
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, vazifeli kıldığı tarihten kıyamete kadar bütün insan kulları için gönderdiği son Nebî ve son Rasûlü Muhammed (s.a.s.)’e şöyle buyurmakta:
“De ki: ‘Ey insanlar, ben Allah’ın, sizin hepinize gönderdiği bir Rasûlüyüm. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî Peygamber olan Rasûlü’ne iman edin. O da, Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. O’na iman edin ki, hidayete ermiş olursunuz.”1
Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasûlullah (s.a.s.), içinde bulunduğu cahiliyye şirk toplumunun, laik ve demokrat şirk devletinin, devlet terörü gücüyle gündemde tuttuğu bütün engellemelere rağmen, Rabbi Allah’ın verdiği risâlet görevini yerine getirmeye bütün gayretiyle devam ediyordu!..
Rabîa b. İbâd ed-Dîlî (r.a.) anlatıyor:
Ben, genç biri iken babamla birlikte idim. Kabileleri dolaşan Rasûlullah (s.a.s.)’e bakıyordum. Rasûlullah (s.a.s.), kabilenin yanında durup:
“Ey filân oğulları, ben, Allah’ın Rasûlü’yüm. Size, Allah’a kulluk etmenizi, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, bana inanmanızı ve Allah tarafından gönderilmiş olduğum vazifeyi açıklayıp yerine getirinceye kadar beni korumanızı emrediyorum.” buyuruyordu.2
“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” Rasûlullah (s.a.s.), insanları, tağutlara, yani kullara kul olmaktan kurtararak Allah’a kul olmaya ve cahiliyeden tamamen arınıp İslâm’a girmeye davet ederken, birileri menfaatlerini düşünerek kendisine meyleder gibi oluyor ve maddî isteklerine olumlu cevap almayınca reddedip terk ediyorlardı.
İbn İshâk (r.a.) anlatıyor:
Bana, Zührî haber verip dedi ki:
Rasûlullah (s.a.s.), Benî Âmir b. Sa‘saa’ya geldi. Onları, Allah Azze ve Celle’ye davet etti. Kendisini, onlara tanıttı. Onlardan bir adam (Beyhare b. Firâs) dedi ki:
-Vallahi, şayet bu genci Kureyş’ten alsam, elbette onunla Arap’ı yenerdim!
Sonra Rasûlullah’a:
-Ne dersin, eğer biz sana biat etsek, sonra da Allah seni muhaliflerinin üzerine galip kılsa, senden sonra idare (hüküm) bizde olacak mı? dedi.
Rasûlullah (s.a.s.):
“İdare (hüküm), Allah’a aittir. Onu, dilediği kimselere verir.” buyurdu.
Adam şöyle dedi:
-Araplara karşı sana siper olalım ve Allah seni galip kıldığı zaman idare (hüküm), bizden başkasında hiç olur mu? Senin dediklerine ihtiyacımız yoktur!
Böylece, ona karşı imtina edip yüz çevirdiler.3
Hiç şüphesiz hüküm, Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya aittir ve O, hükmüne başkasını ortak kılmaz, dilediğine, onunla hükmetmek üzere hükmü, yani idareyi verir...
Şöyle buyurur Allah Azze ve Celle:
“Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din, işte budur.”4
“Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.”5
“Onlar, hâlâ cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?”6
Âlemlerin Rabbi Allah’ın hükümleriyle hükmedilmeyi reddeden cahiliyye laik-demokratik Mekke şirk devleti bütün imkânlarını, İslâm’ı engellemek için kullanıyor ve cahiliyye hükmünden, atalarının ilkelerinden ayrılmak istemiyorlardı...
Kendisine vahyedilen Allah’ın hükmünden başkasına asla razı olmayan Rasûlullah (s.a.s.)’e çeşitli tekliflerle gelip beraber çalışmayı arzuluyorlardı... Teklifleri, tamamen cahiliyeden kaynaklanıyordu... İstiyorlardı ki, Muhammed b. Abdullah, onların anayasasına ve atalarının ilkelerine göre yönetecek devlet başkanları olsun... Yine istiyorlardı ki, bir yıl o, istediği şekilde yönetsin, kendileri ona tâbi olsunlar, bir yıl da onlar yönetsin, o ve inananları, onlara tâbi olsun... Bir yıl İslâm, bir yıl laik-demokratik cahiliyyenin yönetimi!.. Hak ile bâtılın karıştırılması... Bâtılı, hak ile ortak etmek ve denk tutmak...
Bu cahiliyye ve bâtıl anlayışın asla gerçekleşemeyeceğini beyân buyuran Allah’ın âyetlerini O’nun Rasûlü (s.a.s.), laik-demokratik Mekke şirk devletinin yöneticilerine duyurdu!..
Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
“De ki: ‘Ey kâfirler,
Ben, sizin taptıklarınıza tapmam.
Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.
Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.
Sizin dininiz size, benim dinim bana.”7
Şeyhu’l-İslâm Ebu’s-Suûd Efendi (rh.a.), meşhur tefsiri “İrşâdu’l-Akli’s-Selîm”de “Kâfirûn sûresi”ni tefsir ederken şunları kaydeder:
“Ey Rasûlüm de ki: Ey kâfirler, ben, gelecekte, sizin tapmakta olduklarınıza tapmayacağım. Benim ibadet ettiğime de siz ibadet edecek değilsiniz. Geçmişte de ben, sizin taptıklarınıza hiç tapmadım, siz de benim ibadet ettiğime hiç ibadet etmediniz. Yani, gelecekte de, sizin benden talep ettiğiniz gibi, sizin ilâhlarınıza asla tapmayacağım ve siz de, benim sizden talep ettiğim gibi, benim ilâhıma ibadet edecek değilsiniz. Geçmişte, cahiliyye döneminde de ben putlara hiç tapmadım. O hâlde İslâm döneminde böyle bir şey benden nasıl beklenir! Siz de, hiçbir zaman benim ibadet ettiğime ibadet etmediniz.
Sizin dininiz size, benim dinim bana. Yani, sizin şirkten ibaret olan dininiz, ancak sizin için hâsıl olmaktadır, sizin umduğunuz gibi, bana da hâsıl olmaz. O hâlde siz buna, boşu boşuna umut bağlamayın. Zira bu, imkânsız olan şeylerdendir. Ve benim tevhidden ibaret olan dinim de, ancak bana (ve bana iman edenlere) hâsıl olmaktadır, sizin için de hâsıl olmaz. Çünkü siz, dinimin sizin için de hâsıl olmasını, benim sizin ilâhlarınıza tapmam veya saygı olarak onlara el sürmem şartına bağladınız ki bu, imkânsızdır. Çünkü bu da, şirkin ta kendisidir.”8
Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle Rasûlullah (s.a.s.), laik-demokrat Mekke şirk devletinin yöneticilerine bu kesin cevabı vermiş, hak ile bâtılı apaçık olarak birbirinden ayırmış ve tevhid dininden başka bir şey kabul etmediğini beyân buyurmuş, onlar da bu net cevaptan dolayı, Rasûlullah’ın kendilerine meyletmeyeceklerini anlayarak, umutlarını kesmişlerdi...
Hicâz bölgesinin merkezi olan Mekke’de durum buydu!.. Ya dünyanın diğer bölgelerinde durum nasıldı?! O tarihte bilinen dünyanın iki süper tağutî güç tarafından denetlendiğini ve sömürüldüğünü görüyoruz... Doğu’da, Sâsânî İmparatorluğu ve Batı’da Doğu Roma, yani Bizans İmparatorluğu... O günkü insanlık âlemi bu iki emperyalist, zalim ve tağutî güce teslim olmuş, kimi vatandaşları, kimisi de sömürgeleri hâline gelmişti...
İslâm, en yakından başlamak üzere bütün dünya insanlığın kurtuluşu için gönderilmişti... Hepsine ulaşmalı, tebliğ, davet ve irşâd hareketi bütün dünyaya yayılmalıydı... Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, en son mesajı olan Kur’ân-ı Kerim’i bunun için indirmişti:
“Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan (Kur’ân)’ı indiren (Allah) ne yücedir.”9
“De ki: ‘Şahidlik bakımından hangi şey daha büyüktür?’ De ki: ‘Allah, benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi –ve kime ulaşırsa- kendisiyle uyarmam için bana şu Kur’ân vahyedildi.”10
“İşte bu (Kur’ân) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O’nun yalnızca bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip duyurma (bir belağ)dır.”11
“Sana zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.”12
“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için Biz sana Kitab’ı hak ile indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma.”13
“Biz Kitab’ı, ancak hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavme rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir gaye ile) indirmedik.”14
Hayat kitabımız ve düstûrumuz Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlığa, onları karanlıklardan nûra çıkaran bir rehber olarak indirildiği gibi, en son Nebî ve en son Rasûl, Rasûlullah Muhammed (s.a.s.) de insanlık âleminin bütününe önder ve örnek olmak üzere gönderilmiştir:
“Biz seni, ancak bütün insanlara bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar.”15
“De ki: ‘Ey insanlar, ben Allah’ın sizin hepinize gönderdiği bir Rasûlü’yüm.”16
İslâm’ın ilk muhatabı, cahiliyye döneminin putperest ve atalarının ilkelerine bağlı olan Arap kavmiydi... Onların dışında, dünya haklarını sömüren o günün iki süper gücü olan İran Sâsânî İmparatorluğu ve Anadolu Bizans İmparatorluğu da ikinci derecede İslâm’ın muhatabı idiler... İslâm, âdil ve huzurlu bir dünyanın kurulmasını istiyor, insanların, kullara kul olmaktan kurtulup yalnızca Âlemlerin Rabbi Allah’a kul olmalarını emrediyordu...
O günkü Sâsânî yönetiminin özet olarak durumu şöyleydi:
“Sâsânî hükümdarları, ilâh Ahura Mazda’nın kendi hanedanlarına özel bir muhabbet duyduğuna ve hükümdarlık yetkisini, bu nedenle kendi hanedanlarına bağışladıklarına dair bir inanca sahip idiler. Bu hanedan mensupları, kendilerini ilâhî bir misyona sahip olarak görmekteydiler ve her nereye gitseler, ilâhının yardımının ve kudretinin kendi arkalarından geldiğine inamaktaydılar. Sâsânî hükümdarları, yapmış oldukları birçok kitabette, kendilerini ilâh Mazda’ya tapan anlamında ‘Mazdisin’ veya ‘perensendey-i Mazda’ (ilâh Mazda’ya tapan) olarak nitelendirmişlerdi. Fakat bunun yanında kendilerini, ilâh soyundan gelen ‘baya’ (ilâha ait/ilâhî) şeklinde tabir etmişlerdir. Buna ek olarak kendilerini ‘gökyüzünün oğlu’ anlamına gelen ‘Minu çitra’ şeklinde de isimlendirmişlerdir.
II. Şapûr, Roma İmparatoru Konstanus’a yazmış olduğu bir mektupta kendisini ‘şahların şahı’, ‘yıldızların akrabası’, ‘güneş ve ay’ın kardeşi’ olarak tanıtmıştır. Bütün bunların dışında, Sâsânî hükümdarları, yazmış oldukları yazı ve mektuplarda kendilerini ‘iyi işler yapan, ilâha ait, sulh ve selamı yayan, ihtirama lâyık, iyi bahtlı, perhizkâr, iyiliksever, ilâhın kendisine izzet bağışladığı, kudret sahibi, kahramanlar kahramanı, ilâhın suretinde yaratılmış’ şeklinde tabir etmişlerdir. Sâsânî hükümdarların resmî yazışmalarda, İranlı olan veya olmayan herkesin hükümdarı anlamında ‘Şahanşah-ı İran ve Aniran’ tabirini ve bunun yanında ilâhi anlamına gelen ‘hudaygan’ sözcüğünü kullanmışlardır. Bundan dolayı devlet yöneten Sâsânî hanedanı, toplumun bütün kesimlerinden daha ayrıcalıklı ve mümtaz bir konuma sahip durumdaydı. Ancak bu hükümdarların kendilerini ilâh olarak gördüklerine dair, Batılı araştırmacılarda yanlış bir görüş bulunmaktadır. Bu hükümdarların kendileri için kullandıkları tabir, ilâh değil de genelde gücünü ilâhtan alan, ilâhî anlamına gelen yakıştırmalardı.
Seçkin olan bu hanedanın dışında Sâsânî ülkesinde insanlar, farklı sosyal sınıflardan oluşuyorlardı ve bu sınıflar kendi içlerinde de farklı kollara ayrılıyorlardı. Bu sosyal sınıflardan her birinin bir reisi olurdu. Sâsânî toplumundaki sosyal sınıflar arasında geçiş yapmak kesin bir şekilde yasaklanmıştır ve doğan her çocuk da doğmuş olduğu sosyal sınıfa ait olmak zorundaydı. Bu sosyal sınıfların oluşması, tabiî olarak değil, hükümdarların kendi uygulamaları sonucunda olmuştur.
Erdeşir Pabagan’a aid olan ‘Enderznâme’ ile Sâsânîlerin meşhur veziri Tenser’e aid yazılarda, bu sınıflar arasındaki geçişlerin kesin bir şekilde yasak olduğu ifade edilmiş ve bu yasağın gerekçeleri, sebepleriyle beraber uzun bir şekilde izah edilmiştir. İleriki dönemlerde Sâsânî toplumundaki sınıfsal yozlaşmalar ve sınıfsal sistemin bozulması üzerine I. Hüsrev, yeni bir uygulamaya giderek toplumu hiyerarşik açıdan yeniden farklı sınıflara ayırmış ve bu sistemi toparlamaya çalışmıştır. Sâsânîler de, kendi toplumlarını Hint kast sistemine benzer bir sistem dâhilinde dört ana gruba ayırmışlar ve sınıflar arası geçişi imkânsız kılmışlardır. Bu sınıflar kısaca, ruhban sınıfı, askerî sınıf, kâtipler sınıfı ile ziraat ve zanaatla uğraşan sınıftan meydana gelmektedir. Bunun yanında Avesta, İran toplumunu üç ayrı tabakaya ayırmaktaydı. Bunların birincisi, ‘Athravan’ adı verilen din adamları sınıfıdır. Diğer ikinci sınıf ise adına ‘Arteshtaran’ adı verilen savaşçı ve ordu sınıfıdır. Üçüncü sınıfı ise, ‘Vastras huyant’ adı verilen köylü sınıfı oluşturmaktaydı.
Toplumdaki diğer sosyal sınıflar ve soylular bu üç tabakadan herhangi birine mensuptular.”17
İnsanlığın kurtuluşunun vazgeçilmezi hayat nizâmı İslâm’ın ilk yıllarındaki süper güçlerden biri olan Sâsânî İmparatorluğu’nun durumu bu iken, Batı emperyalizminin temsilcisi Bizans İmparatorluğu’nun durumu ise özetle şöyleydi:
“İmparator, sadece ordunun başkomutanı, en yüksek hâkim ve yegâne kanun koyucusu olmakta kalmaz, o, aynı zamanda kilisenin ve doğru inancın koruyucusudur. O, ilâhın seçtiği kişidir ve bu sıfatla sadece hâkim ve efendi değil, aynı zamanda ilâhın kendisine emanet ettiği Hıristiyan devletinin yaşayan sembolüdür. O, fânî-beşerî atmosferin dışında ilâh ile doğrudan doğruya ilişkili olup kendine özgü bir siyasî-dinî kültün konusudur. Bu kült, günbegün imparatorluk sarayında etkin seremonilerle, kilise ve bütün maiyyet alayının katılması ile icrâ edilir. İsa-sever hükümdarı tasvir eden her resimde, onun kutsallaşırılmış şahsını çevreleyen her şeyde, onun herkes önünde sarf ettiği veya kendisine hitap eden her kelimede ifadesini bulur.
Teb’ası (halkı), onun kölesidir. Bunlar, onun yüzüne bakmak müsaadesine nâil olunca, en yüksek makamdakileri de hariç tutulmamak üzere, hükümdarı, onun önünde yere kapanmak sûretiyle, proskynese ile selâmlarlar. Ancak Bizans saray seremonisinin aşırı ihtişamı gibi bu debdebe içinde tezahür eden imparatorluğun her şeye kadir azametinin kökü de Roma-hellenistik gelişmede mündemiçtir. İşte Bizans İmparatorluk sarayının bu kendine mahsus ihtişamı ve Bizans İmparatorluğu’nun Doğu’yu anımsatan bazı hayat formları, Doğu’dan, Sâsânî Devleti’nden ve daha sonra Arap hilafetinden doğrudan doğruya alınıp benimsenenlerle birlikte daha da belirli bir hâle gelen bu Doğu unsurlarıyla bir zamandan beri dolu gelişmeden doğmuştu.”18
O günkü dünyaya egemen olan iki süper emperyalist devletin yapısı ve tutumu böyle idi!..
Yegâne hayat nizamı İslâm, fıtrî olup fıtratın gereği olan ilkeleri beyân ediyordu...
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, bütün insan kullarını şirk koşmadan yalnızca kendisine kulluk yapsınlar, yani sadece O’na itaat etsiler diye yaratmıştı...19 Allah’tan başka hiç kimseye kulluk edilmemeli ve kullara kul olanlar, bu zilletten kurtulmalıydılar... İnsanlardan bazıları ilâh, bazıları da onların kulları değil, hep beraber, yaratmak ve emir yalnızca kendisine mahsus Allah’ın kulları idiler... Katıksız iman ve takvadan başka birbirlerine bir üstünlükleri yok idi...20
Ve katıksız iman eden bütün insanlar, birbirlerinin kardeşleriydi:
“Mü’minler, ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının. Umulur ki esirgenirsiniz.”21
Ebû Nadra bildiriyor:
Şahid olan birinin bana bildirdiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), teşrik günlerinin ortasında bir hutbe verdi. Bu hutbede:
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir! Babanız birdir! Takva dışında Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap olana, kızılın siyaha, siyahın da kızıla herhangi bir üstünlüğü yoktur.”22
İbn Ömer (r.anhuma)’dan.
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Bütün insanlar, Âdem’in oğullarıdır ve Allah, Âdem’i topraktan yaratmıştır.”23
İslâm, gerek en yakınlarda olan Arap putperest müşriklere, gerek süper güç diye bilinen Bizans ve Sâsânî putperest tağutlarına bu gerçeği beyân ediyor ve insan kulları üzerinde yegâne kanun koyucunun Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ olduğunu bildiriyordu... Allah’tan başka hüküm/kanun/yasa/emir koyucu hak ilâh yoktur... Yaratmak ve emir, yalnızca Allah’a mahsus olup hükmünde hiçbir ortağı yoktur ve O, hükmünde hiç kimseyi ortak etmez...24
İslâm, insanın üzerinde doğduğu fıtrata, yani İslâm’dan başka din, Allah’tan başka Rabb kabul etmeyen fıtrata hitap edip onları bâtıldan kurtularak hakka ulaşmaya davet ediyordu... İnsanlar birbirleri üzerinde yaptırım gündeme getiren kanun koyucular olamadı... Birbirlerine ilâh ve birbirinin kulu hâline getirilemezlerdi... Böyle olduğu takdirde büyük bir sapıklığın içine düşmüş oluyorlardı ve bu sapıklıktan kurtulmaları gerekiyordu... Çünkü, Allah’tan başka ilâh yoktu... İnsanlar, kendilerini yaratan Allah’a kul olmalıydı... Kullara, kul olmaktan kurtulmalı ve yalnızca Allah’a kul olup O’nun hükümlerine göre hayatı düzenlemeleri gerekiyordu!..
Rabbimiz Allah Teâlâ, insan kullarına, en son mesajını tebliğle görevli kıldığı en son Nebî ve en son Rasûlü Muhammed (s.a.s.)’e hitaben şöyle buyuruyor:
“De ki: ‘Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki: ‘Allah’ındır.’ O, rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizi, kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Nefislerini hüsrâna uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır. Geceleyin ve gündüzün barınan her şey O’nundur. O, işitendir, bilendir.
De ki: ‘O, gökleri ve yeri yaratırken ve O, (hep) besleyen (hiç) beslenmezken, ben Allah’tan başkasını mı veli edineceğim?’ De ki: ‘Bana, gerçekten Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın müşriklerden olma (denildi).’
De ki: ‘Şüphesiz ben, Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım.’
O gün, kim ondan (azaptan) alıkonursa, elbette, O, onu esirgemiştir. İşte apaçık olan kurtuluş ve mutluluk budur.
Şayet Allah, sana bir zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik dokunduracak olursa da O, her şeye güç yetirendir.
O, kulları üzerinde kahredici olandır. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır.”25
Allah’ın eşi, benzeri ve ortağı olmadığını ve müşriklerin Allah’a şirk koştuklarından tamamen uzak olduğunu ilan eden Rasûlullah (s.a.s.),26 Rabbi Allah’ın kendisine vahyettiği âyetleri, muhatapları olan müşriklere okuyup tebliğ etmekte ve onların fıtratlarına seslenmekteydi:
“De ki: ‘Ben, sizin Allah’tan başka tapmakta olduklarınıza tapmaktan nehyedildim.’ De ki: ‘Ben, sizin hevâ (istek ve tutku)larınıza uymam, yoksa bu durumda ben şaşırıp sapmış ve doğru yolu bulmamışlardan olurum.’
De ki: ‘Ben, gerçekten Rabbimden kesin bir belge üzerindeyim, siz ise onu yalanladınız. Sizin, kendisine acele ettiğiniz (azap) yanımda değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, doğru haberi verir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.’
De ki: ‘Kendisine acele etmekte olduğunuz şey benim yanımda olsaydı, benimle aranızda iş elbette bitirilmiş olurdu. Allah, zulmedenleri en iyi bilendir.
Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir. O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır.
Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra en son dönüşünüz O’nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir.
O, kulları üzerinde kahredici (Kahhar) olandır. Size koruyucular gönderiyor. Sonunda sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, elçilerimiz onun hayatına son verirler. Onlar, (bu işte ne noksan, ne fazla) kusur etmezler.
Sonra gerçek mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Haberiniz olsun, hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin e süratli olanıdır.
De ki: ‘Sizi, karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye O’na yalvararak duâ etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.’
De ki: ‘Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz, yine şirk koşmaktasınız.’
De ki: ‘O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye ve sizi parça parça birbirinize kırdırıp kiminizin şiddetini, kiminize taddırmaya güç yetirendir.’ Bak, iyice kavrayıp anlamaları için âyetleri nasıl çeşitli biçimlerde açıklıyoruz?”27
Yeryüzünde bozgunculuk yapıp şirk denilen fitne ile egemen olan tağutlara kul olmuş kitlelere böyle sesleniliyordu!.. Kendisinden başka kanun koyucu ve her şeye güç yetiren hak ilâh olmayan Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, insan kullarına kendisini böyle tanıtıyordu... İyice anlayıp kavramaları için âyetlerini çeşitli biçimlerde açıklıyordu... Yaratılmış varlıkların her birinde olmayan ve olamayacak, yalnız yaratan Allah’a mahsus olan olayları beyân buyuruyordu... Kâinattaki üstün egemenliği, varlıkların yaratılması, gece ve gündüzün oluşumu, gecenin örttüğü, gündüzün aydınlattığı her şeyin sahibinin Allah olduğu hakikati birer birer beyân edilip Allah’tan başka ilâh ve rab kabul etmemesi gerekli olan insan fıtratına sunuluyor ve uyandırılıyordu... Gerek yakın çevredeki putperest müşrik egemenlerin, gerekse bilinen dünyayı sömüren o günkü emperyalist süper güç sahibi diye zannedilen egemenlerin sahte ilâhlıklarını ortaya koyup insanların, onların egemenliklerini reddedip yok etmelerinin gereğini açıklıyordu!.. Çok kısa bir zamanda o günkü emperyalist cahiliyye egemen güçleri, İslâm’ın gücü karşısında yenilip tarihe karıştılar!..
Egemenlik, kayıtsız ve şartsız Allah Teâlâ’ya ait olduğunu delilleriyle, kullara kul edilmiş, köleleştirilmiş halk kitlelerine beyân edilirken, kendilerini yönettikleri insanların üzerinde ilâhlaştırılmış gören, yegâne egemen olduklarını zanneden, hevâlarını ilâhlaştıranlara da seslenerek, onların da insan kullardan bir kuldan başka bir şey olmadıklarını apaçık bir şekilde gündeme getiriyordu...
Bu hakikat, her zaman ve her mekânda dile getirilmeli, çağın insanlarının anlayacakları bir şekilde apaçık olarak anlatılmalıdır... Çünkü, cahiliyye şirk cephesinde değişen yeni bir şey yoktur... Bugünkü cahiliyye şirk cephesi, selefleri olan dünkünün aynısının tıpkısıdır... Zaman ve mekânın değişmesi, cahiliyyenin özünde, metodunda ve hedefinde bir değişme yapmış değil, yapmaz da!..
Yegâne hayat nizâmı İslâm, kendisine katıksız iman eden muvahhid mü’min Müslümanları her yönüyle bilgilendirir, terbiye edip olgunlaştırır... Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın emirlerine tâbi olan ve Rasûlü (s.a.s.)’in sünnetine göre hareket eden muvahhid mü’min Müslüman kullarının velisidir Allah Azze ve Celle. Onlar hangi çağda olurlarsa olsunlar, onları, cahiliyyenin şirk karanlıklarından çıkarıp İslâm’ın nûruna kavuşturur...28
“Hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.”29
- A‘râf, 7/158.
- İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, çev. Hüseyin Yıldız, vdğ. İst. 2014, c. 17, sh. 283, Hds. 24933-24934.
İbn Hişam, İslâm Tarihi-Sîret-i İbn Hişam Tercemesi, çev. Hasan Ege, İst. 1985, c. 2, sh. 81.
İbn Cerîr et-Taberî, Târîhu’t-Taberî, çev. Cemalettin Saylık, Ank. 2019, c. 2, sh. 349.
İmam Zehebî, Târîhu’l-İslâm, çev. Muzaffer Can, İst. 1994, c. 1, sh. 401.
İbn Kesîr, Büyük İslâm Tarihi-el-Bidâye ve’n-Nihâye, çev. Mehmet Keskin, İst. 1994, c. 3, sh. 214.
- İbn Hişam, İslâm Tarihi, c. 2, sh. 83.
İbn Cerîr et-Taberî, Târîhu’t-Taberî, c. 2, sh. 350.
İmam Zehebî, Târîhu’l-İslâm, c. 1, sh. 402.
İbn Kesîr, Büyük İslâm Tarihi, c. 3, sh. 216.
- Yûsuf, 12/40, 67; En‘âm, 6/57.
- Kehf, 18/26.
- Mâide, 5/50.
- Kâfirun, 109/1-6.
Not: Âyetlerin inzaline sebep olan olay için bkz.
Ebu’l Hasan el-Vâhidî, Esbâb-ı Nüzûl, çev. Necdet Çağıl-Necati Tetik, İst. 2019, sh. 465.
Abdulfettah El-Kâdî, Esbâb-ı Nüzûl, çev. Doç. Dr. Salih Akdemir, Ank. 1986, sh. 430.
Celâleddin es-Süyûtî, Esbâbu’n-Nüzûl, çev. Abdulcelil Alpkıray, İst. 2015, sh. 590.
İbn Hişam, İslâm Tarihi, c. 1, sh. 484.
İbn Kesîr, Büyük İslâm Tarihi, c. 3, sh. 136.
- Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi, Ebussuûd Tefsiri, çev. Ali Akın, İst. 2007, c. 12, sh. 5863-5864.
- Furkân, 25/1.
- En‘âm, 6/19.
- İbrahim, 14/52.
- Nahl, 16/44.
- Nisâ, 4/105.
- Nahl, 16/64.
- Sebe’, 34/28.
- A‘râf, 7/158.
- Yrd. Doç. Dr. Ahmet Altınok, Eski İran’da Din ve Toplum, (Ms. 226-652), İst. 2015, sh. 23-25.
Not: Kaynaklar, dipnotlarda beyân edilmiştir.
Ayrıca bkz. Ord. Prof. M. Şemseddin Günaltay, İran Tarihi, Ank. 1987, c. 1, sh. 261, vd. 2. Baskı.
- Ord. Prof. Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan, Ank. 1986, sh. 28. 2. Baskı.
- Bkz. Zâriyat, 51/56; Yasin, 36/60-61.
- Bkz. Hucurât, 49/13.
- Hucurât, 49/10.
- İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 8, sh. 659, Hds. 12215.
Beyhakî, Şu‘abu’l-Îmân, çev. Hüseyin Yıldız, vdğ. İst. 2015, c. 5, sh. 401, Hds. 4774. Cabir b. Abdillah (r.a.)’dan.
Celâleddin es-Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr, çev. Hüseyin Yıldız, İst. 2012, c. 13, sh. 553. İbn Merdûye’den.
- Sünen-i Tirmizî, Kitâbu Tefsîru’l-Kur’ân, B. 49, Hds. 3486.
Beyhakî, Şu‘abu’l-Îmân, c. 5, sh. 407, Hds. 4783.
Celâleddin es-Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr, c. 13, sh. 553. İbnu’l-Münzir, Abd b. Humeyd, İbn Ebî Hâtim ve İbn Merdûye’den.
Nûreddin el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, çev. Hüseyin Kaya, İst. 2015, c. 13, sh. 352, Hds. 13089. Bezzâr’dan.
- Bkz. A‘râf, 7/54; Yûsuf, 12/40; Kehf, 18/26.110.
- En‘âm, 6/12-18.
- Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki: ‘O, ancak bir tek olan ilâhtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım.” En‘âm, 6/19.
“O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben, böyle emrolundum ve ben Müslüman olanların ilkiyim.” En‘âm, 6/163.
- En‘âm, 6/56-65.
- Bkz. Bakara, 2/257.
- Mâide, 5/56.