Gençler üzerinde oluşan yargıları ifade ederken bazı ebeveynler kendilerini sorumlu görmeden tüm problemi gençlerin üzerine yıkıyor. Hatta kimi zaman gençlerin “zamane gençleri” diyerek geçiştirildiğine şahit oluyoruz. Peki ya yetişkinlerimiz bu bahsettikleri zamanelik mefhumundan sorumlu değiller midir? Eleştirilen nesil onlarla aynı kuşak olmayabilir ama yaşanılan zaman aslında iki taraf için de aynı değil midir? Elbette ki aynıdır. Zamanelik kavramının arkasına saklanarak eleştiriler yapmak sorunları çözecek olumlu bir yol bulmaya yardımcı olmak yerine sorunun geçiştirilmesine, ertelenmesine sebep oluyor. Aile içerisinde ve toplumda son zamanlarda gençleri temel alan pek çok problem dile getirilmekte ve yetişkinlerin bazı noktalarda şikâyetçi oldukları görülmektedir. Gençler üzerinde yoğunlaşan ön yargılar kimi zaman kasten kimi zaman da farkında olmadan gerek lisan gerekse hal diliyle yansıtılıyor. Gençlerin problemli görülen yanlarını masaya yatırıp tedavi etme niyetinde olan herkesin öncelikli olarak yetişkinler tarafından kullanılan ön yargılar silsilesinin de analiz edilmesi gerektiği gerçeğidir. Geçtiğimiz yıl (2021 yılında) İz Yayıncılık’tan çıkan Erol Erdoğan’ın N’apsak Bu Gençleri? kitabında tam olarak yukarıda bahsettiğim önemli hususlar ayrıntılı bir şekilde incelenmiş, çözüm önerileri sunulmuş ve söylemlerle ilgili tavsiyeler verilmiştir. Ayrıca yazar, iğneyi gençlere batırırken çuvaldızı da ebeveynlere batırmaktan hiç çekinmemiştir.
“Günümüz gençleri öyle umursamaz ki, ileride aileden iş hayatına hatta tüm sorumluluk alanlarını bu gençlerin alacağını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bize, büyüklere karşı saygılı olmayı, ağırbaşlı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler çok duyarsız ve beklemesini bilmiyorlar.” Bu cümleleri okuyan yetişkinler, “İşte Z kuşağı dedikleri bu olsa gerek!” diye düşünmeye başlayacaktır. Z kuşağı üzerinden yapılan eleştirileri göz önünde bulundurursak hakikaten onlara ithafen söylenmiş cümlelerdir diyebiliriz. Fakat bu cümlelerle ilgili önemli bir ayrıntı var ki o da bu cümlelerin sahibinin M.Ö. 8. yüzyılda yaşamış olan filozof Hesiodos’a ait olmasıdır. Acaba bu Z kuşağı denilen güruh Yunan’ın bir oyunu mu yoksa! Elbette değil. Onlar da bu toprakların, bu milletin içinde yetişmiş fakat ebeveynlerinin onları anlama çabasının yetersiz kaldığı asi gençlerdir. Hesiodos’a geri dönecek olursak sosyolog ve eğitimci Erol Erdoğan hocamızın yazdığı N’apsak Bu Gençleri? kitabının 41. sayfasında bulunan bir ifadeye yer vermek istiyorum:
“Ne de olsa her çağın Z kuşağı diye yaftalanan bir nesli var. İşte bunun için Z kuşağı diye söze başlayarak her şeyi bir çırpıda söyleyip gençleri anlamama yarışına girmemeliyiz. Gençler şu dünyada yapıp edegeldiğimiz yanlışlar silsilesinin günah keçisi değildir.”
Sadece gençlerin değil, çocukların ve yetişkinlerin bile anlaşılmaması sosyal hayatını olumsuz yönde etkilemesine sebep olur. İnsan, fıtratı itibariyle sosyalleşmeye, birlik ve beraberlik içerisinde olmaya muhtaçtır. Bu beraberlik veya toplumsal birlik içerisinde önemli olan bir diğer unsur ise söylemlerdir. Yine kitabın 14. sayfasında şöyle geçer:
“Sadece kelimenin değil; bakışın, susuşun, ses tonumuzun, süzüşün, işaretin, duruşun, el kol hareketleri ile vücut dilimizin farklı anlamları vardır. Söz dili olduğu gibi hal dili de vardır.”
Gençlerle iletişim kurarken yapılan en büyük hatalardan birisi de yukarıda sıralanmış ifadelerin eksik veya yanlış kullanılmasından kaynaklanıyor. Mesela; ‘Çoluk çocuk, işte ergen, aman canım gençler ne bilecek, gençler ne anlar…’ gibi söylemler gençleri demoralize eden seslenişlerdir.
Çağımızın en büyük problemlerinden birisi, onları dinlemeden, söylemlerin, yargıların hedefine gençleri koymaktan geliyor. Belki o genç okuyor, eleştiriyor, geniş bakıyor ve meseleleri gerçekten takdir edecek şekilde ifade edebiliyordur. Dinlemeden bilemezsiniz. Dinleyelim, hatta dinlettirelim. “Bir genç var şu konu üzerine çok güzel tespitler yapıyor” diyerek onure edin. Ne kaybedersiniz? Aksine çok şey kazanırsınız. Hatta topluma birileri veya ebeveynleri tarafından dinlenilmiş, düşüncelerine saygı gösterilmiş ve toplumda yer verilmiş küskün olmayan bir genç kazandırmış olursunuz. Diğer türlüsü olursa işte şöyle Z kuşağı kötü diyerek üç maymunu oynamaya ve mesnetsiz eleştirilerle gönül kırmaya devam edersiniz. Kitabın 16. sayfasında şöyle geçer:
“Hepimizin, özellikle yetişkinlerin ve yaşlıların gençlik tasavvurlarını sahihleştirmek için aynaya bakma zorunluluğu vardır.”
Galiba burada yazarımız Erol Erdoğan’ın okuru yönlendirmek istediği nokta; ebeveynlerin istedikleri gençlik tasavvurunun, ne kadarını kendi gençliklerinde geçirmiş olduklarıdır. Yaşanılan teknolojik çağ içerisinde sadece gençlerin teknoloji kölesi olduğunu iddia eden fakat gününün yarısından fazlasını sosyal medyada geçiren ebeveynlerin varlığını elbette biliyor, hatta bizzat şahit oluyoruz. Fakat iş eleştirmeye ve çağın günah keçisi olarak atfedilmeye gelince, aynı ebeveynler oklarını gençlere çevirmekten de hiç geri durmuyorlar.
Kitabın ‘Gençlere Yönelik Olumsuz Yargıların Kelimelere Yansıması’ kısmında doğrusu bilinen ama kimsenin doğruya yanaşmak istemediği yanlışlar bir bir anlatılıyor. Yirmisini geçmiş gençler için ‘çocuk’ tabirinin kullanılması bu yanlışlardan birisidir. 23 sayfada şöyle geçer: “Çoluk çocuk diyorsun ama hepsi çocuk yaşını aşmış, artık onlar genç, hatta yetişkin.” İfadelerini bir yöneticiye karşı kullanan Erdoğan, ‘çoluk çocuk’ ifadesizliğinin altında yatan esas ifadenin gençleri tecrübesiz olarak görmelerinden kaynaklandığını ifade etmiştir. Gençler tecrübe edinsin diyerek onlara iş vermek, belirli konumlara getirmek esas tecrübeyi kazandıracak adımlardır. Fakat gençlere alan açmayıp onları tecrübesizlikten eleştiren biz yetişkinlerin “Biz gençler için ne yapabiliriz?” bunun üzerine de ayrıca yoğunlaşmamız gerekir. Ya da kitabın girişinde de yer alan Merhum Sezai Karakoç’un şu dizeleri ile seslensek bizi bu kimseler duyarlar mı? “Bu dünyada olup bitenlerin olup bitmemiş olması için ne yapıyorsun?” Çoluk çocuk ifadesi, tecrübe bakımından yetersiz görmenin, küçümsemenin lisana yansımış halidir. Çocukluğa yüklenmiş mutlak kusurluluk tanımının günümüzde gençler için kullanılıyor olması gençler açısından onur kırıcı atmosfer oluşturmaktadır. Sevgi ve şefkat barındıran kelimeler kullanmak yerine onlara karşı kullanılan horlama, aşağılama söylemlerinden vazgeçilmesi gerekmektedir.
Toplumda ve özellikle gençler üzerindeki değişimi, dönüşümü anlamak için öncelikli olan doğru bir analizin yapılması gerektiğidir. Ezbere yapılan konuşmalar, kendisinden otuz yaş küçük gençleri kendi yaşadığı zaman dilimiyle ve atmosferiyle yargılamak doğru analiz yapılmasına en büyük engeli koymaktadır. Öyle ki kitapta tartışılan zamanelik mefhumu için s. 35’te “Şimdiki gençlere bakıyorum, hazıra konmuş gibiler” söylemine yer verilmiştir. Toplumun zihin dünyasını anlatan bu ifade yetişkinlerin belki de çoğunun üzerinde durduğu bir noktadır. Kuşak bir diğer tabirle jenerasyon demek. Z kuşağının kapsamı ise 1990'ların sonları ve 2010'ların başlarında doğanlar olarak kabul edilir. Gençlik üzerine yapılan eleştirilerin çoğunluğu Z kuşağı olarak isimlendirilen kesime yöneliktir. Kitabın 39. sayfasında şöyle geçer: “Z kuşağının özellikleri sayılırken teknoloji, bireysellik, özgürlük gibi kavramlar öne çıkmaktadır… Aile ve gelenekten koptukları, tecrübeyi önemsemedikleri ve çabuk sevip kolay vazgeçtikleri… gibi şeyler yer almaktadır.” 37. sayfada ise şöyle geçer: “Nesiller arası çatışmaların en görünür tezahürü olarak ortaya çıkan bu kuşağın karşılaştığı problemler vardır. Hiçbir neslin gelecek nesilleri kendi iradesi ile bağlama hakkı yoktur.” Bu eleştiri kuşak çatışmalarının önünü kesecek türdendir. Zira yukarıda da bahsettiğimiz gibi gençleri hazıra konmuş, tecrübesiz görmek hatta yetişkinlerin kendi dönemi ile kıyasladığı ön yargılar silsilesi ancak bu söylemin hayata geçirilmesiyle ortadan kaldırılabilir.
Hal dili olduğu gibi söylemlerinde büyük öneme sahip olduğunu ifade etmiştik. Bu söylemlerden birisi ise ‘ergen’ ifadesidir. 44. sayfada şöyle geçer: “Ergenlik, arayış dönemidir. Arayış iyidir, sormak iyidir. Öyle anlarda doğru rehberlik gerekir.” Bu dönem bireyin hayatını şekillendirecek önemli eşikler atlatacak bir dönemdir. Dolayısıyla doğru rehberlik ve önderlik yapılmaya muhtaç olunan bir evredir. Rehberlik, önderlik etmeden önce problemin doğru anlaşıldığından ve doğru rehberlik edildiğinden emin olunması gerekir. Eğer ki yanlış bir yöne çevrilir ve fırtınalara kapılıp hırpalanırsa o zaman da hiçbir yetişkinin eleştirmeye hakkı dahi olmamalıdır. Yoksa diğer türlü yazarımızın da kitabında bahsettiği gibi “Övmeye gelince ‘Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’ dövmeye gelince ‘Eşek kadar oldun’ ” gibi bir tezatlığın içerisine düşülmüş olunur. Bu da gençleri yetişkinlere karşı samimiyet sorgulamasına kadar götürebilir.
Genç kelimesi Osmanlıca sözlüklerde ‘gömülü hazine’ olarak geçmektedir. Sadece hazine olarak değil, gömülü olarak tarif edilmesi muazzam bir tanımdır. Çünkü gençler keşfedilmeyi bekleyen ve içlerindeki mücevherleri çıkarmasına yardımcı olacak cesareti aramaktadır. Kitabın “Öncülerin İdeal Gençlik Kavramsallaştırmaları” bölümünde eski büyüklerin, öncülerin gençlere verdiği kıymetin lisana nasıl yansıdığını görmekteyiz. Sezai Karakoç- Diriliş Nesli, M. Akif Ersoy- Asımın Nesli gibi önemli ve samimi seslenişler günümüze kadar gelmiştir. Fakat bazı yetişkinler, ebeveynler; gençler üzerinde halen bir ön yargı içindedir. Bu ebeyveynlerin, onları aşağıladığının bile farkında olmadan onlara argo tabirlerle seslenmeleri, gençleri motive etmemektedir. Yazının giriş kısmında kitaptan alıntı yaparak bahsettiğim, 8. üzyılda yaşamış Yunan filozofu Hesiodos’un gençler üzerinden umutsuz seslenişine 21. yüzyılın günümüz Türkiye’sinden okuyarak şahit olduk.
Kitapta yer alan “Gençleri Nasıl Tanımlayalım, Onlara Nasıl Seslenelim?” (s.107’de) kısmında ise yazarımız bizimle önemli bir diğer ayrıntıyı paylaşmıştır: “Eskiden dede ve nine ile torunlar arasında olan kuşak farklılığı artık, anne ve baba ile çocuklar arasında hatta büyük kardeşle küçük kardeş arasında görülüyor. Modernleşme, bireyselleşme ve en sonunda dijital dönüşümle birlikte kuşak farklılığının derinleşmesiyle belirginleşen “anlamama” hali en hızlı biçimde kelimelerimize yansıyor.” Bu ifadeler demek oluyor ki öncelikli olarak bütün ezberlerden vazgeçilmesi gerekiyor. Bireysellik ile yaşayan gençlerin teknolojik çağ ile daha da bireyselleştiği eleştirisi haklı bir şekilde belki yapılabilir fakat anlamaya çalışmadan eleştirmek kimseye fayda sağlamaz. Olumsuz yargılardan bazılarına ise kitap da aşağıdaki gibi yer vermiştir.
Gençler Okumuyor
Büyükler okuyor mu sanki? Hayır. Hemen hemen çoğunluğu yaşam tecrübelerinin arkasına sığınarak okumanın fayda veya çok yönlü bakış açısı kazandıracağına dair bir düşünceleri yok. Çünkü yaşanmışlık, tecrübeler her şeye yeten şeylerdir. Ama eleştiriye gelince; okumayan, gençlerdir.
Gençler Çok Asosyal
Kimi genç fıtraten kimisi ise istemeden teknolojiye bağımlı hale gelerek asosyal bir yapıya bürünüyor. Fakat bu ifade genelleme yapılarak tüm gençlere yönelik söylendiği vakit haksızlık edilmiş olur. Çünkü gençler çok yönlü sosyal çevre içerisine giriyor, buralardan aldıkları öğütler ve iletişimsel beceriler ile kendilerini geliştirmeye çalışıyor. Asosyal dediğiniz gençler arasında daha 18 yaşında olup uluslararası münazara turnuvalarına çıkarak derece alanlar da vardır. Diğerlerini eleştirdiğiniz kadar bu gençleri de över ve desteklerseniz o zaman yönünü yanlış tarafa çevirmiş olan gençlerde özenerek veya isteyerek asosyal genç olmaktan kurtuluverir. Gördüğünüz gibi iş yine ön yargılardan sıyrılmış bir lisan ise gençleri kucaklamaktan geçiyor.
Gençler için çalışma yapan sivil toplum kuruşlularının içerisinde gençlerden kimse yer almazsa o oluşum ya da sivil toplum yok olmaya mahkûmdur. Bu konuda iddialıyım çünkü lise yıllarından beri bazı sivil toplum kuruluşlarının yönetiminde, gönüllü olarak ya da proje koordinatörü olarak çalışma fırsatı buldum. Tecrübelerime ve kıymetli büyüklerimin bu konudaki tespitlerini okuyup, dinlediğimde bu konudaki fikrim daha da kesinleşti. Gençlerin ne istediğini, hangi şekilde gençlere yakınlaşacağını ancak bir genç (daha iyi) bilebilir. Bu yüzden bu tarz kurumlarda gençlere yer verilmemesi sağlıklı çalışmalar ortaya çıkarmaz. Çıkarsa bile şahsî kanaatimce çokta samimi olmaz. Gençlerin karar alıcı STK mevkilerinde olması gençlik ile iletişimi daha da kolay sağlamaya yardımcı olacağı gibi daha fazla gence ulaşmaya yardımcı olur. Fakat günümüzde yine de hamd olsun eskiye nazaran gençlere yer verilmeye başlandı. Peki halen gençlere yönelik ön yargılar var mı? Elbette var. Galiba bu hastalıktan kurtulmamız biraz uzun sürecek. Bu ön yargılar yine genellikle gençleri tecrübesiz görmekten kaynaklanıyor. Z kuşağı diyerek kimi zaman küçümsenen gençlerin aslında bu tarz kurumlarda yer alması gerektiğini bilen yöneticiler bile gençleri karar alma mekanizmalarına dâhil ederken yine de soru işaretleriyle hareket ettiğine bizzat şahit oldum. Gençler karar alma mekanizmalarında var gibi görünüyor ama gün sonunda bazıları için ‘büyükler ne derse o’ aşamasına kadar gelinebiliyor. Gençlerin özgür iradesine, fikirlerine ve önerilerine yeri geldiğinde maalesef sünger çekilebiliyor. Gençleri sadece saha elemanı olarak gören ve bu alanda kalmasını isteyen anlayışlar da elbette mevcut. Fakat gençler artık bunu istemiyor. ‘Sahada da olabilirim, yönetim mekanizmasında da, projelerin içerisinde de. Çünkü ben fikirlerini ifade edebilen toplumun bir ferdiyim.’ diyerek yanlış yaklaşımlara karşı da çıkıyor. Elbette ki burada saygıyı, tevazuyu asla ama asla elden bırakmamak gerekiyor. Koca bir kavga ringine dönmüş şu dünyada bizi farklı kılacak duruş tam olarak budur.
Gençler üzerinde baskıcı olup onların düşüncelerini yönlendirmek yerine “düşünce yapılarının serbest bırakılması (s. 128)” gerekmektedir. Z kuşağının ne denli önemli olduğu son zamanlarda anlaşılmış ve -bu sebeptendir ki- tüm siyasî partiler bu kesim üzerine politikalarını yoğunlaştırmıştır. Çünkü Türkiye genç nüfusu fazla olan bir ülkedir.
Vatandaşa geldiğimizde ise onlar gençlerin yeteri kadar sıkıntı çekmediğinden şikâyetçidir. Gerçekten öyle mi diye düşünüyor insan ama sonrasında şöyle bir kanıya varılıyor. Sıkıntı çeken çok büyük bir nesil var, evet. Fakat şimdiki genç nesil de sıkıntı yaşamıyor değil. Sıkıntıların şekilleri, boyutları değişti. Ailesi tarafından umursanmamak bir genç için en büyük sıkıntıdır mesela. Ya da kendisinin teknoloji bağımlısı olduğu iddia edilen ve bu yönde sürekli azarlamaların hedefi olan fakat akşam ebeveynlerinin elinden telefonları düşmediği için onlara iki kelam edemeyen gençlerin yaşadıkları da büyük sıkıntıdır aslında.
Gençler için çalışma yapan ya da yapmaya çalışan yetişkinlerin arkasına saklandığı bir cümle var. O da “gençlere ulaşamıyoruz! (s.171)” cümlesidir. Ebeveynler ve Z Kuşağı arasındaki iletişim krizi için ise “Her iki taraf da birbirlerine ulaşamadıklarından şikâyetçi (s.174)” olduğunu görüyoruz. Gençlerin dilinden anlamıyoruz diyerek bu sığınağı daha da güçlü hale getirmeye çalışanların varlığını biliyoruz. Tam da burada sormamız gereken önemli bir soru var: Gençleri anlamaya çalışmak yetmez, onların diline hâkim olmak, okuduklarına bir göz atmak, izlediklerini incelemek ve buralarda ortak bir nokta bulmak gerekmez mi?
Kitabın son kısmında ise son söz olarak gençlere nasıl yaklaşılması ve ne yapılması gerektiği konularındaki öneriler okuyucular ile paylaşılmıştır. “Gençleri sürekli kendilerine nasihat edilmesi gereken… kötü tabiatlılar olarak düşünmekten kendimizi alıkoyalım (s. 205).” Bu tavsiyeyle beraber söylemlerin yapıcı ve hal dili ile desteklenmesi gerektiği konusunda da artık hemfikir olmuşuzdur. Hataları, kusurları olan gençleri azarlamak yerine onların eksiklerini tamamlamaya çalışılmak esas kazanımı sağlayacaktır. Ve yetişkinlerin şuna inanması lazım; değişim birden olmaz. Kafanızdaki gençlik tasavvurunuz sizin kendi düşüncenizdir. Karşınızdaki genci birebir düşüncenizle aynı hale getirmeniz mümkün değildir. Biraz sabır ve biraz da anlayış, oluşacak samimiyet iklimini kuvvetlendirecektir. Gençleri anlamak isteyen yetişkinler veya ebeveynler sadece söylemde kalmayarak sorumluluk almalı ve gençlerin yöneldikleri alanlar hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Elbette okunmalı, dinlenmeli fakat iş hayatında, sosyal hayatta onlara alan açılarak gençlerin tecrübe edinmelerini sağlamak, yaşayarak öğrenmelerini sağlayacaktır. Çünkü yaşamak tek başına olmasa bile en büyük öğretmendir. Gençler, yetişkinlerin bırakacakları dünyayı şekillendirecek, ümmete, doğaya fayda sağlayacak, inançlı, samimi bir duruş ile yolculuğuna devam edecektir. Arada olan istisnalara takılıp bunları genelleyerek gençleri toplumda en problemli varlıklar olarak görmek kimseye fayda sağlamaz. Batarsak beraber batarız, çıkarsak beraber çıkarız. Eleştirmeden önce, anlama çabasına giren ve gerçek samimiyet ile yol yürüyen gençlerden, yetişkinlerden olmanız duasıyla.