Her gün yüzlerce fotoğraf ve hareketli görüntü, insanlığın içinde bulunduğu sefalet ve şiddeti gözler önüne seriyor. Fakat bu bizi gün geçtikçe daha az etkiliyor. Her birimiz samimi olarak kendimizle yüzleşelim. Gazze’de bir açık hava hapishanesinde yaşayan Filistinlilere, 12 Ocak 2010’da Haiti’de meydana gelen depremde ölen yüz binlere, biraz daha eskiye gidelim, 1989’da Ruanda’da iki kabilenin dünyanın gözleri önünde birbirini katledişine... Tüm bunlara, evet üzüldük. Ama tepkimiz, o görüntülerdeki vahşetin hak ettiği kadar değildi.
“Peki neden?” diye soralım Virginia Woolf’un sorduğu gibi biz de:
Biz canavar değiliz, peki insan olmamıza rağmen neyle ilgili bu tepkimiz ya da tepkisizliğimiz? Woolf’un cevabı, bu başarısızlığın tahayyülle, empatiyle ilgili olduğu yolundaydı. Tahayyülü ve empatiyi iptal eden ise acıya seyirci olmamız ve görüntü bombardımanı altında kaldığımız için gördüklerimize yabancılaşmamız. Çünkü gerçeğin muhayyilemize transfer edilebilmesini sağlayan süreç, aşırı görüntü üzerinden yok oluyor.
Her şeyin tele-vizüel hâle gelmesi, görüntüyü gerçekten koparan bir işlev görüyor. Bir taraftan gördüklerimizin gerçekliğini hissedemez oluyoruz, Gazze ve Filistin örneğinde olduğu gibi; diğer taraftan ise gördüğümüz her şeyin “gerçek” olduğu fikri ile aldatılıyoruz. Reality show diye bilinen program türleri bu aldatmanın gerçekleştiği zeminlerdendir. Mesela ekonomik kriz nedeniyle ucuz program peşinde olan televizyon kanallarının çok rağbet ettiği “Yemekteyiz” gibi programlar… Oradaki, “Ayşe Hanım”ın hayatının kendi gündelik hayatımızdan daha gerçek olduğu inancı hâsıl oluyor bizde. Magazin programlarının müdavimi olan starların hayatlarına, evlilik veya yemek programındaki Ali Bey, Ayşe Hanım da dâhil olunca, bu görsel hayatlar kendi hayatlarımızdan daha gerçekmiş gibi görünmeye başlıyor.
“Aman canım, film işte” yargısı söz konusu değil artık. Tam aksine, bu görsel hayatlarla karşılaştırıldığında kendi gündelik hayatımız basit görünmeye başlıyor. 2004 yılında “Gelinim olur musun?” yarışması katılımcılarından Semra Yücel, bu yer değiştirmenin en bariz örneklerinden biridir. Semra Hanım, oğluna gelin beğenen çaçaron kaynana rolünü oynadığı bir yarışmada sergilediği imajını, hakikati yaptı hayatıyla. Yani gerçeği, görüntüsünün/televizyondaki imajının bir kopyası hâline geldi. Gerçek hayatında daha önceden nasıldı hiç bilmedik ama şöhret basamaklarını hızla tırmanıp aynı hızla unutuluşun çukuruna düşüşüne tahammül edemeyen ve intihar eden oğlunun ardından ekranlara konuk olan Semra Hanım, yarışma öncesinin “annesi” değil, Kaynana Semra Hanım’dı. “Gerçek Semra Hanım” diye biri var mıydı? Yoksa biz gerçek ile fantezi, orijinal ile simülasyon arasındaki çizgiyi ayırt edemez hâle mi geldik? Bu örnek, gerçek ile imajın yer değiştirme/kaynaşma/eklemlenme ilişkisi içinde olduğunu gösteriyor. Yani Zizek’in işaret ettiği gibi kurgu, “gerçekten ayrıştırılamaz” bir hâlde artık.
Bu örnekler de gösteriyor ki, çağdaş telekomünikasyondaki gelişmelerin, siber uzay, internet, cep telefonu, web kamera gibi yeni tekniklerin hayatımızı nasıl değiştirdiği; gerçeklik algımızda, anlam dünyamızda nelere yol açtığı ciddiyetle ele alınmalıdır. Gerçi teknoloji ve insan arasındaki ilişki kadim bir ilişkidir. İnsanın aletle ilişkisinde, zamanımızdaki tecrübeyi geçmiştekinden farklı kılan husus, aletin insana galebe çalmasıdır. Böyle bir tespit yapıyor pek çok sosyal bilimci. Aletin insan için olduğu ve ahlâkî çerçevenin/dinin, insanı merkeze alarak aleti sınırlandırdığı bir durumdan, aletin her şeye egemen olduğu bir döneme doğru geçiş yaptık. Pek çok bilim kurgu filmi, bunun nereye doğru evrilebileceğinin işaretlerini veriyor. Matrix, Ben Robot, Yapay Zekâ vb. sinema filmleri makine-insan arasındaki sınırın aşılmasının ve makinelerin insan hayatına ve aklına hâkim olma ihtimalinin bizi nasıl bir dünya ve hayatla baş başa bırakacağını konu alıyor.
Bu anlamda kameranın insan hayatına girişiyle birlikte görme-görülme gibi felsefi boyutu da olan kadim meselelerin, mahremiyet-ifade hürriyeti gibi hem eskiden beri var olan ama aynı zamanda çağdaş insan hakları diline de tercüme edilebilecek sorunların nasıl bir değişim geçirdiğini tespit etmek önemli.
Görme ve görülmenin metafizik bir boyutu vardır esasında. Mesela, Yaratıcı’nın görüntü ile temsilinin yasaklanmış olması, doğrudan bir gönderi ile değil, semboller yoluyla temsil edilebilmesi de hakikat-görüntü arasındaki ilişkiyi metafizik ve felsefî boyutta açıklayıcı bir örnektir. Hem Kitâb-ı Mukaddes’te hem Kur’ân’da anlatılan bir kıssa vardır. Hz. Musa, Tanrı’yı görmek ister. Kitâb-ı Mukaddes’teki kıssaya göre Tanrı tecelli edince çalı yanar; Kur’ân’daki kıssaya göre ise tecelli, dağın parçalanmasına yol açar. Yani Hak, görüntüye (imaja) hapsedilemez.
MAHREMİYET/ÖZEL HAYAT
Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, 2010 yılında verdiği bir mülakatta sosyal medyada mahremiyetin geleceği ile ilgili bir soruya, “Mahremiyet artık norm değil” cevabını vermişti. “İnsanlar sadece daha çok ve çeşitli bilgiyi paylaşmakla kalmıyor, daha çok insanla ve daha açık bir şekilde paylaşıyorlar ve bundan memnunlar.”
Eskiden özel diye nitelenen pek çok bilgiyi paylaşıyorlar artık insanlar. Yeni mecralar, mahremiyetin tanımını değiştirerek “kendini sergileme”yi âdeta normalleştiriyor. Çünkü gözetlenmek “katılım”ın gerekli bir parçası. Orada olmak, dâhil olmak için bir miktar gözetlenmeyi göze almak gerekiyor.
Eskiden açığa vurulmadıkça pek çok şeyin özel olduğu düşünülürdü. Şimdi ise özel olduğu ispatlanıncaya ya da belli çabalarla tescilleninceye kadar pek çok bilgi ve belge kamusaldır kabulü var.
Peki, nedir eskiden ortaya konulmayan, gizlenen, ulaşılması yasak olan, izin verilmeden yaklaşılmaması gereken, korunan, kişiye özel olan ve şimdilerde ise ortaya saçıldığı, ihlal edildiği söylenen bu “mahrem” ya da “özel/kişisel”?
Mahremiyet, üzerinde konuşulması zor bir konu. Çünkü kültürel ve tarihsel olarak farklı katmanlarda farklı tanımlar ve anlamlar kazandığı gibi mekânla, cinsiyetle de bağlantılı. Mahremiyetten bahsederken modern toplumdaki özel/kamusal ayrımının tarihinden günümüz iletişim teknolojilerinin bu ayrıma ve mahremiyet tanımına yaptığı etki ve katkılara dek pek çok boyutu hem ihatalı hem de derinlikli bir şekilde ele almak gerekir. Çünkü özel yaşam dediğimiz şey, zamanla ve mekânla değişen bir niteliğe sahip. Aynı zamanda dinî ve kültürel farklılıklar, özel yaşamın ve mahremiyetin çerçevesi üzerinde etkili.
Mesela İslâm’a göre, insan hiçbir zaman yalnız değildir; Allah insana şah damarından daha yakındır. Yani insan mutlak, saf bir gizlilik ve mahremiyeti tecrübe edemez. Sadece yapıp ettikleri değil, düşünce ve duyguları da Allah için aşikârdır.
Fakat İslâm, insanın mahrem alanına da özel bir önem atfeder. Mahremde hem yakınlık hem de yasak anlamı iç içedir. Yaklaşılması bile yasak olan haram kavramı ile korunmuş, gizli, kişiye özel gibi anlamları olan mahrem kelimesi aynı kökten gelir. Batı hukuk literatürüne girmeden yüzyıllar önce, İslâm hukukunda kişinin özel hayatına dair bir bahis mevcuttur. Evin mahremiyeti ve dışarıdan müdahaleye kapalı oluşu bu önemden kaynaklanır. Başkalarının özel hayatını merak etmek, bu bilgileri paylaşmak, anlatmak hem ahlaken hoş görülmemiştir hem de bu eylemlerin hukukî yaptırımları vardır.
Dışarıdan müdahaleye karşı korunurken, kişinin kendi mahremiyetini muhafaza etmesi, yasak olanı sergilememesi, gizli olanı açığa vurmaması, özel olanı ifşa etmemesi gerekir. Bu fıkhî bir gerekliliktir ama aynı zamanda terbiyevî boyutuyla tasavvuf literatüründe de önemli bir yeri vardır. Pek çok tarikatta kişinin kemale erebilmesi için “görünme”mesi, kendini sergilememesi, “sır”rı faş etmemesi temel tavsiyelerden biridir.
Bu bakımdan Müslüman bir toplumun yeni teknolojileri benimserken, mahremiyet, görme-görünme, teşhir ve ifşa gibi meseleleri algılayışında ve uygulamada nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözlemlemek ayrıca dikkat çekici bir önem arz ediyor.
Özel ve kamu ayrımı Doğu’da da Batı’da da çok eskiden beri var olan kavramlardır. Yunan filozofları, siyasetin “kamusal” faaliyet alanı ile aile ve hane hayatı ile ilgili özel alanı birbirinden ayırmışlardır. Özel ile ilgili modern incelemeler ise daha yenidir. Mesela George Simmel “özel”i, “başkalarının yanında itkileri kontrol etme, insanların birbirlerinden ayrı oluş ve karşılıklı bilme dereceleri” olarak açıklar. Özel olana dair yazılanların büyük bir bölümü “kontrol” ile alakalıdır; kişinin kendisine ulaşılmasını kontrol etmesiyle alakalı görülür özel.
Mahremiyet benliğin inşasında, bireysel özerkliğin sağlanmasında ve başkalarıyla yakın ve kişisel ilişkiler kurabilmekte merkezî öneme sahip bir şey olarak tanımlanıyor günümüz akademik literatüründe. Aynı zamanda güçlü ve demokratik bir toplum için de mahremiyet şart kabul ediliyor. Akademik söylem bunu vurgularken, gerçek hayattaki bulgular bunun tam tersi bir uygulamayı işaret ediyor. Günümüzde çoğu kişi için özel hayat, korunması ve muhafaza edilmesi gereken bir değer olmaktan ziyade, şöhret ve bilinirlik karşılığında verilebilecek bir toplumsal bedel gibi görülüyor. Reality TV’ler, sosyal mecralar, bloglar ve mobil telefonlar, insanların mahremiyetlerini ifşa, özel hayatlarını teşhir ettikleri yeni kanallardır.
YENİ İLMİHAL
Müslümanlar nefis terbiyesinin temel ilkesinin az konuşmak olduğunu, ayıpların örtülmesinin temel ahlak kaidesi olduğunu, kendini övmenin en büyük ahlak zaafı ve “görünme”nin de “olma”nın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu kabul ederler. Bu kabullere rağmen Müslümanların, görmenin ve görünmenin hiyerarşisini değiştiren yeni teknolojileri sorgulamaksızın ve hiçbir filtre ya da kasis koyma gereği duymaksızın hayatlarına dâhil ediyor oluşu, zamanımızın en çelişkili ve en eklektik durumudur.
Yeni teknolojinin çerçevesi ve bu çerçeve içinde nasıl bir ahlâkın tesis edileceği ile ilgili daha derinlikli düşünebilmek için, sadece ulusal ya da uluslararası güvenlik ya da kişinin özel hayatının korunması çerçevesiyle sınırlı bir değerlendirme yapmak yeterli değil. En azından biz Müslümanlar için... Her davranışını sergilenecek, gösterilecek bir kayda dönüştürmenin, kişinin amelî durumunu ve hayat tasavvurunu nasıl etkiliyor olduğu meselesi ilmihalimize dâhil olmalı.
STATÜMÜZÜ “FACEBOOK”A SATTIK
Facebook, Instagram’ı yeni satın aldığında nasıl para kazanacağı konusu çok tartışılmıştı ama bir türlü açıklığa kavuşmadı. Bu çoğumuzun umurunda olmadı gerçi. Bizden para talep edecek değildi ya! Zenginin malı züğürdün çenesini yorar. Biz paylaşmaya devam edelim. Sen paylaşmazsan, ben paylaşmazsam nasıl içeriğe kavuşur bu Web 2.0 ortamı.
“Beni sizler yarattınız”, bir dönem sahne starlarının alkışlara teşekkür kabilinden kurduğu ve “Müşteri velinimetimizdir” esprisine karşılık gelen en klişe cümleydi. Günümüzdeyse şov dünyası o kadar genişledi ki sahne izleyiciyi de kapsıyor âdeta. Reality showlarda, reytingin yönlendirdiği televizyon programlarında seyircinin/müşterinin bu içerik katkısını pek bariz göremiyoruz belki. Ama medyayı en geniş hâliyle, eğlence ve enformasyonu da içine alan tanımıyla ele aldığımızda, bu durumu daha açık ortaya koyan örneklerle karşılaşıyoruz. İzleyen ile izlenenin birbiri içine geçtiği bir gösteri çağındayız. Hatta sosyal paylaşım siteleri izleyici-izlenen arasındaki sınırı ortadan kaldırmakla kalmıyor, üretici-tüketici ayrımını da belirsizleştiriyor.
Milyonlarca insan kendileriyle ilgili kişisel bilgileri, görüntüleri paylaşmasa Facebook diye bir ortamdan bahsedebilir miyiz? Wikipedia’yı ve benzeri ortamları oluşturanlar, karşılıksız madde yazanlar. You Tube milyarlarca insanın kendi kameralarıyla çektikleri ve hiçbir karşılık talep etmeksizin sisteme yükledikleri videolardan oluşuyor. Bir de mesela bir gangnam dansının videosunu bir milyar kez tıklayarak/izleyerek reyting üzerinden ortama katkıda bulunanlar var.
Tabii ki teknik olarak ortamı ilk başta kuran ve bunun devamlılığı için gereken bir sermaye var. Ve bu kurucu sermaye, kullanıcılara hiçbir ücret talep etmeksizin servis imkânı sunarken, ortamı “ürün”lerle doldurmaları karşılığında da onlara herhangi bir ödemede bulunmuyor. Şimdi bu durumda klasik iktisadî terimlerle düşünecek olursak kim üretici, kim tüketici?
“Üretici”, mesela Facebook’un ya da Google’un sahibi, belli bir yatırım yapmış olduğu hâlde ürününü/servisini ücretsiz tüketime sunuyor. Bu durumda ne karşılığında satmış oluyor? Kullanıcılarsa siteye hiçbir ödeme yapmaksızın enformasyon, eğlence, en çok da paylaşım ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Peki bu aldıkları hizmeti neyle ödüyorlar? Ya da tam tersine, ortama yükledikleri ve o ortama marka değeri kazandıran bilgiler karşılığında bir ödeme talep etmeleri gerekmez mi? Nihayetinde bilgi en kıymetli mal değil mi kapitalizmin bu enformasyon çağı aşamasında?
Paylaşım sitelerinin müdavimleri, “İçerik kraldır ve bu içeriği oluşturanlar da zaten sizlersiniz” denilerek avutuluyorlar. Ama böyle bir avutma olmasa da sanki alan razı, satan razı bir konum söz konusu. Mesela Abant İzzet Baysal Üniversitesi son sınıf öğrencisi Asuman’ın Facebook sayfasında bir gelinlik firmasının reklamı yer alıyor artık. Çünkü bir ay kadar önce nişanlandı ve statüsünü “nişanlı” olarak değiştirdi. Ama o ekonomi okumuş olmasına rağmen statüsü ile reklam arasında herhangi bir bağlantı kurmadığı gibi “Ay, tam da ihtiyacım olan şeyler” naifliğinde bakıyor meseleye.
Esasında dijital çağın, üretici ve tüketici kavramlarını değiştirdiğini, hatta yeni bir kapitalizm türüne geçit verdiğini bile söyleyenler var. Bu konuya ilk dikkat çeken ve üretici ile tüketiciyi bir kelimede birleştirerek prosumer (producer+consumer) diye yeni bir kavram öneren 1980’li yıllarda Alvin Toffler’di. Kavramı internet bağlamında tekrar tedavüle sokup güncelleyen ise George Ritzer.
Ritzer’i Türk okuyucu Toplumun Mc Donaldlaştırılması adlı kitabıyla hatırlayacaktır.[1] Üretimin ve tüketimin standartlaşmasının toplumsal yansımalarına dikkat çekiyordu bu çalışmasında. Dünyanın neresine giderseniz gidin aynı lezzette hamburger yemenin ötesinde, ekonomiden sosyal hayata, standardizasyonun sembolü olarak yer veriyordu fastfood sektörüne.
Son çalışmasında ise fastfood endüstrisinin üretim-tüketim tarzının, dijital ortamdaki yeni medyalara uyarlanıyor olduğuna dikkat çekiyor. Fastfood restoranlarda kendi servisinizi yapmanıza benzer bir şekilde, internet ortamında da ürünü ortaya koyan tüketicilerden bahsedebiliriz diyor Ritzer: Hem üretici hem tüketici, yani prosumer.[2]
İnternetin bu yeni üretici-tüketici tipi, kapitalistler için çok cazip bir kitle. Çünkü onlar olmasa zaten Web 2.0’ın siteleri işlevsiz kalır. Çünkü bu sitelerin çoğunda “iş”in kendisi “kalabalık kitle” tarafından yapılmadıkça sitenin bizatihi var olması mümkün değil. Mesela You Tube’u düşünelim: O kadar farklı ülkeden ve gündelik hayattan video yüklenmesi, klasik şirket mantığı içinde ücret karşılığı yaptırılarak gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir uygulama.
Zygmunt Bauman, bunun “kendin yap köleliği” anlamına geldiğine işaret ediyor. “Bize söylenen, bütün bu teknolojik araçların ‘kullanıcı dostu’ olduğudur; aslında ticarî kopyalardaki bu çok sevilen cümle daha dikkatli incelendiğinde, IKEA mobilyalarında olduğu gibi, kullanıcının emeği olmadan tamamlanmayacak ürünlerin kastedildiği görülür. Bana kalırsa, kullanıcıların coşkulu bağlılığı ve kulakları sağır eden alkışları olmadan bu ürünün tamamlanmayacağını da eklemek gerekir. Etienne de la Boétie çağımızda yaşasaydı, bunun gönüllü kölelik değil, bir tür ‘kendin yap’ köleliği olduğunu söylemeden edemezdi...”[3]
Bu yeni üretici-tüketici tipi, yaptığı işten oldukça memnun görünüyor. Çünkü bilgilerini Google Documents’a, fotoğraflarını Instagram’a yüklerken, Facebook üzerinden haberleşerek hem kişisel iletişimini sağlayıp hem yaptığı işle ilgili bağlantılar kurarken, You Tube’da videolar seyrederken hiçbir ücret ödemiyor. Ama esasında kişisel olarak değilse bile bu üretici-tüketiciler bir yekûn olarak bakıldığında önemli bir ödeme yapıyorlar:
1. Bu “bedava” hizmetleri alırken maruz kaldıkları reklamlar doğrultusunda alışveriş yaparak.
2. Reklamların hedefi olacak altın değerindeki kişisel bilgileri söz konusu sitelere gönüllü bir şekilde vererek.
Geleneksel medyada reklamlar kişiye özel değildir. Hâlbuki Web 2.0 ortamı, çeşitli logaritmalarla kişiyi özelliklerine göre bir reklam hedefi hâline getirebilecek kapasite ve teknolojiye sahip. Ne mi demek istiyorum? Mesela Facebook’taki “relationship status”a, yani ilişki durumuna “nişanlı” yazdıysanız, kısa bir süre sonra düğün malzemeleriyle ilgili reklamlara maruz kalacaksınız demektir. Yukarıda bahsettiğim Asuman gibi.
Ya da benim sık sık karşılaştığım gibi, Amazon’dan bir kitap aldıysanız, bu hemen kayıtlara geçer. Ve siteye sonraki girişlerinizde, benzer kitapların reklamları yanıp sönmeye başlar ekranınızda. “Sizin ilgilendiğiniz kitaplarla ilgilenenler şunları şunları aldı”dan başlayıp, benzer kitaplarla ilgili indirim duyurularına kadar pek çok müşteri avlama metodu devreye giriverir.
Yahoo gibi daha genel sitelerde kenarda yanıp sönen reklamların bizim sitedeki faaliyetlerimizle pek ilgisi yok gibidir. Fakat bu reklamların Google’ın yapmakta olduğu gibi bizim geçmişte ziyaret ettiğimiz sitelerle bağlantılı olarak belirlenmesi, bütün paylaşım siteleri için söz konusudur. Kullanıcılar olarak farkında olmadan ödediğimiz en büyük bedel, iş dünyasının bizimle ve tercihlerimizle ilgili oldukça ayrıntılı bilgiye sahip olmasıdır. Paylaşım sitelerine ne kadar çok içerik üretir, ne kadar çok tercih yaparsak bu siteler de bizimle ilgili o kadar çok bilgiye sahip olur. Bu sebeple bu konuya kapitalist sistem çerçevesinde bakmamız gerekir. Facebook da Google da Amazon da Mc Donalds ve IKEA gibi kapitalist kuruluşlar. Bedava hizmet sunuyorlar diye onlara müteşekkir kalmamız gerekmez, ödediğimiz bedel çok büyük, hem de “içeriği oluşturan sizlersiniz” diye öne sürülen “katılımcılık” avuntusuyla bertaraf edilemeyecek kadar.
Diğer taraftan You Tube ve Instagram’ın paylaşımların tıklanma oranı üzerinden reklam almaya başlamasıyla birlikte içerik sahipleri de birer girişimci gibi hareket etmeye başladılar. Mesela özel hayatını periyodik You Tube videosu olarak yayınlayan “şallı” bir genç kız, elinde tuttuğu güzellik ürününün reklamını yapıyor. Yani mahrem hayatını bir veri olarak pazarlamış oluyor. Bu konunun uç noktasına, yani herkesin özel hayatını veri olarak pazarlamaya başlayacağı bir durumun vahametine işaret ediyor Evgeny Morozov:
“Veriler vatandaşlar için para basma makinesine dönüştürülürse, işte o zaman hepimiz girişimci oluruz. Bu, gündelik hayatın en uç noktaya kadar finansallaştırılması anlamına gelir. O zaman insanlar düşünce ve duygularını, kendileriyle ilgili olgu ve olayları paraya çevirmeye kafayı takmaya başlayacak çünkü bunlar açığa çıkarıldığında belki de serbest piyasada alıcı bulabilecektir.”[4]
Morozov’un gelecek zaman kipinde ifade ettiği bu öngörüler günümüzde büyük ölçüde gerçekleşmiş durumda. Byung-Chul Han da teşhir toplumunda “her özne kendi reklam nesnesi” haline gelecek diyordu. Şeylerin ancak görüldükleri zaman bir değer kazanmaları, her şeyin sergilenme ve görünme değeri üzerinden ölçüme tabi tutulması, ileri kapitalizmin bir sonucuydu ve Marksist kavramlarla, yani “değişim değeri” ve “kullanım değeri” gibi kavramlar üzerinden tanımlanamazdı Han’a göre. Zira “şeffaflık toplumu”nda şeyler “varlığını sadece ilgi üretmeye borçludur.”[5] Yeni kapitalizm, görünür, dışsal olanı mutlaklaştırarak, görünmez olanı değersizleştirerek ve hiç ilgi görmediği için onu âdeta yok sayarak kuruyor sistemini. Değişimin hızı içinde, 7/24 daima açık olan sonsuz bir ayartı ve cazibe kafeteryasından nemalanma iştahı içindeki günümüz insanı, görünenin parlak ışığı altında görme yetisini kaybettiğini fark etmiyor bile.
TIKLAMANIN HİJYENİK MESAFESİNDEN
“KRAL ÇIPLAK” DEMEK
İnternetin, herkesin ipliğini pazara çıkaran bir teknoloji olduğu kanaati pekişti, Wikileaks adlı internet sitesinin yayınlarıyla birlikte. Wikileaks Amerikalı diplomatların bulundukları ülkelerle ilgili verdikleri resmî raporların yanı sıra gazete haberlerinden ve siyasî dedikodulardan beslenen kriptoları yani bilgi notlarını da yayınladı (Aralık 2010). Bu notlardan edinilen israf ve sefahat harcamalarıyla ilgili bilgi, Tunus’ta binlerce insanı muhalif eylemlere yöneltti ve ülkeyi yirmi yılı aşkındır yöneten Bin Ali alaşağı edildi. Hiçbir bilgi gizli kalmayacaktı artık çünkü internet kralın çıplak olduğunu haykıran yeni cesur çocuktu bazılarına göre.
Türkiye’de ise farklı yorumlar yapıldı kimin ipliğinin pazara çıktığına dair. Bazılarına göre AK Parti’nin, bazılarına göreyse diplomasisini dedikodular üzerine bina eden ABD’nin ipliğiydi pazara çıkan. Hiçbir bilginin gizli kapılar ardında kalamayacağı, kimsenin iktidarını böyle bir gizlilik beklentisine güvenerek kurmaması gerektiği açıktı. Ama Amerika’nın iktidarı mıydı zayıflayan, yoksa CIA’in bilgi servis ederek yaptığı manipülasyonların, internet teknolojisi kullanılarak yapılan bir güncellemesi miydi karşımızdaki? “Net” için net bir cevabımız yoktu.
Dönemin T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, eteklerdeki taşların dökülmesini beklemekten yanaydı ama taşlar malumat yığını olarak üzerimize yıkıldı. Daha bilmem kaç bin belge, bekliyordu üzerimize boca edilmek üzere. Peki, demokrasiye giden yolları döşeyen aynı taşlar değil miydi bunlar? Dünya vatandaşları, daha doğrusu “netdaş”lar olarak bilgiye erişimimizin sınırsızlığı, özgürlüğümüzün garantisi değil miydi? Bizi demokrasi ve barışa götürecek özgürlüğün…
İnternet yaygınlık kazanmaya başladığında bilgiye çok hızlı bir şekilde ulaşılabilecek bir otoyola benzetilmişti. Kimsenin bu otoyolda gidenlerin hızını kesmesi mümkün görünmüyordu. Fakat devletler başta olmak üzere pek çok kurumun bu bilgi akışına engel olabileceği, bu bilgileri bir iktidar aracı olarak kullanabileceği ortaya çıktı.
Mesela ABD internetten istihbarat topluyor, e-mailleri terör ve ABD düşmanlığını tespit edeceği birtakım anahtar kelimeler üzerinden robotlar aracılığıyla ya da manuel olarak tarıyor. Çin, Google’a erişim üzerinde büyük siyasal çatışmalar yaşıyor, izinsiz internet bağlantısı kuranları korsan ya da hain olarak niteliyor. AB düzenlemeleri, grupları kontrol edebilmek için sosyal paylaşım sitelerini satın almaya izin veriyor. İran güvenlik güçleri, Twitter üzerinden örgütlendiği iddia edilen “yeşil devrim” protestolarına katılanların paylaşılan fotoğrafları üzerinden tespit yapıyor.
İlk olarak İran’daki halk hareketine Twitter’ın ivme kazandırdığına dair birtakım yorumlarla karşılaşılmıştı. Ardından Arap Baharı diye bilinen Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki muhalif hareketler Twitter üzerinden haberleşerek organize ettiler eylemlerini. Sanki muhalefetin bütün gücü sosyal medyadan kaynaklanıyormuş gibi bir hava esti. Tabii ki haberdar olma kanalı olarak ve duyarlılığa davet etme bakımından bu paylaşım kanallarının araçsal bir önemi olmuştur. Ama her şeyi haberleşme kanalına yüklemek çok isabetli bir yaklaşım değil.
Zira tam tersi bir uygulama da görüyoruz. Eskiden iktidar muhalif grupların iletişim ağlarına giremiyordu. Hâlbuki iletişim, Facebook ya da Twitter üzerinden olunca güvenlik güçlerinin kontrolü devreye giriyor. Bu kanallar daha önceleri işkence ile elde edilen bilgilerin doğrudan ve açık bir şekilde muhaliflerin netteki paylaşımlarıyla istihbarata sunulması anlamına geliyor.
Büyük şirketler acımasız rekabetlerine net üzerinde yeni formlar kazandırıyorlar. Sadece iyi bilgi dolaşmıyor, sadece beyaz balinaları kurtarma amaçlı uluslararası dayanışmalar oluşmuyor, silah ve uyuşturucu tacirleri de insan tacirleri de ağ üzerinden yeni yollar buluyorlar. Bu alanın istemeyeceğiniz şeylerle doldurulması mümkün. Yani karşımızda olan, tarihî bir kader ya da teknolojik bir zorunluluk değil. İnsanlığın eskiden beri yaşadığı çatışmalar şimdi bu yeni zeminde cereyan ediyor. Fakat bu yeni zeminin nasıl yönetileceğine dair çözümü bulmamız gerekiyor.
Paul Virilio enformasyon bombasının insanlık için nükleer bombadan daha tehlikeli olduğunu söylemişti. Wikileaks patlamasıyla birlikte “her şeyi bilme”nin nasıl da “hiçbir şey bilmeme”ye tekabül ettiğini açıkça tecrübe etmiş olduk. Çünkü bilgi, insanın gözünü aydınlatarak görüşünü güçlendirir; oysa bombanın etrafa saçtığı malumat yığını, ya gözümüze şarapnel olarak saplanır ya da kaldırdığı toz dumanla görüşümüzü tamamen kapatır.
İnternet teknolojisi 1990’lı yıllarda bir barış ve demokrasi havasının esmesine neden olmuştu. Online oy uygulaması, Wikipedia gibi paylaşım siteleri üzerinden bilginin demokratikleşmesi, iletişimin hızlanması, sivil toplum ağlarının internet üzerinden çok kolay ve hızlı organize olabilmesi… Tüm bunlar internetin demokrasi, sivil toplum ve insan hakları ile ilgili alanlardaki araçsal önemine işaret eden uygulamalar olarak görüldü. Hatta TRT’yi kuşatıp ekrandan Hasan Mutlucan türküleri söyletmenin askerî darbelerin sembolü olduğu ülkemizde, televizyon kanallarının sayısının fazlalığı ve internet erişiminin sınır tanımazlığı üzerinden totalitarizm karşıtı pembe hayallere kapılanlar oldu.
Ama nasıl ki telgraf ve telefon, iletişimi kolaylaştırmasına rağmen ne savaşları durdurabilmiş ne zulme son verebilmişse, internet teknolojisi için de durum aynı. Açılan bloglarda, sitelerde pek çok konuyu konuşup duygu ve düşüncelerinizi ifade edebilirsiniz. Ama söylenen sözleri gerçekleştirmek söz konusu olduğunda internet sizi etkin ve aktif, daha doğrusu ahlakî bir müdahil kılıyor mu? Ya da tam tersine günümüz bilişim ve iletişim teknolojilerinin depolitize eden bir özelliğe sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Milyonlarca blog ya da web sitesi açarak insan hayatını ve şartlarını değiştirmek mümkün müdür?
Bu soruların cevabı, “duyarlılık ve farkındalık yaratma” masalına rağmen ne yazık ki olumsuz. Paylaşım sitelerinde, bloglarda zaman geçiren insanlarda uzun vadede bir hareket illüzyonu ortaya çıkması da muhtemeldir. Yani gerçekte bir şeyleri değiştiren bir aksiyon, bir hareket değil de bir hareket izlenimi. “Bir protesto metnini imzaladım. İki yüz blogger’la irtibata geçtim. Ben aktifim.” Böyle düşünebilir insanlar. Bauman internet ve siyasal aktivizm ya da sivil tepki arasındaki ilişkiyi değerlendirirken, düşüncelerini böyle ifade ediyor. Somut bir örnekle de destekliyor düşüncesini: Irak Savaşı’na karşı internette binlerce imza dolaştı ama siyasetçiler bunu görmezden gelebildiler.
İnternet, siyasal hareketlere ve toplumsal duyarlılıklara yeni şekiller kazandıran, yeni kanallar açan bir teknoloji. Ama Zeynep Tüfekçi’nin de dediği gibi yeni dijital teknolojiler, Occupation hareketinden Arap Baharı’na ve Gezi eylemlerine dek iletişimi kolaylaştırıp hızla organize olmak, farkındalık oluşturmak bakımından avantaj sağlamalarına rağmen, hareketin sürdürülebilirliği ve sonuç alması konusunda bir katkı sağlayamamaktadır.[6] Bu sebeple “hashtag aktivizm” ya da “clictivism” denilerek tamamen işlevsiz kabul edilmemeli, dikkat çekme ve farkındalık uyandırma bakımından önemi dikkate alınmalı, başka bir ifadeyle dijital araçların toplumsal hareketlere kazandırdığı yeni ivme doğru bir yerden okunmalıdır.
Belki de hatırımızda tutmamız gereken husus şudur: Sadece tıklamakla savaşı engelleyemeyiz. Sadece haberdar olmakla bilgiye ulaşamayız. Enformasyon, özgürlüğümüzün garantisi değil; tam tersine onu berhava eden bir bombaya dönüşebilir. Klavyenin hijyenik mesafesinden insana, hakka ve adalete giden yollar, pazara çıkan iplere, eteklerden dökülen taşlara takılabilir.
[1] George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması. Çev. Şen Süer Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.
[2] George Ritzer, “Prosumer Capitalism”, The Sociological Quarterly. Volume 56, Issue 3, pages 413–445, Summer 2015.
[3] Zygmunt Bauman ve David Lyon, Akışkan Gözetim. Çev. E. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 36.
[4] Evgeny Morozov, “Socialize the Data Centres!”, New Left Review, 91, January-February 2015.
[5] Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu. Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, 2017, s. 26-27.
[6] Zeynep Tufekci, Twitter and Tear Gas: The Power and Fragility of Networked Protest. London&New Haven: Yale University Press, 2017.
spot
Müslümanlar nefis terbiyesinin temel ilkesinin az konuşmak olduğunu, ayıpların örtülmesinin temel ahlak kaidesi olduğunu, kendini övmenin en büyük ahlak zaafı ve “görünme”nin de “olma”nın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu kabul ederler
Paul Virilio enformasyon bombasının insanlık için nükleer bombadan daha tehlikeli olduğunu söylemişti. Wikileaks patlamasıyla birlikte “her şeyi bilme”nin nasıl da “hiçbir şey bilmeme”ye tekabül ettiğini açıkça tecrübe etmiş olduk. Çünkü bilgi, insanın gözünü aydınlatarak görüşünü güçlendirir; oysa bombanın etrafa saçtığı malumat yığını, ya gözümüze şarapnel olarak saplanır ya da kaldırdığı toz dumanla görüşümüzü tamamen kapatır.
… Tüm bunlar internetin demokrasi, sivil toplum ve insan hakları ile ilgili alanlardaki araçsal önemine işaret eden uygulamalar olarak görüldü. Hatta TRT’yi kuşatıp ekrandan Hasan Mutlucan türküleri söyletmenin askerî darbelerin sembolü olduğu ülkemizde, televizyon kanallarının sayısının fazlalığı ve internet erişiminin sınır tanımazlığı üzerinden totalitarizm karşıtı pembe hayallere kapılanlar oldu.
Ama nasıl ki telgraf ve telefon, iletişimi kolaylaştırmasına rağmen ne savaşları durdurabilmiş ne zulme son verebilmişse, internet teknolojisi için de durum aynı. Açılan bloglarda, sitelerde pek çok konuyu konuşup duygu ve düşüncelerinizi ifade edebilirsiniz. Ama söylenen sözleri gerçekleştirmek söz konusu olduğunda internet sizi etkin ve aktif, daha doğrusu ahlaki bir müdahil kılıyor mu? Ya da tam tersine günümüz bilişim ve iletişim teknolojilerinin depolitize eden bir özelliğe sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Milyonlarca blog ya da web sitesi açarak insan hayatını ve şartlarını değiştirmek mümkün müdür?
Belki de hatırımızda tutmamız gereken husus şudur: Sadece tıklamakla savaşı engelleyemeyiz. Sadece haberdar olmakla bilgiye ulaşamayız. Enformasyon, özgürlüğümüzün garantisi değil; tam tersine onu berhava eden bir bombaya dönüşebilir. Klavyenin hijyenik mesafesinden insana, hakka ve adalete giden yollar, pazara çıkan iplere, eteklerden dökülen taşlara takılabilir.