02 Aralık 2024 - Pazartesi

Son Sayı Başlıkları
Şu anda buradasınız: / BATILILAŞMA YOLUNDA TÜRKİYE VE HİLÂFETİN İLGÂSI
BATILILAŞMA YOLUNDA  TÜRKİYE VE HİLÂFETİN İLGÂSI

BATILILAŞMA YOLUNDA TÜRKİYE VE HİLÂFETİN İLGÂSI Hüseyin Avni Gümrükçüoğlu

Batılılaşma ya da Modernleşme Hareketi
Batılılaşma çoğu zaman ülkemizde modernleşme ile aynı manada kullanılıp bu şekilde takdim edilmeye çalışılmıştır. Gerçekte bu kelimeler arasında belirli bir ilişkinin olduğundan bahsetmek mümkün olmakla birlikte aslında bunlar birbirinden farklı kavramlardır. Sözlük olarak “çağdaş ve çağındaki yeniliğe uygun olan” manasında kullanılan “modern” kelimesinden gelen modernizm, “insana vahiy yoluyla bildirilen ebedî esaslarda yani ilâhî olandan insanlığı koparılması” hareketi olarak tanınmıştır.2 Bu özelliğinden dolayı modernizm, geleneğin (din) zıddı olarak ilâhî esastan ayrılmayı temel hareket tarzı olarak benimseyen bir ideoloji olarak gelişmiştir. Çağdaşlaşma veya modernleşme ise Doğu-Batı farkı olmaksızın, farklı toplumların birbirlerinden sosyal ve kültürel müesseseleri alması manasına gelen hareketi anlatır.3
Batılılaşma temelde Batı’nın gelişmişlik seviyesine ulaşabilmek için gerçekleştirilen siyasî, sosyal ve kültürel hareketleri ihtiva ettiği halde, maddî ilerleme ve gelişmeyle hiç alakası olmayan Batı’nın birçok kurumu, modernleşme ve Batılılaşma adı altında ülkemize aktarılmaya çalışılmıştır. Modernleşme teknik, teknolojik ve rasyonel gibi ilk bakışta manevî bir değer ifade etmeyen maddî gelişmelere yönelik yenileşmeyi ve değişmeyi ihtiva ettiğinden, toplumun geleneksel manadaki manevî değerlerinin çağdaşlaşma ya da Batılılaşma adı altında değiştirilmeye veya dönüştürülmeye çalışılmasını modernleşmenin gereği olarak görmek doğru değildir.4
Batı’da Aydınlanma devrinden itibaren belirgin bir şekilde kendini gösteren bilim-din çatışması, kilisenin şahsında Hıristiyanlığı ve bütün din aleyhtarı hareketleri körüklediği için modernist düşünce ile irtibatı olan Osmanlı’nın ve onun devamı olan Türkiye’nin fikir ve bilim adamlarını da etkilemiştir. Yenileşme ve Batılılaşma çabalarının Osmanlı döneminde başladığına dikkat çeken Arnold Toynbee, Yeni Türkiye’nin yöneticilerinin tavır ve görüşlerinin esas itibariyle Jön Türklerinkinden farklı olmadığını işaret ederek, 1919-1925 döneminde ülkede söz sahibi olan Türk milliyetçilerini, Jön Türklerin bir devamı olarak görür.5 M. Şükrü Hanioğlu’nun dikkat çektiği gibi “Dinin arka plana geçtiği bir Türk toplumu düşüncesi, “Batılılaşma” tezleriyle birlikte 1923 sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî ideolojisi ile büyük bir benzerlik göstermektedir.”6
Söz konusu dönemde Hıristiyanlık ve İslam arasında bir ayrım yapılmadan Avrupa’da Hıristiyanlığın ve kilisenin aleyhinde oluşan düşünceler, ülkemize İslam aleyhtarlığı şeklinde aktarılmıştır. Modernleşme, Batılılaşma, medenîleşme, çağdaşlaşma gibi kelimeler çerçevesinde oluşturulan düşünce ve hareketler, materyalist ve pozitivist bir şablon üzerine oturtularak İslam’ın itikadî, amelî ve ahlakî esaslarına şiddetli tenkitler yöneltmiş ve Müslümanların inançlarında derin sarsıntılar geçirip inançsızlığa düşmesinde etkili olmuştur.
Batılılaşma yolundaki Türkiye, Birinci Meclis’te yapacağı reformları geçirmekten zorlanmakla birlikte daha sonra oluşturulan İkinci Meclis ile beklediği fırsatı yakalamıştır. Bernard Lewis’in belirttiği gibi hilâfetin kaldırılmasını, şeyhülislamlık makamını ve şer’iye vekâletini kaldıran, medreseleri kapatan, şeriatın uygulandığı şer’î mahkemeleri ilgâ eden bir dizi darbeler takip etmiş ve şeriatın yerine yeni seküler kanunlar yürürlüğe konulmuştur.7 Batılılaşma yoluna giren Türkiye, İslam’ın pek çok hükmünün yerine getirilmesi kendine bağlı olan hilâfeti kaldırarak modernizm ve pozitivizmin etkin olduğu yeni bir dünya görüşü ve hayat anlayışını devlet gücüyle topluma kabul ettirme politikasını uygulama koymuştur.
Hilâfetin ilgâsının yanı sıra sonraki yıllarda Avrupalılaşmak ve çağdaşlaşmak için birçok devrimler yapıldı. Asırlardır toplumda kökleşen kurumlar ve değerler hızlı bir şekilde kaldırıldı. Fakat bugün geldiğimiz noktada Türkiye inkılâpların maksadı olan terakki ve saâdeti temin edip insan haklarında ve ekonomide gelişmiş ülkeler arasında kendine bir yer bulamadığı gibi Avrupa’yı bir türlü memnun da edemediği görülür. Meşhur İngiliz düşünürü Arnold Toynbee, Türklerin hilâfeti ilgâ etmesinin yanında Batılılaşma yolundan birçok tarihî ve dinî değerlerinden vazgeçmesine rağmen Avrupalıların hoşnutluğunu kazanamamasını oldukça manidar bulur. O bu durumu, Kitâb-ı Mukaddes’ten bir deyimle anlatarak, “Türkleri biz; size kaval çaldık oynamadınız, yas tuttuk ağlamadınız dese haklıdır” diyerek Türklerin ne yaparsa yapsın Avrupalıları memnun edemediğine dikkat çeker.8
Tarihî Süreçte Hilâfet
Tarih boyunca hilâfet, Müslümanların gündeminden hiç düşmemiş özellikle sahabe devrinde hilâfet etrafında meydana gelen hadiseler, hilâfetin ilk kez hayata geçirilmesi esnasında ashâb-ı kiram (r.a.) tarafından ortaya konulan esaslar olması sebebiyle Müslümanlar tarafında oldukça önemli kabul edilmiştir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) vefatından hemen sonra, sahâbe-i kirâm kendilerine bir imam, Resûlullah’a bir vekil (halife) belirlemeyi dinen son derece zarûrî bir mesele olarak görüp Hz. Peygamber’in techiz ve tekfini bitirilmeden, Hz. Ebû Bekir’e imam ve halife olarak bîat etmişlerdir. Sahâbenin bu hassasiyeti sonraki devrilerde de her halifenin vefatından sonra aynı şekilde devam etmiş ve Müslümanlar vakit kaybetmeden yeni halifeye bîat etmişlerdir.
İslam’ın bir kısım esaslarının yerine getirilmesi kendisine bağlı olan hilâfet, dinin korunması ve dünyanın dinî hükümler doğrultusunda idare edilmesi hususunda Hz. Peygamber’e (s.a.v.) halife olan zatın devlet başkanlığıdır.9 Hilâfetin “Ümmetin tamamının kendisine uyması olması zorunlu olan bir kimsenin Müslümanların vatanlarının korunmasında ve şer’î kânunların yerine getirilmesinde Hz. Peygambere halife olması”10 şeklindeki tarifinden de anlaşılacağı üzere hilâfet, İslam açısında oldukça mühim bir müessesedir. Bu sebeple meşhur tarihçi ve sosyolog İbn Haldûn (808/1406) hilâfeti, dinin esaslarının gözetilmesinde ve dünyanın idare edilmesinde şeriatın sahibine (Hz. Muhammed (s.a.v) hilâfet yani vekâlet etmek şeklinde11 açıklayarak onun önemine dikkat çeker.

Tarihî süreçte yabancı devletler, Osmanlı sultanlarının hilâfete sahip olmasıyla ilgilenmeyip onların daha çok maddî gücünü dikkate alırken, Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile birlikte, hilâfetin siyasî konumu da ön plana çıkmıştı. Bu durum, uluslararası siyasette, Osmanlı Hanedanı’nın hilâfete sahip olmaları itibariyle dünya Müslümanları üzerindeki nüfuzunun resmen kabulü ve tescili manasına geliyordu. Bundan sonra yabancı güçler, Müslümanlar üzerinde politikalar geliştirirken, hilâfeti dikkate almak zorunda olduklarını görmüşlerdi. Sömürge politikası çerçevesinde Rusya’nın Akdeniz, Basra Körfezi ve Hindistan’a doğru genişlemesinden rahatsız olan İngiltere, on sekizinci asırda, Rusya’nın ilerlemesine mani olacak bir güç gördüğü Osmanlı’nın, “toprak bütünlüğünün korunması” politikasını takip ettiğinden o devirde İngiltere’nin menfaatleri için hilâfet bir engel teşkil etmiyordu. Hatta o dönemde İngilizler, Osmanlı padişahlarının hilâfet sıfatından istifade etmeye bile çalışmışlardı.12
Söz konusu dönemde Osmanlı padişahının bir halife olarak dünya Müslümanlarının yanındaki itibarı her geçen gün artmaktaydı. İngiltere’nin nüfuzu altında olan Kuzey Hindistan’da Osmanlılar lehine yürüyüşler ve toplantılar düzenlenmiş ve İngiltere Kraliçesi’ne Ruslara karşı Osmanlı’yı desteklemesi için telgraflar çekilmişti. Söz konusu siyasî gelişmeler, hilâfet kurumunun dış politikada önemli bir faktör olduğunu göstermekteydi. İngiltere Kraliçesi Viktorya’nın Hindistan İmparatoriçesi olarak ilan edilmesinden sonra İngiltere’nin Osmanlı’nın birkaç katı Müslüman nüfusa sahip bir devlet konumuna gelmesi politik dengeleri değiştirmişti. İngiltere, dış politikasını oluştururken dünya Müslümanlarının İstanbul’da bulunan halifeye olan bağlılıklarını dikkate almak zorunda kalıyordu. Bu sebeple İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda önemli görevlerde bulunan Osmanlı coğrafyasının birçok bölgesini dolaşan Wilfrid Scawen Blunt’ın (1840-1922), 1882 yılında yayınladığı The Future of Islam adlı eserinin temel görüşü, “Hilâfetin Türklerin elinden alınıp Araplara verilmesi” yönündeydi.13
Yirminci asrın başlarından itibaren hilâfete yeni anlam yüklenmeye çalışılmış, Hıristiyan dünyadaki Papalık makamına benzer bir surette hilâfeti, sadece ruhânî ve mânevî nüfuzu olan ama elinde gücü ve yetkisi olmayan yani otoritesiz bir şekle getirme gayretleri orta çıkmıştır. The New World of Islam adlı eserde, I. Dünya Savaşı yıllarında hilâfete nasıl şekil verileceği konusundaki görüşler şöyle özetlenir: “Avrupalı yazarların Panislamizm’in kanatlarını en iyi şekilde kesmek için, hilâfetin saygınlığını yitirmiş bir Türk sultanı tarafından muhafazasının mı? Mekke Şerifi’ne devredilmesinin mi? Ya da tamamen lağvının mı daha uygun olacağını tartıştıklarını görürüz.”14
Osmanlı’nın son döneminde hilâfete Vatikan’a benzer bir şekil verilmesi, özellikle Batı kamuoyunda gündeme gelmeye başlayınca, İslam’da hilâfet kurumunun Papalık’tan farklı olduğu ve halifenin Müslümanların lideri olarak onların dünyevî işlerini idare etme görevinin bulunduğu belirtilmiş ve hilâfetin saltanattan ayrılmasının İslam açısından câiz olmadığı ifa edilmişti.15 Dolayasıyla siyasî otoritesi elinden alınmış bir hilâfetin devamının mümkün olmadığı çoğu kimse tarafından bilinen bir husustu. Millî Mücadele’nin meşhur simalarından Halide Edip Adıvar, bu konuya şu ifadeleriyle dikkat çekmişti:
“Esasen, saltanatı hilâfetten ayırmak, İslamî manasıyla hilâfeti kaldırmak demektir. Hilâfet rejimi, haddizatında, umumun reyine dayanan dinî ve demokratik bir cumhuriyetti ve halife, seçilmiş bir cumhur reisi demektir… Herhalde hilâfet mevkiinin tabir câizse anayasası iki şarta dayanır diyebiliriz. Biri, halifenin seçimle olması, diğeri aynı zamanda yalnız dinî değil, cismanî kudret sahibi olması, yani hem hükümet hem de devlet reisi olmasıdır.”16
Gerçekler böyle olmakla birlikte söz konusu dönemde hilâfeti Vatikan’a benzetmek için yoğun faaliyetlerde bulunulmuştur. Söz gelimi İngiliz arşivinde yer alan 5 Temmuz 1915 tarihli bir belgeden, İngiliz yetkili Sir Mark Sykes ve Rusya’nın İstanbul elçiliğinde görevli Boris Serafimow’un İstanbul’un düşmesi durumunda hilâfetin Osmanlı Hanedanı’ndan alınmasını ve İstanbul veya Şam’da Vatikan’daki Papalığa benzer bir hilâfet kurumunun oluşturulması konusunu görüştükleri anlaşılmaktadır.17
Hilâfetten saltanatı (otoriteyi) ayırma faaliyetlerine şiddetle karşı çıkan ve bunun dinen mümkün olmadığını belirten Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi (1869-1954) Abdülmecit’in hilâfetini bu sebeple sahih görmemiştir. O bu noktaya şu ifadeleriyle dikkat çekmiştir: “Ahkâm-ı Şer‘iye’nin icrasına memur, hilâfet ve hükümet reisi olan, Hz. Peygamber’in halifesi ve vekili olacak zatın elinden hükümet alınınca o zat Peygamber’in nesine vekâlet edecek? Dolmabahçe Sarayı’nda ikamete memur olmasından başka Abdülmecid Efendi’ye bir vazife ayrılmamış olduğundan söz konusu şahsın getirildiği ve bir buçuk senedir işgal ettiği makam asla makâm-ı hilâfet değildir.”18
I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin karşısında yer alan Rusya ve İngiltere, Yeni Türkiye’nin dünya Türklerine ve Müslümanlarına önderlik etme potansiyelinin yok edilmesi konusunda hemfikirdiler. Zira Türklerin birliğini Rusya, Müslümanların birliğini de İngiltere, kendi menfaatleri açısından tehlikeli buluyordu. Yeni Türkiye’nin idarecileri ise İslam’dan uzaklaştıkları nispette Batılı devletlerin hoşnutluğunu kazanacaklarını düşündüklerinden, İslam faktörüne soğuk bakıyor ve Batılıları rahatsız edecek hareketlerden uzak durmayı tercih ediyorlardı.19 Bu dönemde İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve hilâfetin kaldırılması yönünde politikalar izlemekle birlikte, Rusya’nın Anadolu’da nüfuz kazanmasına da mani olmak istediğinden Türkiye’nin tamamen yok edilmesini istemiyordu. İngiltere’nin en fazla önem verdiği husus, Türkiye’nin İslam ile alakasını kesmek suretiyle hâkimiyeti altındaki Müslümanlar üzerindeki nüfuzunu kırmaktı. Ayrıca İngiltere, Rusya’ya karşı bir set olacak şekilde Osmanlı Devleti’nin dağıtılmasından sonra İslam ile alakası bulunmayan geçmişe nispetle daha küçük bir Türkiye’yi tesis etmek istiyordu.20
Osmanlı Devleti’nin tarihe intikalinden sonra onun bakiyesi üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde hilâfetle ilgili tartışmalar gündemin en önemli maddesi haline gelmişti. Millî Mücadele’nin tamamlanmasından sonra Türkiye’nin idarecileri köklü değişiklikler yapmak ve modern manada Batılı bir devlet oluşturmak için ciddi birçok kararlar alarak laik bir Türkiye’yi kurmak kararındaydılar.21 Bu kararlar doğrultusunda hilâfet kaldırılması için harekete geçildi. Urfa mebusu Şeyh Saffet ve arkadaşları tarafından 2 Mart 1924 (1340) tarihinde hilâfetin ilgâsı için verilen kânun teklifinde “hilâfetin, hükümet manasına geldiği, bu görevi de Meclisin ve Ankara Hükümeti’nin üstlenmesi sebebiyle hilâfet makamına gerek kalmadığı”22 ifade edilerek kaldırılması teklif edildi.23
3 Mart 1924’te TBMM’de çok uzun tartışmalardan sonra, dünya kamuoyunda büyük yankılar uyandıracak bir kararla Osmanlı hilâfetine nihayet veren 431 sayılı kanun kabul etmiştir. Üzerinde birçok yorumlar yapılan kanunda şu ibareler yer alıyordu:
“Halife hal’ edilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumda mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır.”24
Hilâfetin İlgasının İçteki Akisleri
Türk kamuoyu açısından hilâfetin kaldırılması beklenmedik bir olay değildi. Özellikle yirminci asrın başlarından itibaren hilâfet tartışmaları gündemden hiç düşmemişti. Konunun lehinde ve aleyhinde birçok şeyler yazılıp çiziliyordu. Bu yoğun çalışmalar neticesinde hilâfetin aleyhinde bir kamuoyu oluşmuştu. Hilâfetin dinen zarurî olmadığı sürekli işlenmişti.
Söz gelimi İzmir mebusu ve Cumhuriyet döneminin ilk Adalet Bakanı Seyyid Bey, 3 Mart 1924 tarihinde Adalet Bakanı sıfatıyla Meclis’te uzun bir konuşma yaparak25 millî hâkimiyet ilkesinden hareketle hilâfetin kaldırılmasının şerîat açısından bir sakıncasının olmadığını savunmuştu. Seyyid Bey, Mecliste yaptığı bu konuşmada belirttiği şekilde26 bir yıl önce “Hilâfet ve Hâkimiyet-i Milliye“ adlı bir kitap neşretmişti. O meclis konuşmasını da bu eser doğrultusunda yaparak gerek bu konuşmada gerekse Hilâfet ve Hâkimiyet-i Milliye adlı eserinde özetle hilâfetin dinî değil dünyevî bir kurum olduğunu ve siyasî bir vasfının bulunduğunu iddia etmiştir.27
Hilâfetin ilgâsına gösterilen tepkiyle alakalı İstanbul basınıyla Ankara basını arasında farklılık görülmektedir. Ankara basınından Hâkimiyet-i Milliye, Ankara Hükümeti’nin kararını destekleyerek hilâfet konusundaki gelişmelere ve özellikle Meclis’teki müzakerelere geniş yer ayırmaktaydı.28 Söz konusu gazete hilâfetin ilgâsını “Tarihî bir inkılâp” olarak ifade etmekte29 ve bazı muhafazakârların düşüncelerini tenkit ederek inkılapların gerçek bir savunuculuğunu yapmaktaydı.
İstanbul basının çoğunluğunun ise daha önceden başına gelenlerden çekindiğinden olsa gerek hissiyatını net bir şekilde ifade edememekle beraber, hilâfetin lehinde bir yayın politikası vardı. Ancak inkılapları açıkça tenkit etmekten de çekiniyorlardı. Nitekim Tevhîd-i Efkâr’da çıkan bir yorumunda “hilâfetin ilgâsından sonra memlekette sükûnet havası oluşması için”, Avrupa basınında hilâfeti kaldırdığından dolayı Türkiye’yi tenkit eden yazılara iç basında yer verilmediği açıklanıyor ve ülkenin içinde bulunduğu ortamda her şeyi doğru ve açık olarak yazamadıkları belirtiliyordu.30
Tanin gazetesinde Hüseyin Cahid “laik ve asrî bir cumhuriyet kuran idealist zatlar için Türk hudutları dâhilinde yaşayan her ferdin Türk addedilmesi ve her Türkün aynı ve umumî müesseselerde tahsil ve terbiye görmesinin zarurî olduğunu” yazmıştı. O aynı zamanda, hilâfetin ilgâsının hemen arkasında gündeme gelen; Patrikhane ile Hahamhane’nin kaldırılması ve gayr-i müslimlere ait mekteplerin kapatılması gerektiği şeklindeki fikrinin uygulanmasının zorluğuna dikkat çekmişti. Hilâfetin ilgâsına tepki göstermeyen Batılıların, Patrikhane ile Hahamhane’nin kaldırılması ve gayr-i müslimlere ait mekteplerin kapatılması gibi olaylara seyirci kalmayacağını belirten Hüseyin Cahid: “...laik olalım, fakat laiklik mutaassıbı olmayalım...”31 diyerek laikliğin hoşgörü içinde ve tarafsız bir şekilde uygulanması gerektiğini belirtmişti.
Hilâfetin ilgâsından sonra laikliğe doğru yöneliş hızlanmış, yani hilâfetin kaldırılmasının esas maksatlarından biri olan İslamî kanunlarla mukayyet olmayan laik bir devlet için önemli bir adım atılmıştı. İslamî esaslardan devleti uzaklaştırmak için, siyasî ve içtimâî sahadan din tecrit edilmiş, bu doğrultuda şeriata göre hüküm veren şer’î mahkemeler ilgâ edilip Meclis’in yetkisinde bulunan yasama ile İsviçre Medeni Kânunu, “Tevhid-i Tedrisat”, “Kılık Kıyafet Kânunu ve Latin Harflerinin Kabulü”yle Türkiye Devleti laik ve Batılı bir hale getirilmeye çalışılmıştı.32
Takrir-i Sükûn Kânunu’yla halkın söz konusu inkılaplara tepki göstermesi önlenmiş olmakla beraber inkılapların halka mal olması kolay olmamış aradan bir asır geçmesine rağmen bu değişikliklerin bir kısmının tartışılması devam etmiş, özellikle hilâfet ilgâ edildiği halde onunla beraber gündeme gelen Patrikhane ve Hahamhâne’nin de kaldırılması ve gayr-i müslimlere ait okulların kapatılamaması dikkat çekmiştir. Halbuki hilâfetin kaldırılmasından sonra bu konu Halk Partisi tarafından gündeme getirilmiş ve basında da geniş destek bulmuştu. Bu meseledeki haberlere göre “Hilâfetin ilgâsından sonra Patrikhâneler ile Hahambaşlığının Türkiye’de mevcudiyetlerinin manasız olduğu gayr-i müslim mekâtibin tedrisata devam etmelerinin muvafık olmadığı dolayısıyla Rum, Ermeni ve Yahudi okullarının kapatılarak ıslahata devam edilmesi33 istenmişti. Ancak bu yolda çıkarılacak kanunların Batılı devletleri rahatsız edeceği düşünüldüğünden gerekli kararların alınması ve uygulanması konusunda çekingen bir politika izlenmişti.
Avrupa, her fırsatta Türkiye’yi köşeye sıkıştırmanın yollarını arıyordu. Nitekim Türkiye’yi dünya Müslümanlarının yanında küçük düşürmek için hilâfetin ilgâsından sonra Türkler aleyhinde yoğun tenkitler yapılınca iç basında buna karşı Türk hükümetinin harekete geçmesi istenmiş ve “İslâm kamuoyunda Türkiye’yi sıkıştırmak, Türklere olan sevgi bağını koparmak için Batı basını yoğun bir şekilde Türkiye’yi eleştirmektedir. Buna karşı tedbirler alınmalıdır”34 denilerek Avrupa’nın Türkleri sıkıştırmaya devam ettiği belirtilmişti.
Tevhid-i Efkâr’daki yorumda “Hilâfetin kaldırılması son günlerde dünyanın en mühim meselesi oldu. Böyle olması da gayet tabii idi” denilerek bu kararın dünya da yaşayan üç yüz milyon Müslümanı alakadar etmenin yanında, Hıristiyan dünyasını da yakından ilgilendirdiğini, zira büyük devletlerinin sömürgeleri altında kendi nüfuslarından çok Müslüman tebaasının bulunduğu ifade edilerek meselenin dünyaca ehemmiyet kazanması normal görülmüştü.35
Hilâfetin İlgâsının Avrupa’daki Akisleri
Batılı devletler İslam coğrafyasının nimetlerinden daha fazla istifade edebilmenin yollarını sürekli aramışlar ve hilâfet politikalarını da bu sömürge anlayışıyla oluşturmuşlardır. Nitekim hilâfetin ilgâsından hemen sonra İngiltere, Fransa ve İtalya gibi sömürgelerinde Müslümanların büyük yekûn teşkil ettiği ülkeler, gelişmeler karşısında durumlarının tekrar gözden geçirmek zaruretini hissetmişler ve hilâfetin ilgâsının akabinde yeni kararlar almışlardır.36
İngiltere, Müslümanları nasıl kontrol edebileceğini düşünmekle beraber sömürgeci emellerinin önündeki en büyük mâni ortadan kalktığından dolayı hilâfetin ilgâsından son derece memnun olmuştur. Hilâfet sayesinde büyük bir devlet olan Türkiye’nin üçüncü sınıf bir devlet sayılacağının ve hilâfet kozunu İngiltere’ye karşı artık kullanamayacağının altı çizilmişti. Bunun için İngiliz basını Türkiye’nin kendi menfaatleri açısından son derece önemli olan bir kurumu bir anda kaldırmasını hayretle karşılamış, pek inanmak istememiştir. İngilizler, “Türkler kendi bindikleri dalı kesmişler, İngiltere için inanılmayacak derecede mükemmel bir şey olmuştur”37 diyerek hilâfetin ilgâsının hem Türkiye hem de İngiltere açısından neler getirip götüreceğine dikkat çekmişlerdir. Hilâfetin kaldırılmasından sonra büyükelçi Sir Ronald Linsday Londra’ya gönderdiği mektupta, İngiliz İmparatorluğu için, laik Türkiye’nin tehlike olmaktan çıktığını yazarak Türkiye ile yakın ilişkilerin İngiltere’nin menfaatine olacağını belirtmiştir.38
Fransa ise hilâfetin ilgâsını sevinçle karşılayıp Türkiye’nin laik ülke olmasından bahsederek Türkiye’yi bu yolda teşvik etmekle39 birlikte kararın sömürgelerindeki Müslümanları ciddi şekilde etkileyeceğini düşünmüştür. Bu sebeple Fransız basını, İngiltere’nin korumasındaki Şerif Hüseyin’e karşı, Fransa’nın korumasındaki Fas Sultanı’nın halife ilan edilmesini istemiştir. Bu kargaşa ortamından yararlanılarak Fas sultanının halife olması hakkında şöyle denilmiştir: “Sömürgelerimizdeki yerliler üzerindeki otoritemizi arttıracağız. Müthiş bir darbe yapma imkânına sahibiz.” “Türkler tarafından işlenen ve bir çeşit dinî bir intihar olan bu karar bizim açımızdan kötü olmayacak gibi gözüküyor.”40
Almanya’nın Berlin kentinde kırk bir farklı bölgeden gelerek toplanan Müslümanlar ise hilâfetin ilgâsını Pan-Türkist bir hareket olarak değerlendirmiş ve kararın tüm dünya Müslümanlarına bir hakaret olduğu ifade edip İslam dünyasına çağrıda bulunularak Kemalist Hükümet’in ticarî ve sosyal alanlarda boykot edilmesi kararı almıştır.41
Rusya’nın karardan memnun olduğunu açıkça ifade etmesinin42 yanında Berlin Müslümanları tarafından yapılan mitingde, Kemalist Hükümet’i hilâfeti kaldırması konusunda Bolşeviklerin desteklediği dile getirilmiştir.43
İtalya ise sömürgesi altındaki Müslümanları dikkate alarak halifeyi ülkesine kabul edebileceğini açıklamıştır.44 İtalya’da hutbelerde Abdülmecid’in ismin yerine İtalya Kralı’nın isminin okunması, dünya Müslümanlarının büyük tepkisini çekmiş, Ezher ulemâsı bu sebeple İtalya’yı protesto etmiştir.45
Hilâfetin İlgâsının Amerika’daki Akisleri
The New York Times gazetesinin 4 Mart’ta çıkan nüshasında “Türkiye Meclisi Halifeyi Azletti” başlığını taşıyan haberde Meclis’in, şiddetli ve yoğun tartışmalardan sonra Osmanlı Hilâfeti’nin kaldırılmasını kabul ettiği ve muhafazakârların halifeliğin ilgâsını öngören tasarıya itirazları nedeniyle tasarının karmaşık bir temele dayandığı yazılmıştı.46
The New York Times gazetesinde daha sonra çıkan uzun bir yazıda; Mustafa Kemal’in iç politikadaki bazı muhtemel gelişmelerden endişe etmesinin hilâfetin ilgâsında büyük bir faktör olduğu ve bu kararla bir karşı devrim ihtimalini ortadan kaldırarak rakip-güç endişesini bertaraf ettiği belirtilmişti.47
Ayrıca hilâfetin, özellikle dış politikada ülkesine büyük bir güç sağlamasına rağmen Mustafa Kemal’in felsefesinin ve metodunun Sovyet Rusya’da ihtilal yapanlara benzediği ifade edilmişti. Daha sonra Rusya’da dine karşı mücadelenin kilisenin devrimlere karşı bir tepki noktası olabileceğinden kaynaklandığına dikkat çekilerek hilâfetin de aynı gerekçe ile kaldırıldığına işaret edilmişti.48
Hilâfetin İlgâsına İslam Âleminin Tepkisi
Hilâfetin ilgâsı, İslam âleminde hayal kırıklığına sebep olmuş ve İslam’a indirilen bir darbe olarak değerlendirilmişti. Batılılara karşı Kurtuluş Savaşı’nı kazandığı zaman Türkiye ve idarecilerine övgüler yağdırıp sevinçlerini coşkuyla ifade eden İslam âlemi, hilâfetin ilgâsından sonra Türkiye’ye ateş püskürmüştür.
Türkiye’ye karşı büyük bir muhabbet ve hürmet besleyen ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’ye milyonlarca İngiliz lirası gönderen49 Hindistan Müslümanları, karara önce inanamamışlar, Türkiye ile konuyu doğrudan görüşme arzularından da bir netice alamayınca tam bir hayal kırıldığına uğramışlardır. Bölge Müslümanları uzun müddet kararın geri alınmasını beklemişlerse de ümitleri gerçekleşmemiştir. Türkiye’ye uluslararası kamuoyunda verdikleri desteği çekmişler ve gönderdikleri maddî yardımlarını durdurmuşlardır.50 Ayrıca Haydarabad Nizamı, Abdülmecid Efendi’ye ayda 200 sterlin maaş bağlamıştır.51 Batı basınında Hindistan Müslümanlarının Mustafa Kemal Paşa’nın halifeye kaba davranmakla kendilerini üzdüğüne ve Ankara’ya delege göndererek konuyu görüşmek istediklerini dair52 haberler yer almıştır.
Hicaz’da hâkimiyetini ilan eden Şerif Hüseyin için hilâfetin ilgâsı son derece sevindirici bir gelişmeydi. Artık kendisinin halifelik hevesini tatmin etmek için önündeki en büyük engel ortadan kalkmıştı.53
Hilâfetin ilgâsına Mısır kamuoyundan da çok şiddetli tepki gelmişti. Önceleri Türkiye’nin aldığı kararları desteklemiş bazı aydınlar, saltanatın hilâfetten ayrılması gibi radikal kararlara da aynı şekilde yaklaşmışlar, özellikle Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması dolayısıyla Türkiye’yi ve onun idarecilerinin mücadele ve gayretlerini takdir etmişlerdi. Emîru’ş-Şuarâ unvanına sahibi Mısırlı millî şâir Ahmed Şevki, önceleri Mustafa Kemal için methiyeler yazdığı halde hilâfetin ilgâsından sonra “sel gibi gözyaşları akıttığım” ifade etmiştir.54
Mısır kamuoyuna göre hilâfet sadece Türklerin meselesi olmayıp bütün Müslümanları alakadar eden bir konu olması sebebiyle Türkiye’nin bu meselede tek başına karar verme hakkı olamazdı.55 Beş on milyon nüfusu olan Türkiye’nin üç yüz milyon Müslümanı alakadar eden bir konuda dünya Müslümanlarının görüşlerini dikkate almaması kabul edilecek bir durum değildi. Ezher Üniversitesi’nden Muhammed Şakir hilâfetin ilgâsına olan tepkisini şu ifadelerle dile getirmiştir: “Bir çılgınlık fırtınası, Şeriatı attılar, kâfir oldular. İslam’ın şerefini yükseltmelerini beklerdik. Aksini yaptılar” Daha önce Osmanlı yanlısı olan Mısır’ın Vatan ve el-Ehram gazeteleri de aynı şekilde hilâfetin ilgâsına büyük tepki göstermişlerdi.56
Şeyhülislâm Mustafa Sabri ise Mısırlı fikir adamlarını her devrin adamı olarak görmekte ve II. Abdülhamid döneminde Mutlakıyet’in, Meşrûtiyet ilan edilince de Meşrûtiyet’in İslam’a uygunluğunu savunduklarını, saltanat hilâfetten ayrılırken de meseleye aynı noktadan yaklaştıklarına dikkat çeker. Mısırlıların bu konudaki tavrını yeterli bulmayan Sabri Efendi, onların ilgâ edilmeden önce hilâfete ve İslamî esaslara sahip çıkmamasını bir tenakuz olarak değerlendirir.57
Mısır basının Osmanlı Hilâfeti’nin ilgâsına güçlü bir şekilde tepki vermemesinde hilâfetin Türklerden alınarak Araplara verileceği yönündeki beklenti etkili olmuş olabilir. Zira hilâfetin Osmanlı’dan alındıktan sonra Mısır’a geçeceğini düşünen Mısırlı bazı âlimler, özellikle Kral Fuad veya Şerif Hüseyin ya da Fas Sultanı’ndan birisinin halife olacağını bekliyorlardı. Nitekim Kral Fuad saltanatla hilâfetin kaldırılması yönündeki İngiliz tezini kabul ettiğini önceden bildirmişti.58 Ancak buna başta Hindistan Müslümanları karşı olduğu gibi, Hicaz Emîri Şerif Hüseyin’in halife olma hayaliyle yaşamaktaydı. Ancak Hüseyin, kendinin Kureyşli olması sebebiyle halife olmaya hak sahibi olduğunu iddia edince Arap Müslümanlarının bile desteğini alamamış, sonunda İbn Suud’un Vahhâbî hareketiyle Hicaz’dan sürülmüştür.59
Hilâfetin kaldırılması İslam âleminde derin üzüntüye sebep olmakla beraber özellikle Arap dünyasındaki karışıklıklar, liderlik yarışları ve her hareketin kendi varlığını koruma derdine düşmesinden dolayı hilâfetin ilgâsından sonra müşahhas bir varlık ortaya konulamadı. Müteakip yıllarda hilâfet meselesini ele almak için birçok kongreler yapılmaya çalışıldıysa da bu kongrelerin bazısı gerek Batılıların gerekse yeni Türkiye Devleti’nin müdahalelerinden dolayı bazen hilâfet meselesini bile konuşamadan sona erdi.60
Söz gelimi 1931 yılında Kudüs’te yapılan İslam Kongresi’nde Abdülmecid’in halife olarak tanınması yolunda bir hayli mesafe alınmışken Batılıların ve Müslüman ülkelerin takındığı menfi tavırlardan dolayı bu gerçekleşmedi. O dönemde Ürdün ve Irak kralları hükümdarlıklarının tehlikeye düşmesinden endişe ediyor, Mısır ise hilâfetin kendisinde olması arzusunu taşıyordu. Türkiye ise Abdülmecid’in davetli olduğu bir kongreye katılmayı, izlediği politikalara ters bir tutum olarak değerlendirmiş ve tesir edebildiği ülkelerin kongreye katılmasına mâni olmuştur.61
Hilâfetin ilgâsını takip eden yıllarda Mısır ve Suudi Arabistan gibi diğer İslam ülkelerinin politikaları Batılılarla iyi geçinmek ve onların menfaatlerine zarar vermeyip kendi saltanatlarını güçlendirme yönünde62 olduğundan İslam âlemi hilâfet konusunda müşahhas bir ilerleme sağlayamamıştır.
Osmanlı Hilâfeti ve İslam Birliği
Tarihte hilâfetin son sahipleri olan Osmanlı Hanedanı önce, sadece şekilde kalan Abbâsî hilâfetine son vermiş, İslam âleminin en büyük gücü olarak hilâfete büyük bir itibar kazandırmıştı. Yavuz Sultan Selim ile birlikte İslam dünyasında asırlardır devam eden kargaşalıklar son bulmuş ve Müslümanlar arasında birlik yeniden tesis edilmişti. Osmanlıların hilâfetin ruhuna uygunluğu konusunda ve kendisinden beklenen görevleri ifa etme noktasında büyük başarı sağlayıp asırlarca dünya Müslümanlarını himaye ettiği tarihî bir hakikattir. Özellikle Sultan II. Abdülhamid Han, hilâfet siyasetiyle bu vazifeyi en yüksek seviyede ifa etmiş, dünya Müslümanlarının büyük ekseriyetinin manen kuvvet aldığı kendileri için bir himaye kaynağı gördükleri hilâfet sayesinde dağılmakta olan bir son İslam Devleti’nin otuz küsur sene ayakta kalmasını sağlamıştır.
Ancak Kânûn-ı Esâsî ile halifenin görevleri sınırlandırılıp yetkileri kayıt altına alınarak bunlara karşı sorumlu tutulmasından dolayı halifenin hareket imkânı daraltılmıştır. II. Meşrutiyet ile de bu yetkilerin çoğunluğu halifeden alınmış, meclis veya iktidara verilmiştir.63 Bu itibarla halifenin salahiyetleri gün geçtikçe azaltılıp icraatları kısıtlandığından II. Abdülhamid Han’dan sonraki padişahlar, birçok görevi yapma gücünden mahrum, hükümet veya meclisin kararlarım onaylamaktan ileri bir şey yapamamışlardır.
Dış güçlerin baskısına ilave olarak İttihat ve Terakki mensuplarınca askeriye ve basın yoluyla yapılan baskıların birçok Osmanlı aydını tarafından desteklenmesi neticesinde artık padişahların ne sultan olarak ne de halife olarak bir şey yapmaya imkânları kalmıştır. Bu sebeple Osmanlı hâkimiyetinin I. Dünya Savaşı’yla birlikte fiilen sona erdiği söylenmiştir.64
Hilâfetin ilgâsını takip eden senelerde Arap âlemin-de özellikle Cemaleddin Efgânî ve Muhammed Abduh’un fikirleriyle gelişen “her milletin ayrı ayrı devletini kurduktan sonra İslam Birliği’ni yeniden tesis edecekleri” fikri65 Osmanlı’nın kısa zamanda parçalanmasının önünü açtı. Bu düşünce Osmanlı’ya isyan eden Müslümanların hareketlerine meşruiyet kazandırmada önemli rol oynadı ve farklı bölgelerde dış güçlerin de desteğiyle pek çok yeni devlet ya da devletçikler ortaya çıktı. Osmanlı’nın tek başına idare ettiği bölgelerde sadece şeklen devlet olan ülkeler meydana getirilerek dünya Müslümanlarının birlik halinde hareket etmeleri önlenmeye çalışıldı.
Osmanlı hâkimiyetinden çıkan Müslüman devletler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra İslam Birliği’ni kurmaları bir tarafa, her devlet veya aşiret reisi kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyip bu uğurda birbirleriyle mücadeleden hatta savaştan bile geri durmamışlardır. Nüfusları birkaç milyonu geçmeyen bir ülkenin devlet başkanı olmak için pek çok tavizler verilerek emperyalist güçlerin himayesinde kurulan devletler, İslam Birliği’nden çok, sadece ihtilafta ittifak edebilmişlerdir.
Osmanlı Hilâfeti’nin ilgâsından sonra halifenin belirlenmesi için dünyanın değişik yerlerinde çeşitli toplantılar, konferanslar ve kongreler yapılmış Müslümanlara dinen bir halifenin lazım olduğu fikri gündemde tutulmaya çalışılmakla birlikte müşahhas bir netice alınamamıştır. Özellikle İngiltere ve Fransa gibi sömürgelerinde Müslüman insanları bulunduran ülkeler hilâfetin ilgâsından sonra konu etrafındaki gelişmeleri çok yakından takip etmişler, kendi menfaatlerine uygun bir halifenin belirlenmesini istemişler ve bu doğrultuda meseleyi yönlendirmeyi çalışmışlardır.
Hilâfetin İlgâsının Sonuçları
I. Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı hâkimiyetindeki toprakları işgal edince, yerli halklar işgal güçlerine karşı bir varlık gösteremediler. Osmanlı Devleti ise kendi başkenti İstanbul’u bile emperyalist güçlerin işgalinden koruyamamıştı. Dolayısıyla İslam âleminin tek hâmisi olan Osmanlı Devleti tarihe intikal ederken birçok Müslüman topluluk kendi hallerine terk edilip emperyalist güçlerin işgali altına girmişti.
Osmanlı’nın bâkiyesi üzerine kurulan Ankara Hükümeti ve yeni Türkiye devleti kendisine vatan olarak Mîsak-ı Millî ile tespit edilen toprakları seçince bunun dışında kalan yüz milyonlarca Müslümanın üzerinde yaşadıktan bölgelerde bir hakkının ve talebinin olmadığını resmen kabul etmiş oluyordu. Hatta bunlarla hiçbir organik bağının olmayacağı ve hiçbir hak iddiasında bulunmayacağı konusunda Batılılara güvence verilmişti. Lozan Sulh Muahedesi’nin 27. Maddesinde “Türkiye Hükümeti veya Türk memurîni (memurları) tarafından Türk arazisi haricinde iş bu muahedeye vâzıu’l-imza (imza koyan) diğer devletlerin taht-ı hâkimiyetinde veya himayesinde arazi tebaası ile Türkiye’den ayrılan arazi tebeası üzerinde siyasî, teşriî veya idarî hususâtta herhangi bir sebebe müstenid olursa olsun hibir salâhiyet veya hak kazâ istimal edilmeyecektir”66 denilmekteydi.
Yeni Türkiye’de 1923 seçimleriyle meclisteki muhalefetin tasfiye edilmesinin ardından, ülkede otoriter bir tek parti yönetimi kurularak, geçmişle hesaplaşma başlamıştı.67 Bu politika çerçevesinde Batı’nın kendi şartlarında gelişen pozitivizm, modernleşme, çağdaşlaşma veya Batılılaşma adı altında devlet ideoloji haline getirilip resmen uygulamasının yapıldığı bir döneme girilmiş, hilâfetin ilgâ edilip İslam’ın maddi güçten mahrum bırakılmasıyla bu politikanın uygulanması daha kolay olmuştur. İmam-ı Gazzâlî (505/1111), “İnsanın Yaratanı’na karşı görevi olan dinî emirlerin yerine getirilmesi dünyanın düzenine bağlıdır. Dünyanın düzenini sağlamak ise kendisine itaat edilen bir otorite ile mümkündür, yeryüzü kargaşalık içinde olursa insanların bunları önlemek için uğraşırken âhiret mutluluğunun sebebi olan ilim ve ibadete vakit ayıramayacaklarını”68 belirtip din ile sultanı ikiz kardeşlere benzetmesi bu gerçeği ifade ediyordu. Aynı şekilde meşhur İslam hukukçusu Ebu’l-Hasan Alî Mâverdî (450/1058) de dinin korunması, bozgunculuk yapanlara mâni olunması için kesinlikle bir halifenin otoritesinin şart olduğunu, otoritesi yıkılan dinlerin hükümlerinin değiştirildiğini bidatlerin içine sokulduğunu ifade ederken69 aynı hususa dikkat çekmiştir.
Hilâfetin ilgâsından sonra bilimin din yerine konulmaya çalışıldığı, âdeta akıl ve bilme dayalı asrî bir din oluşturulma gayretlerinin çoğalmış ve “İslam ile pozitif bilimin ayrı şeyler olmadığı çok sık tekrar edilerek uygulanan politikalara meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştı. Osmanlı’nın son dönemindeki Jön Türklerin düşüncesi ile Cumhuriyet Devri’nin ilk yıllarında hâkim olan din anlayışı benzerlik arz ediyordu. O dönemde, dinî ve dünyevî alanda yapılan reformların Müslüman toplum tarafından kabulünün sağlanması için manaları tahrif edilmiş bazı İslamî ıstılahları referans gösterme gayretleri önemli yer işgal etmekteydi.”70
Hilâfetin ilgâsından sonra birçok İslam toplumunda bağımsızlık düşüncesi ve uyanış hareketi ortaya çıkmış olsa da başarıya ulaşma imkânı bulamamış ve Müslümanların büyük çoğunluğu içine kapanmıştır. Batı’nın özellikle Sanayi Devrimi’yle ağırlığını hissettirdiği İslam âlemi, Balkanlarda, Trablusgarb’da ve I. Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde onlarca sene süren savaşın verdiği yorgunluğun etkisiyle kendini toparlamamıştır. Buna ilave olarak, Osmanlı Devleti’nin yıkılıp hilâfetin ilgâ edilmesi, onların morallerini tamamen bozmuş, uyanış ve bağımsızlık davalarını sekteye uğratmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılıp hilâfetin ilgâ edilmesinden sonraki oluşan boşluktan istifade edilerek kurulan Filistin’deki Yahudi devletine mâni olunamamıştır. Zira hilâfetin ilgâsından sonra İslam dünyasında ortaya çıkan devletler, İngiltere başta olmak üzere diğer Avrupa devletleri ve Rusya gibi büyük ülkelerin “böl yönet” politikası doğrultusunda teşekkül etmişti.
Şayet söz konusu devletlerin oluşmasında esas faktör ırk olsaydı ve bununda Arap olduğu dikkate alınsaydı çok dar bir bölgede birçok Arap devletinin kurulmaması gerekirdi. Aynı şekilde Irak’ta Arap, Türk, Kürt ve Fars insanlarının varlığına bakıldığında bu devletlerin oluşturulmasında ırkın esas âmil olmadığı görülür. Suriye’de ise Müslümanlardan oluşan Sünnî ve Şiî insanların yanında Dürzî ve Nusayrîlerin bulunması dinî veya mezhebî farklılığa göre devletin teşekkül etmediğini gösterir. Ayrıca bu devletlerin şu andaki sınırları itibariyle bölge coğrafyası dikkate alındığında söz konusu devletlerin sınırlarının oluşmasında jeopolitik esaslara da itibar edilmediği anlaşılır. Bölgedeki bu olumsuzlukların etkisiyle söz konusu ülkeler arasında bir diyalogun veya barışın sağlanması mümkün olmamaktadır. Bütün bu olumsuzluklara her devletin özellikle idarecilerin kendi makamlarını ve menfaatlerini koruma hevesleri de ilave edilince durum daha da zorlaşmaktadır.
Ortadoğu için anlattığımız bu durum, Afrika İslam coğrafyasında da pek farklı değildir. Söz konusu bölgedeki halklar genel olarak Arapça konuşsalar da ve daha çok şekilde kalan İslamî bir hava teneffüs etseler de özellikle Batılıların gayretleriyle zamanla yerli Berberi veya Kıptî kültür hâkim konuma getirilmiştir. Mısır, Arap birliği söz konusu olunca ilk başlarda rol oynamakla beraber kendi topraklarının jeopolitik durumu, nüfusun belli bir kısmını Hıristiyanların teşkil etmesi, Kıptî faktörü gibi durumlardan dolayı ciddi sıkıntı içindendir. Bütün bunlara ilaveten Mısır yönetiminin senelerdir İhvan-ı Müslimin’e karşı izlediği şiddet ve baskı sonucu ülkede oluşan huzursuzluklar ki bu konuda Cezayir, Tunus ve Libya gibi ülkelerde aynı konumdadır, Afrika ve Ortadoğu’daki Müslümanların bulundukları problemlerin başta gelenleridir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte kendine gelme ve İslamî kimliğine kavuşma gayretleri taşıyan Balkanlar ve Orta Asya Müslümanları ise İslam’ı sevmekte ve Müslüman olduklarını kabul etmekle birlikte komünizm onları en basit ilmihal bilgilerinden bile mahrum etme talihsizliğini yaşattığından telafi için büyük mücadele vermek durumundadırlar.

Güney Asya olarak ifade edilen ve eskiden daha çok Hindistan olarak bilinen ancak bugün bağımsız devletler olarak dünyada yerini alan Pakistan, Bangladeş ve Afganistan ise ülke dâhilinde bir istikrar sağlayamamışlardır. Ayrıca Uzak Doğu ülkeleri olan Endonezya, Malezya ve Filipinler veya bugün henüz komünizmin esaretinden kurtulamayan Çin Müslümanları, ya da burada zikretmediğimiz bütün dünya Müslümanlarının hepsini bir ortak paydada birleştirmektedir ki o da “İslam” dır. İslam ortak paydasında Müslümanların menfaatlerini koruyacak, İslam’ın hayata hâkim kılınmasını sağlayacak ve dünya Müslümanlarının bazı konularda beraber hareket etmelerini temin edecek bir İslamî teşkilata her zamankinden daha çok ihtiyaç bulunmakta ve bugün bu ihtiyaç herkes tarafından daha açık bir şekilde hissedilmekle birlikte bunun gerçekleşmesinde büyük engeller bulunmaktadır.
Afrika, Ortadoğu, Asya ve Hint coğrafyasında kaldığımız müddetçe daha net bir şekilde gördüğümüz gibi bugün İslam ülkelerinin meselelerinin büyük ekseriyeti birbirine benzemektedir. Bu meseleleri çıkaranların aynı güçler olup aynı gayeleri taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak bugün gerek Afrika’da gerekse Ortadoğu’da ve Asya’da kısaca Müslümanların yaşadığı dünyanın her bölgesinde bütün İslam düşmanların planlarına ve faaliyetlerine hatta Müslümanların kendi ülkelerindeki hükümetlerinin baskılarına rağmen Müslüman halkta gözle görülen ve elle tutulan bir İslamî şuur ve uyanıklık herkes tarafından müşahede edilmektedir. Yirmi birinci asrın İslam asrı olacağı beklenmekte ve İslam’ın özellikle uluslararası ilişkilerde daha belirleyici bir faktör olacağı tahmin edilmektedir. Böyle bir gelişmenin sadece Müslümanlara değil dünya barışına çok olumlu katkılarının olacağı inkâr edilemez.
*Yalova Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi
Seyyid Hüseyin Nasr, Modern Dünya ve Geleneksel İslam, çev. Sara Büyükduru (İstanbul:2001), 90.
M, Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşmak”, DİA (İstanbul: 1992), 5/148.
Hasan Gümüşoğlu, İnanç ve Jön Türk Temelinde Türk Modernizmi (İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2019), 13.
Arnold Toynbee, 1920’ler Türkiye, Hilâfetin İlgası, çev. Hasan Aktaş (İstanbul: 1998), 91.
M. Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi (İstanbul: ts.), 341.
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Ankara: 1991), 267.
Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan (İstanbul: 1980), 189.
Hasan Gümüşoğlu, İslam’da İmâmet ve Hilâfet, (İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2017), 33.
Âmidî, Seyfüddîn, el-İmâmetü min Ebkâri’l-efkâr fî usûli’d-dîn, nşr., M. Zübeydiye (Beyrut: 1992), 69.
İbn Haldûn, Abdurrrahman, Mukaddime (Beyrut 1992), 191.
Hasan Gümüşoğlu, “Arşiv Belgeleri Işığında İngiltere’nin Hilâfet Politikası (1875-1925)”, Strategic Public Management Journal, 7/14, Aralık 2021, 13-27.
Blunt, W. Scawen, The Future of Islam (London: 1882), 50.
Lothrop Stoddard, Yeni Âlem-i İslam trc. Ali Rıza Seyfi (İstanbul: 1338), 56.
Hasan Gümüşoğlu, İntikalinden İlgasına Osmanlı’da Hilâfet (İstanbul: 2011), 287-96.
H. Edip Adıvar, Türkiye’de Şark-Garp ve Amerika’nın Tesirleri (İstanbul: 2009), 199.
Public Record Office (PRO), Foreign Office (FO), 141/587/2.
Mustafa Sabri Efendi, en-Nekîr alâ münkiri’n-ni‘me mine’d-dîn ve’l-hilâfe (İskenderiye: 1989), 135.
Gümüşoğlu, İntikalinden İlgasına Osmanlı’da Hilâfet, 316.
Cox, S. Thomas,The Idea of Arabic Caliphate in British Middle Eastern Policy in the Era of Great War, Doktora Tezi, University of Durham, 2003, 284.
Tanin. 12 Mart 1924, Sy. 510
Hâkimiyet-i Milliye, 3 Mart 1924, Sy. 1061.
Gümüşoğlu, İslam’da İmâmet ve Hilâfet, 305.
Hâkimiyet-i Milliye, 3 Mart 1924, Sy. 1061; Tevhid-i Efkâr, 3 Mart 1924, Sy. 3996; İkdam, 3 Mart 1924, Sy. 9670.
Seyyid Bey aslında bu konuşmaya CHP grup toplantısında yapmış ancak bu 3 Mart günü Meclis’te yapılmış gibi aynen genel kurul tutanaklarına aktarılmıştı. (Geniş bilgi için bkz: Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, İstanbul 2005, s. VII)
 Seyyid Bey, Hilâfetin Mahiyet-i Şeriyyesi (Ankara: 1924), 3.
 Gümüşoğlu, İslam’da İmâmet ve Hilâfet, 101.
 Hâkimiyet-i Milliye, 3 Mart 1924, Sy. 1061.
 Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mart 1924, Sy. 1063.
 Tevhid-i Efkâr, 15 Mart 1924, Sy. 4008
 Tanin, 13 Mart 1924, Sy. 511.
 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 264-75.
 Tanin, 11 Mart 1924, Sy. 509.
 Tevhid-i Efkâr, 15 Mart 1924, Sy. 4008.
 Tevhid-i Efkâr, 15 Mart 1924, Sy. 4008.
 The New York Times, 4 Mart 1924; 6 Mart 1924.
 Kürkçüoğlu, Ömer, Mondros’tan Musul’a Türk-İngiliz İlişkileri (Ankara, 2006), 309-310; Akgün, Seçil, “Halifeliğin Kaldırılması Olayına Çeşitli Tepkiler”, VII. Türk Tarihi Kongresi, c. III’ten ayrı basım (Ankara: 1983), 2192.
38 Kürkcüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 307; Öke, M. Kemal, Hilâfet Hareketleri (Ankara: 1991), 119.
 Akgün, “Halifeliğin Kaldırılması Olayına Çeşitli Tepkiler”, 2193-94; Hâkimiyet-i Milliye, 13 Mart 1924, Sy. 1071.
The New York Times, 6 Mart 1924.
 The New York Times, 7 Mart 1924.
 Akgün, “Halifeliğin Kaldırılması Olayına Çeşitli Tepkiler”, 2192-94; Hâkimiyet-i Milliye, 13 Mart 1924, Sy. 1071.
 The New York Times, 7 Mart 1924.
 Akgün, “Halifeliğin Kaldırılması Olayına Çeşitli Tepkiler”, 2192-94; Hâkimiyet-i Milliye, 13 Mart 1924, Sy. 1071.
 The Times, 1 Nisan 1924, s.13.
 The New York Times, 4 Mart 1924.
 The New York Times, 9 Mart 1924.
 The New York Times, 15 Haziran 1924.
 Shan Muhammad, The İndian Müslims, A Documentary Record (1900- 1947) Volume III, s. 149-150; Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları, II, 593.
 Toynbee, 1920’lerde Türkiye, 84-5; Öke, Hilâfet Hareketleri, 121; Koloğlu, Orhan, Gazi’nin Çağında İslâm Dünyası (İstanbul: 1994), 352.
 The New York Times, 22 Mart 1924.
 The Times, 21 Nisan 1924.
 The New York Times, 6 Mart 1924; Koloğlu, İslâm Dünyası, 355.
 Ahmed Şevki, Divan (Kahire: ts.), 1/402-408; Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-aklı ve’l-ilm, I, 464; Koloğlu, İslâm Dünyası, 348.
 Rayyis, Muhammed Zıyâudddîn, el-İslâm ve’l-hilâfe fî asrı’l-hadîs, (Kahire: 1976), 347.
 Koloğlu, İslâm Dünyası, 348; Fehmi Ced’an, Çağdaş Arap Dünyasında İslâmî Yönetim Tartışmaları, trc. Mehmet Yolcu (İstanbul 1989), 8.
 Mustafa Sabri, Hilâfet-i Muazzama, 68-80.
 Mustafa Sabri, Hilâfet-i Muazzama, 80; Rayyis, el-İslâm ve’l-hilâfe, 92; Koloğlu, İslâm Dünyası, 357; Öke, Hilâfet Hareketleri, 120.
 Hasan Gümüşoğlu, İslam’da İtikâdî Mezhepler (İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2021), 296.
 Mustafa Sabri, Hilâfet-i Muazzama, 79-80; Rayyis, el-İslâm ve’l-hilâfe, 351; Öke, Hilâfet Hareketleri, 122-23; Koloğlu, İslam Dünyası, 355-56.
 Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-ilm, 1/476; Koloğlu, İslam Dünyası, 361-62.
Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, s. 306-308; Öke, Hilâfet Hareketleri,119.
Kara, İsmail, İslâmcıların Siyâsî Görüşleri (İstanbul: 1994), 112.
Güngör, Erol, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, (İstanbul: 1981), 158; Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 219.
Hüseyin, M. Muhammed, Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, (İstanbul: 1986), 75; Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, 156; Huriye Tevfik, Fârabî’den Abduh’a Siyâsî Düşünce, trc. Vecdi Akyüz (İstanbul: 1995), 242-43; Yalçınkaya, Alâeddin, Cemaleddîn Efgânî (İstanbul 1995), 99.
 TBMM Zabıt Ceridesi, I, 109.
 Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, (İstanbul 2007), 598.
 Gazzâlî, Ebû Hamid, el-İktisâd fi’l- i’tikâd (Kahire: ts.), 199.
 Mâverdî, Ebû Hasen Ali b. Muhammed, Edebü’d-dünya ve’d-dîn (Kahire: 1983), 115.
 Gümüşoğlu, Türk Modernizmi, 283.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul