı arabozucu değil, insanların arasını yapıcı olmalıdır. Çünkü Peygamber (s.a.s.) zannı sözlerin en yalanı olarak kabul etmiştir. Sadık bir Müslümanın dilinde yalan kokusu olan sözler çıkmamalıdır. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir. Kul ne yaparsa melekler bilir ve yazar. Kul iyi bir iş yaptığı takdirde ondan misk kokusu çıkar, melekler iyi yazar. Fakat kul kötü bir iş yaparsa ondan kokuşmuşluk kokusu çıkar melekler onu günahkâr diye yazar. Unutmamak gerekir ki her halimizi yazan ve bizi gözetleyen birileri bulunmaktadır. “O, yüzden günahın küçüğüne büyüğüne değil günahı işlediğimiz zatın büyüklüğüne bakmak gerekir.” Kime karşı günah işliyoruz; buna bakmamız gerekir.
Ömer b. Hattâb şöyle demiştir: “İnsanlar Rasûlullah (s.a.s.) zamanında vahiy ile hükmediyorlardı. Vahiy artık kesilmiştir. Biz artık amellerinizden zahir olana hükmederiz. Bize iyilik izhar edeni korur ve kendimize yaklaştırırız. Onun gizledikleri bizi ilgilendirmez, gizlediklerinden dolayı Allah onu hesaba çeker. Bize şer izhar edene güvenmez onu tasdik etmeyiz, isterse kalbinin temiz olduğunu söylesin.”[6]
Takvalı ve vakarlı tevhid ehli Müslüman, hadiste buyrulduğu gibi sû-i zan yapmaktan kaçınır. Mü’min kişi konuştuğu her kelimede ve verdiği her hükümde şu âyeti aklından çıkarmaz: Allah (c.c.) buyuruyor: “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (Nisâ, 4/36)
Müslüman zan yapmadan önce iyice düşünmelidir. Bir kişinin aleyhine konuştuğunda bilmelidir ki konuştuğu her kelime bir melek tarafından kaydedilmektedir. “Sağında ve solunda onunla beraber oturan iki alıcı melek yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapteder.” (Kâf, 50/17-18)
Tevhid bilincinde olan her Müslüman ağzından çıkan her kelimenin mes’uliyetini bilmelidir. ‘Çamur at izi kalsın’ hesabı olmaz. Hani derler ya; “Söz ağızdan çıkana kadar o senin esirindir, söz ağzından çıktıktan sonra sen onun esirisin.” Nasıl ki atılan ok geri gelmezse ağızdan çıkan söz de geri gelmez.
Bu yüzden ağzından çıkan her kelimenin mes’uliyetinden korkan bir Müslüman konuştuğu her kelimede onu, dikkatli ve sözlerini tartar bir vaziyette görürsün. Çünkü o, konuştuğu kelimenin onu Rabbinin rıza makamına çıkaracağı gibi, cehennemin en alt tabakalarına indireceğini bilir.
Bu hususta Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Kişi Allah’ın rızasına uygun bir kelime konuşur (da bu kelimenin) ulaştırdığı ( yüksek mertebeye ) ulaşacağını zannetmez. (Halbuki) Allah kendine kavuşacağı gün kadar ona rızasını yazar. Bir kişi de Allah’ın gazabını (celbeden) bir kelime konuşur (da bu kelimenin onu düşüreceği derekeye) ulaştıracağını zannetmez. Halbuki Allah bu kelimeye karşılık ona kıyamet gününe kadar gazabını yazar.”[7]
Öyle ki; takva ehli kişiler, insanların mantıksız konuşmalarına kulak vermezler, dedikodu yapmazlar, sû-i zandan dolayı kulağına gelen laflara aldırış etmezler. Buna ilaveten, insanlardan duyduğu şeylerin doğruluğunu öğrenmeden nakletmez. Bilakis başkalarının naklettiği şeyin yalan mı, doğru mu olduğunu öğrenmeden aktarmayı Rasûlullah’ın (s.a.s.) haramdan saydığını bilir.
“Kişiye duyduğu her şeyi nakletmesi günah olarak yeter.”[8]
Allah (c.c.) İnfitar sûresinin 6. âyetinde meâlen şöyle buyurmaktadır:
“Ey insan! O, Kerîm olan Rabbine karşı seni ne aldattı?”
Yani seni kandırıp da yanlış kanaate ne sürükledi de sonunda görevlerini ihmal ettin yerine getirmedin?
İbn Mes‘ûd dedi ki: “Kıyamet gününde aranızda Rabbi ile baş başa kalmayacak hiç kimse yoktur. Rabbi ona: “Ey Âdemoğlu, benim hakkımda seni ne aldattı? Ey Âdemoğlu, bildiğinin gereği olarak neler yaptın? Ey Âdemoğlu, gönderdiğim Peygamber’e ne cevap verdin?” diye soracak.”[9]
İmam Buhârî, Abdullah b. Ömer’den (r.a) rivayet ediyor: “Ömer’in (r.a) kızı Hafsa dul kalınca dedi ki: “ Osman’ı (r.a) gördüm ve Hafsa ile evlenmesini teklif ettim ve dedim ki: “Dilersen Hafsa’yı sana nikâhlarım.” Osman, “Bunu düşüneceğim” dedi. Ve birkaç gün bekledikten sonra Osman beni görerek “Bana bugün evlenmeyeceğim belli oldu” dedi. Ben de Ebû Bekir’i buldum. Ve ona: “Dilersen sana Hafsa’yı nikâhlarım” dedim. Ebû Bekir sustu ve bir şey söylemedi. Bu yüzden ona Osman’dan daha çok kızdım. Birkaç gün bekledikten sonra Hafsa’yı Rasûlullah (s.a.s.) istedi. Ben de ona nikâhladım. Bundan sonra Ebû Bekir beni buldu ve: “Belki sen Hafsa’yı bana teklif ettiğinde cevap vermediğim için bana kızdın değil mi?” dedi. Ona: “Evet” dedim. Dedi ki: “Hafsa’yı bana teklif ettiğinde sana cevap vermekten beni hiçbir şey menetmemiştir. Ancak ben Nebi’nin (s.a.s.) Hafsa’yı zikrettiğini biliyordum. Bunun için Rasûlullah (s.a.s.)’in sırrını yayacak değildim. Eğer Peygamber (s.a.s.) onu terk etseydi ben kabul ederdim.”
İslâm’ın nurunu almış -kadın erkek, bu nurla aydınlanmış- sahabenin bu güzel ahlâkı gıpta edilecek şekilde bariz örneklerdendir. Mü’min; yaşadığımız şu coğrafyada boynundaki esaret zincirini kırmaya çalışan bir esir gibidir. Allah’a kavuşuncaya kadar hiçbir şeyden emin olamaz. Bilir ki kulağının duyduklarından, gözünün gördüklerinden, dilinin konuştuklarından, azalarının yaptıklarından hesaba çekilecektir.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah (c.c.) bana, birbirinize karşı mütevazı olup alçak gönüllülük etmenizi, hiç kimsenin diğer bir kimseye karşı övünmemesini ve hiç kimsenin diğeri aleyhine bir istekte bulunmamasını vahyetti.”[10]
Ebû Hureyre (r.a) rivayetle Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ashabım, zandan (sebepsiz ithamdan) çekininiz! Çünkü sanıkla itham sözlerin yalanı çok olanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız, hususî ve mahrem hayatınızı da araştırmayınız! Bir de almayacağınız bir malı alıcıyı zarara sokmak için artırmayınız, birbirinize haset etmeyiniz! Buğz düşmanlık da etmeyiniz! Birbirinize arkanızı çevirip küsmeyiniz de. Ey Allah’ın kulları, birbirinize kardeş (mesabesinde) olunuz! (Birbirinizi seviniz!)”
Yine başka bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kime yumuşak huylu olmaktan bir pay verilmişse, ona hayırdan nasibi verilmiş demektir. Kim de yumuşak huyluluk payında mahrum kılınmışsa hayırdan nasip almamış demektir. Kıyamet günü mü’minin tartıda en ağır gelen iyi ameli güzel ahlâktır. Şüphesiz ki Allah, güzel ahlaka aykırı kötü iş işleyip, çirkin söz söyleyene öfkelenir.” [11]
Allah (c.c.) buyuruyor: “Andolsun, biz size açıklayıcı âyetler, sizden önce gelip geçenlerden bir misal ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir öğüt indirdik.” (Nûr, 24/34)
[1] İmam Gazâlî, İhyâ, 111, 150, 151.
[2] el-Fevâid, 236.
[3] a.g.e.111, 36.
[4] Maverdî, s: 313, 314; Gazâlî, İhyâ, 11, 111, 325, 151.
[5] Müslim, Birr, 70; Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikâk, 11, 230, 384, 386, 45809.
[6] Hayâtu’s-sahâbe.
[7] Mâlik.
[8] Müslim.
[9] Kurtubî Tefsîri.
[10] Müslim, Cennet, 64; Ebû Dâvûd, 40; İbn Mâce, Zühd, 16.
[11] Buhârî, el-Edebu’l-Müfred, 464; Tirmizî, 2013.