Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette İslâm davetçisinin önemli bir tanımı yapılıyor. Bu âyet
"Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve gerçekten ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir?"1
Bu âyetle alakalı İmam Mevdûdî (rha) Tefhîmu’l-Kur’ân isimli tefsirinde şöyle der:
"Bu vahyi anlayabilmek için, bu âyetin indiği zamanı iyi bilmemiz gerekiyor. Bu âyet, Mekke'de "Ben Müslümanım" demenin en zor olduğu zamanda inmiştir. O zamanlarda İslâm'ı kabul etmek, İslâm düşmanlarına av olmak anlamına geliyordu.
Bu sahneyi kafanızda canlandırın: Allah'ın söylediği şey: "En iyi söz, insanları Allah'a çağırmaktır." Diğer bir deyişle, hakikat davetçisinin metodu, insanları Allah'a çağırmaktır. Ve İslâm'a davet ederken dünyalık bir amacı olmamalıdır.
Ne kavim, ne toprak, ne aile, ne de maddî bir kazanç, başka hiçbir niyeti olmamalıdır. O insanları sadece Allah'a çağırmalıdır.
Ve Allah'a davet, Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında insanları tevhide çağırmaktır. İnsanlara Allah'tan başkasına kulluk etmemelerini söylemektir. Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmamaktır. Sabretmek ve Allah'ın kurallarına uymaktır. Tüm gayretler ve çabalar sadece Allah'ın rızasını kazanmak için olmalıdır.
Ve insan ne yaptığını düşünmeli: Ben Allah'ın kuluyum ve O'na karşı sorumluyum.
Yine Kur’ân ışığında insanları Allah'a çağırmak, kısaca.
Ve Kur’ân aynı zamanda davetçinin önceliğini de açıklıyor. O yalnızca ve sadece, Allah'a kulluk etmeye, itaat etmeye ve şeriata, Allah'ın kullarını çağırır.
İkinci olarak tanımlanan şey: Salih amel.
Herkes kolayca anlayabilir bunun ne anlama geldiğini. Allah'a davet eden birisi amellerinde samimi değilse, onun davetinin insanlar üzerinde bir etkisi olmayacaktır. O insanlara götürdüğü mesajı aynı zamanda uygulayan kişi olmalıdır. Ve bu mesaja ters bir davranışta bulunmamalıdır. O, insanların kendisinden zarar görmeyeceği şekilde dürüst olmalıdır. Onun çevresi, arkadaşları, ailesi, kısaca herkes onun dürüst olduğunu bilmelidir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in hayatı, davetçi için bir rehberdir. Vahiyden önceki 40 yılda Rasûlullah (s.a.s.)'in çevresi, kendisindeki manevî özelliğin farkında değildi. Ama ona yakın olanlar, durumun farkındaydı ve vahiy gelince onun peygamberliğini kabul ettiler. Hz. Hatice (r.a.) onun 15 yıllık hanımıydı. Ve genç değil, aksine ondan 15 yaş büyüktü. Yani Rasûlullah'a vahiy geldiğinde Hz. Hatice 55 yaşındaydı. Hiç kimse 15 yıllık eşinden gerçekleri saklayamaz. Eğer onun dünyalık bir amacı olsaydı, Hz. Hatice ona eşlik etmezdi. Onu (s.a.s.) Allah'ın peygamberi olarak kabul etmezdi.
Hz. Hatice (r.a.) ondan işte bu kadar emindi ve ona (s.a.s.) peygamberlik gelince bunu hemen kabul etti."2
Burada üzerinde durulması gereken mesele, en zor zamanlarda, müşriklerin baskılarının zirveye çıktığı ve can emniyetinin olmadığı zamanlarda bile İslâm davetçisinin bu Allah'a davet vazifesini asla ihmal etmeden yerine getirmesidir. Bu çalışmayı yaparken de sadece Allah ve Rasûlü'nün metoduna riâyet ederek, bu metodun dışına çıkmadan yapmalıdır. Demokratik yollar, libaralist, hümanist veya benzeri ideolojik yollarla değil sadece Allah'ın, Rasûlü'ne çizdiği nebevî metod üzere davet yapılmasıdır.
İnsanların iman etmesi noktasında son derece hırslı olan Peygamberimiz, ne yapabilirim de bu insanlar doğru yola gelirler diye düşünürken, Allah'ın şu uyarısıyla karşılaşmıştır:
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen, yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki, onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzerinde toplayıp birleştirdi. O halde sakın cahillerden olma!"3
Burada Rabbimiz, Rasûlü nezdinde kıyamete kadar gelecek bütün mü'min kullarına hitap ederek; asla Rabbanî metodun dışına çıkılamayacağını, Allah dileseydi bütün kulların iman eder halde olabileceğini ilan etmiş ve Allah kullarına daha merhametli olduğundan hiç kimsenin iyi niyetlerle dinde Allah'ın müsaade etmediği bir ameli işleyemeyeceği Rabbimiz tarafından beyan edilmiştir. Bu Allah'ın sünnetullahıdır.
"Ey Muhammed, müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost edineceklerdi."
"Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin."
"Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın."4
İsrâ sûresinin bu âyetlerinde ise Peygamberimizin, müşriklerin ileri gelenlerinin iman etmeye yakın olduklarını gördüğünde onların istediği bazı meşru olmayan isteklerini yapmayı bir an içinden geçirmesi üzerine bu âyetler nazil olmuştur. Ebû Cehil, Utbe b. Rebîa, Ebû Süfyân gibi ileri gelen müşrikler iman ederse, tebaanın iman etmesi kolaylaşacak ve İslâm Mekke'de daha hızlı bir şekilde yayılacaktı. Ama bu metod Rabbanî değildi ve Allah buna müsaade etmediğini bildirmek üzere yukarıda mealini verdiğimiz İsrâ sûresinin bu tehdit içerikli âyetlerini indiriyordu. Bu din nasıl Rabbanî bir din ise ona giden yolun da Rabbanî olması gerekiyordu. Bu iş kısaca Rabbanî davet metoduydu. Rabbanî yönüyle emri bi’l-ma‘ruf ve nehyi ani’l-münkere gelince:
Ma‘ruf: Bilinen, örf ve irfandır. İslâmî ıstılahta ise ma‘ruf, İslâm'ın iyi olarak kabul ettiği ve Allah’a itaatin içinde saydığı her şeydir.
Münker: Kötü ve hoş olmayan demektir. İslâmî ıstılahta ise İslâm'ın iyi saymadığı, dinin emirlerine aykırı bulduğu ve Allah'a karşı günah ve masiyet olarak gördüğü her şeydir.
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun."5 Bu âyet Müslümanların kendi içlerindeki birbirlerine karşı vazifeleri ile ilgili durumdur. Bu Müslümanlar için farz olan bir durumdur. Herkes terk ettiğinde bütün Müslümanlar günahkâr olur. Eğer ki bunu yapmayacak olurlarsa kendilerinden önce geçen İsrailoğulları’nın düştüğü duruma düşmüş olurlar.
"İsrailoğulları’nın kâfirleri, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın dilinden lanetlenmiştir. Bu lanetlenmelerinin sebebi, onların Allah'a karşı gelmeleri ve O'nun sınırlarını çiğnemeleri idi. Onlar işledikleri kötülüklerden birbirlerini sakındırmazlardı. Ne kadar kötü şeydi yaptıkları!"6
Peygamberin hadisleriyle İsrailoğulları’nın lanetlenmesi emri bi’l-ma‘ruf ve nehyi ani’l-münkeri terk etmeleriydi. "Andolsun sizler de ya iyiliği emredip, kötülükten sakınır ve zalimin zulmünden vazgeçinceye kadar baskı yaparsınız ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirine benzetir. Onlara lanet ettiği gibi size de lanet eder."7
Allah katında kurtuluşun yegâne yolu kötülükten menetmektir. Aksi takdirde bu azap sadece zulmedenlere değil herkese gelir.
"Onlar kendilerine yapılan hatırlatmaları unutunca kötülükten sakındıranları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmışlıkları yüzünden ağır bir azaba uğrattık."8
Bu vazife o kadar büyük bir vazifedir ki cihad gibi bir ibadeti bile yerine getirirken Müslümanlardan bir grubun geri kalıp insanlara iyiliği emredip kötülükten alıkoymak adına herkesin cihada çıkmasına gerek olmadığı bu şartla müsaade edilmiştir.
"Mü'minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki, sakınırlar."9
Bir de bütün insanlığa karşı bir sorumlulukları vardır ki o da aşağıdaki âyette ifade edilmiştir. Çünkü bundan önce peygamberlerin yaptığı insanları İslâm’a davet etme, iyiliği emredip kötülükten nehyetme işini, artık bundan sonra ümmet-i Muhammed yapacaktır. Çünkü artık bir nebi ve Rasûl gelmeyecektir.
"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Ma‘rufu emreder, münkerden nehyedersiniz. Ve Allah’a inanırsınız."10
Bu âyeti Bakara sûresi 143. âyetle birlikte değerlendirelim:
"İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet yaptık."11
İnsanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet ve şahit ümmet demek, örnek ümmet, kendisine tâbi olunan, imam olan demektir ve bundan sonra insanlar sizden öğrenip iman edecekler ve Allah'a ibadeti sizden öğrenecekler, Peygamber de size şahit ve sizin için örnektir. Siz de dininizi ve Allah'a nasıl kulluk edeceğinizi Allah'ın Resulü(s.a.s)'nden öğreneceksiniz. O halde sakın vazifenizi ihmal etmeyin, iyiliği emredip kötülükten alıkoyun. Ehl-i kitabın düştüğü duruma sakın sizler de düşmeyin.
Meseleyi güncelleştirecek olursak; bugünün Müslümanları olarak, işgal edilmiş İslâm topraklarını tekrar özgürleştirmek için, bu topraklarda tekrar Allah'ın hükmünü hâkim kılmak için vazifemiz, tevhidin emredilmesi, küfür, şirk, fısk ve fücurun nehyedilmesidir. Laiklik, demokrasi, kemalizm, sosyalizm ve faşizm gibi insan ürünü olan sistemlerin bertaraf edilip, yerine Allah'ın hükümlerinin hâkim olması ve bütün dünyada Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmedilmesi için cehd ve gayret göstermektir.
Allah'ın haram kıldığı zina, içki, kumar, faiz gibi günahları meşrulaştıranlara ve kendi yaptıkları anayasa ile buna yasal düzenleme yapıp Allah'a rağmen Allah'ın kulları üzerinde Rabbleşen günümüz tağutlarına karşı ihmal edilmez en büyük vazifemiz, helâl ve haramların Allah Teâlâ tarafından belirlenmiş olan Kur’ân’ın bu topraklarda yegâne anayasa olmasıdır. İşte en büyük emri bi’l-ma‘ruf ve nehyi ani’l-münker budur.
"Erkek kadın bütün mü'minler birbirlerinin dostu, dayanağıdırlar. Bunlar iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar."12
"Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eli ile değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir."13
Rasûlullah(s.a.s) emri bi’l-ma‘ruf ve nehyi ani’l-münker meselesini iman olarak zikretmiş, bu terk edildiği takdirde bir hardal tanesi imanın olmayacağını beyan etmiştir. Bu tek başına insanı Müslüman yapmaz ama Müslüman kalmasını sağlayan bir ameldir.
Bu âyet ve hadis-i şerifler maalesef Müslümanlar arasında yanlış ve eksik algılanıyor. El ile düzeltmek sadece devletin işi, dil ile düzeltmek âlimlerin işi, kalp ile buğzetmek ise avamın işi. Bu doğru olmakla beraber eksik olan tarafı, gücü yetmeyenlerin sadece kalp ile buğzla yetinmeleridir. Oysa bu çok yanlış bir algılamadır. İslâm bizden muhakkak ki küfre, şirke, fısk ve fücura karşı bir tavır içinde olmamızı emreder ve hem Mekke ve hem de Medine’de iki sefer ayrı ayrı sûrelerde En‘âm ve Nisâ sûrelerinde olmak üzere inen âyetlerde Müslümanların küfre ve günahlara karşı bir tavır almalarını aksi takdirde kendilerinin de Allah'a küfredenlerle aynı konumda oldukları beyan edilmektedir.
"Âyetlerimiz hakkında asılsız laf ebeliğine dalanları gördüğünde (bu adamlar) başka bir söze geçinceye kadar yanlarından uzaklaş. Eğer şeytan sana yanlarından kalkmayı unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimler ile birlikte oturma."
"Gerçi günahlardan sakınanlara onların hesabından hiçbir sorumluluk düşmez. Fakat söz konusu olan hatırlatmadır... Ola ki, sakınırlar."14
"Allah size indirdiği Kitab’da onun âyetlerinin inkâr edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz Allah münafıklar ile kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir."15
Mesele iyice düşünüldüğünde gücü yetmeyenlerin kalp ile buğzetmeleri, Allah ve Rasûlü ile alay edilen yerlerde ve elfaz-ı küfür ve şirk olan sözlerin konuşulduğu mekânları terk etmeleri ile mümkündür. Mesele bu yönüyle çok iyi tefekkür edilmelidir. Aynı şeyler günah ve haram olan şeyler için de geçerlidir. Bundan sebep Allah'ın Rasûlü (s.a.s) gıybet edilen yerde ya müdahale etmeyi aksi takdirde susup dinlediğinde gıybet edenlerle aynı günaha ortak olunduğunu ifade etmiştir.
"Mü'minlerin annesi Zeynep binti Cahş (r.a.) şöyle anlatır: ‘Ey Allah'ın Rasûlü! İçimizde iyiler de olduğu halde helak olur muyuz?’ dedim. Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) buyurdu ki: "Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet."16 Hadiste geçen habes tabiri fısk, fücur, şirk ve küfrü ifade eder.
Huzeyfe (r.a.)'den rivayetle Nebi (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allah'a yalvarıp dua edersiniz ama duanız kabul edilmez."17
"Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Abdullah Tarık bin Şihâb el-Becelî el-Ahmesî (r.a.) şöyle rivâyet eder:
"Nebi (s.a.s.) ayağını bineğinin üzengisine koymuş vaziyette iken, bir adam: "Hangi cihad daha faziletlidir?" diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s.) buyurdu: "Zalim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir."18
"Ebu Bekir (r.a.) şöyle dedi: "Ey insanlar şüphesiz ki şu âyeti yanlış okuyorsunuz:
"Ey mü’minler, siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size yapmış olduklarınızın iç yüzünü bildirecektir."19
Oysa ben Allah'ın Rasûlü’nden şöyle işittim:
"Şüphesiz ki, insanlar zalimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah'ın kendi katından göndereceği bir azabı hepsine umumîleştirmesi yakındır."20
Selam ve dua ile…
Dipnot
- Fussilet, 41/33.
- Tefhîmu'l Kur’ân, Fussilet sûresi 33. âyetin tefsiri.
- En‘âm, 6/35.
- İsrâ, 17/73-74-75.
- Âl-i İmrân, 3/104.
- Mâide, 5/78-79.
- Tirmizî, Tefsîr 6; Ebû Dâvûd, Melâhim, 17.
- A‘râf, 7/165.
- Tevbe, 9/122.
- Âl-i İmrân, 3/110.
- Bakara, 2/143.
- Tevbe, 9/71.
- Müslim, Îmân 78.
- En‘âm, 6/68-69.
- Nisâ, 4/140.
- Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten.
- Tirmizî, Fiten 9.
- Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13.
- Mâide, 5/105.
- Tirmizî, Fiten 8; İbn Mâce, Fiten 20.