15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / KELİMESİZ MAARİF
KELİMESİZ MAARİF

KELİMESİZ MAARİF MEMİŞ OKUYUCU

Kelimelerin sadece kelimelerden ibaret olmadığını biliyoruz. Bir kelime, tarihtir, coğrafyadır, folklordur, edebiyattır, kültürdür, mimarîdir, sanattır. Kelime ozanın dilinde türkü, süvarinin belinde terki, tarihin tozlu yollarından bugüne seslenen bir akıncıdır.
Bazen bir kelime şairin kaleminde şiirdir. Süleyman Çelebi’de Mevlid, Fuzulî’de asırlar ötesine seslenen şiir, Mimar Sinan’da Selimiye ve Süleymaniye’dir. Kelimeler, asırlar boyunca millet ruhunun sindiği her eserde dile gelmiş en büyük kimlik ve kültür hazinesidir.
Bu duygularla farklı başlıklardan konuya girmek istiyorum.
Kelime Haznesi 
Bu konuyu ilk duyuruya çıkarırken bir mesaj geldi bana, ‘’hocam haznesi mi hazinesi mi’’ diye. Bu durum bile dilimizin son asırda geçirdiği ‘‘değişim ve başkalaşıma’’ bariz bir örneklik teşkil etmektedir. 
Kelime haznesi, kelime kadrosu, söz varlığı ya da Fransızcadan dilimize geçen ifadesiyle vokabüler,  bir dilin sahip olduğu kelime varlığını anlatır. Kelime haznesi, bir dilin en önemli kültürel varlık sermayesidir. 
Yılmaz Özakpınar Hoca’nın bir sözüyle konuya başlamak istiyorum:‘Kelimeler hakikatleri anlama aygıtlarımızdır’ der hoca. Şimdi biz kendi hakikatlerimizi eğer kelimeler üzerinden anlayıp çocuklarımızda kelime haznesi oluşturacaksak önce kendi hakikatlerimizi ve kimliğimizi taşıyan kelime haznesini inşa etmemiz gerekiyor. Ama en evvela kelimeyi, kavramı kelimelerimizi kavramlarımızı öğretebilmek için bunları kavrayacak bir zihin inşa etmemiz gerekiyor. Bunun için de önce anlam ve anlama alanımızı inşa etmemiz ve ‘almaya elverişli bir zihin alanı’ kurmamız icap etmektedir. İşte bu noktadan itibaren maarif devreye girmekte. Özellikle 19. asırdan itibaren kamu eğitimciliğinin gelişmesiyle toplumun eğitimi ve öğretim hayatı ayrı bir önem ve öncelik kazandı. Çünkü konulan her metot, oluşturulan her müfredat konusu topluma topyekûn yön verecek mahiyet kazanmış oluyordu. 
Türkiye, eğitim sistemini bu şartlar altında Avrupa’dan sistem ve modeller alarak oluşturdu. Oluşturulan sistemin adı bir türden ‘dinî eğitimden din eğitimine’ geçiş şeklinde gerçekleşmiş oldu. Bunlar olurken dil alanında ‘öztürkçeleştirme’ adıyla yapılan uygulamalar, maarif sistemi yoluyla cemiyet hayatına, bütün kademeleri kullanılarak ideolojisiyle birlikte telkin edilmeye başlandı. Bu ideoloji 19. asırda dini kendi toplumlarından dışlayıp, onun yerine bilgiyi ikâme etmeye çabalayan ‘pozitivist’ bakışın gündelik hayata hâkim kılınmaya çalışıldığı bir temele dayanmaktaydı. 
 1932 yılında başlatılan Dil Devrimi ile bu konu okullar üzerinden daha sistematik bir şekilde uygulanmaya başlandı. Daha sonra bu uygulamadan rücu edildiyse de 1940’lardan sonra tekrar ivme kazandırıldı. 
 Bu iki temel üzerinden gelişen maarif sistemide iki temel mesele oluştu. Biri millilik, biri de eğitim. Eğitimdeki millilik meselemizin hikâyesine yakın tarihten bir örnekle açıklık kazandıralım. Bugünkü ilköğretimde uzun yıllar kullanılan ve halen aynı esaslar üzerinden yürürlükte olan 1968 ilkokul programı birey temellidir. Ama hangi birey? Cemiyet bağlantıları zayıflatılmış, yabancılaştırılmış ve yalnızlaştırılmış birey. Kısaca atomize edilmiş bireydir burada hedeflenen. Bu ilkokul programının hazırlanışı Ford vakfınca finanse edilmiş. On beş yıl kadar sürmüş hazırlık çalışmaları. Aslı 1955 yılında Celal Yardımcı’nın Milli Eğitim Bakanlığı döneminde başlayıp 1968’de en son sonuç bildirgesi Viyana’da ilan edilmek suretiyle kabul edilmiş bir temel eğitim metnidir. Özü bugünkü pragmatik (çıkarcı) dünyaya egemen Amerikan felsefesine dayalı tüketim düzenini esas alan insan ideali yetiştirme temelli programın bizde de uygulanmasına dayanır. Bugünkü o eğitim felsefesinin temellerini ve uzantıları 19. asırda başlayan bir süreçtir. 1968 ilkokul programıyla da, en belirgin resmî temel ve kimlik kazandırılma aşamasına ulaşmıştır.  

Kelimeler Dünyası 
Bu noktaya gelirken tabii ki şu an ilköğretim, ortaöğretim ve üniversitelerden mezun öğrencilerin ortalama kullandıkları kelime kadrosu ya da kelime haznesinin durumuna göz atmalıyız. Elimizde var olan böyle bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Ama önce bunun evvelini anlatmak istiyorum. Bir başka araştırma sonucu elimizde şu an. O da şu bundan 5 yüz yıl evvel yaşamış olan Fuzulî’nin şiirlerinde kullandığı kelime sayısı 18.000, oradan yüz yıl kadar öncesine geliyoruz, Ahmet Mithat Efendi’nin kitaplarında kullandığı kelime sayısı 13.000, Peyami Safa’nın kitaplarında kullandığı kelime sayısı 6700, oradan günümüze doğru bir yazar olan Yaşar Kemal’in kitapların da kullandığı kelime sayısı 2700-2800 civarlarındadır.  
Buradan da günümüze ve günümüzde kullanılan ders kitaplarının kelime muhtevasına bir göz atalım. Bu ders kitaplarının da mukayeseli örneklerine da bakalım. Anasınıfının kelime öğretme hedefi İngiltere Almanya eğitim sistemlerinde 2000 kelimedir. İlköğretimde 7 bin, ortaöğretimde 5 bin şeklinde ve olgun bir bireyin kazanması ya da öğrenmesi gereken kelime sayısı 20 bin olarak hedeflenmiştir. 
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, kendi hakikatimizi kavrayabilmek için kendi hakikatimizle örülü bir kelimeler dünyası inşa etmek gerekiyor. Ve bunun için neslimizi yetiştireceğimiz milli eğitimden başlayarak milli bir felsefe oluşturarak eğitim işlerine başlamamız gerekiyor. 
Burada konuya uluslararası düzeyde bakalım. İngiliz eğitim sisteminin onların tarih ve felsefesine dayanan bir milli İngiliz felsefesi var, yani içinde arka planında Jhon Locke’nin olduğu bir eğitim ve felsefesi var. Alman eğitim felsefesini incelediğimizde onların da eğitim sistemlerinin arka planında sistemin temel karakterini belirleyen düşünce adamlarını ve İmmanuel Kant’ın var olduğunu görürüz.  Fransızlara bakınca da pekâlâ Descartes vardır. Bizde ise durum bambaşka bir görüntü arz etmekte. Türkiye’de adında millilik olan iki kurumdan birisi Millî Eğitim bakanlığıdır. Adında ‘milli ve eğitim’ var ancak henüz bir milli felsefesi yok. Yani burada Türkiye için felsefesinden başlayarak bir model oluşturulması gerekiyor. Kendi kimliğimizi nasıl inşa edeceğimiz hangi kavramlarla kuracağımız birinci meselemizdir. Bir millî müfredat ortaya koymak gerekmektedir. Ve bunun temellerini dayandıracağımız bir milli eğitim felsefesi inşa etmek gerekiyor. Ondan sonra onun üzerine kelime ve kavramlarımızla kimliğimizi ve milli tarih şuurumuzu inşa etmeliyiz. Aksi takdirde durum bizim için dikkat çekici derecede yabancılaşmaya giden noktalara doğru sürüklenmektedir. 
Okulların ve Kelimeler Dünyası
Burada bugünkü durumumuza bir nazar edelim. Son yıllarda yapılan ortalama araştırmalara göre  ilköğretim sisteminde kelime kadrosu ya da kelime haznesi oldukça gerilemiş durumdadır. 
İlkokullarda bir öğrenci için hafızada olan kelime sayısı ortalama bin, bin beş yüz civarında. Bunun da en fazla yüzde onunu günlük hayatta kullandığını varsayalım. Bir çocuğumuz bir günde ‘yüz, yüz elli kelime’ ile konuşuyor/konuşabiliyor demektir. Ortaöğretimde bin beş yüz, iki bin kelime kadar. Bunun da yüzde onu kadar kelimeyi gündelik hayatta kullandığını kabul edelim. Bu durumda ‘yüz elli, iki yüz kelime’ ile konuşabiliyor demektir ortaöğretimdeki bir öğrenci. Üniversitelerde efendim dikkat buyrulsun üç bin kelimelik hafızaya sahip çocuklarımız. Bunun da yüzde onu kadar kelimeyi günlük hayatında kullandığını varsayalım. ‘Üç yüz kelime’ ile ‘iki yüz kelimeyle’ ‘yüz elli kelimeyle’ gündelik hayatlarını sürdürüyorlar bizim çocuklarımız. 
Birinci olarak kelime kadrosuna dair bu tespiti yaptıktan sonra eğitim ve felsefe tanımından işe başlamamız gerekiyor. Ülkede şu anda öğretmen yetiştiren yüz kadar eğitim fakültesi var. Eğitim sistemine öğretmen yetiştiren ana kaynak bu fakülteler. Şu anki çalışan öğretmenlerin yüzde altmış kadarı bu fakültelerden yetişen çocuklarımızdır. Bunların tamamında öğretilen yıllardan beri öğretilen bir eğitim tanımı var. Tanım şu, ‘zoraki ve istendik tavır değişikliği.’  Bu tariflerdeki ‘zoraki’ kısmı son yıllarda çıkarıldı. Sadece istendik tavır değişikliği kaldı geriye. Tercüme ve şablon bir tarif. Şunu hemen belirtelim ki, eğitim sisteminin gerçek anlamıyla terbiye edilmeye ihtiyacı var. Felsefesinden başlayarak tarifinden başlayarak ders kitapların yazımında durumun kilitlendiğini gördüm bu konuya hazırlanırken. Yazım dili ya da yazılı anlatımın tamamı bu eğitim fakültelerinden yetişen kadrolarca hazırlanıyor ama bizim kültürümüzde bir de sözlü anlatım diye bir şey var. Bizim düğünümüz var, derneğimiz var, cenazemiz var, seyahat kültürümüz var, karşılaşma, ağırlama ve uğurlama kültürümüz ve bunların sözlü ifade biçimleri var. Akademik ortamlarımız var. İşte cenazemizin, camimizin ve cemaatimizin dili var. Çok geniş bir sözlü ifade kültür hazinemiz mevcut. En son gittiğim maç 1985 yılında Denizlispor-Fenerbahçe maçı idi. Sonra Denizlispor -Galatasaray maçına da gittim. Ayrı bir dünya var orada. Ayrı bir jargon var. Ayrı bir kelime kadrosu var. Kahvehanede ayrı bir kelime kadrosu, berbere gidiyorsunuz ayrı bir iletişim dili ve kelimeler dünyası var. Dilimizin ve kültürümüzün gerçek hazineleri mesabesinde. Bizim çocuklarımız, günlük hayattaki konuşma dilinin tamamına yakınından habersiz. Çünkü bu konuşma dili ders kitaplarına yansımıyor. Daha doğrusu konuşma diline dair bir envanter çalışması henüz yapılmamış. 
Bu salgın döneminde şunu gördüm. Çocuklarımız okul müfredatından uzaklaşıp aile, yani anne baba ortamına döndüğünde yapılan ilk YKS sınavında çok büyük bir gerileme oldu. Bunu da anlam ve anlama dünyasındaki farklılaşmaya bağlamak istiyorum. Çünkü çocuklarımızın ailelerinde konuşulan,  annelerinden öğrendikleri bir Türkçe var bizim ülkemizde. Ancak annelerden öğrenilen bu konuşma dilini içinde barındıran ders kitaplarından çocuklarımız mahrum. Çocuklarımızın her gün okudukları ders kitaplarında bizim sözlü kültürümüzden hemen hiç iz bulunmamakta. Ayrıca şu ana kadar konuşma dili üzerine yapılmış hiç bir araştırmaya da rastlayamadım. Bu alan böyle bırakılmamalı. Ders kitapları şu anki muhtevasıyla büyük mesele. Bu konuya büyük meselemiz ya da ‘büyük sorun’ demek istiyorum. Bu konuda birincisi meselemiz ders kitapları yazımında ama ondan önce zihnî olarak bizim eğitimimizi milli bir kimliğe kavuşturacak felsefe oluşturup o zihniyet etrafında bir kelimeler ve kavramlar dünyası inşa etmemiz gerekiyor. Ders kitabı yazımını da onun üzerinden inşa etmemiz gerekiyor. Kelimeler ve kavramlar dünyamızı bir örnekle açıklamak istiyorum. Yargıtay’da görevli bir dostuma Türkçe ve hukuk diye soru sordum. Hocam dedi, eskiden bir içtihadımızı oluşturmak için bir paragraf yazıyorduk. Konuya dair meramımızı ifadede hiçbir açık kalmıyordu. Şimdi aynı meseleyi ifade etmek için bir sayfa yazıyoruz yine açıklıklar kalıyor. Yani meramımızı ifade edemiyoruz. Tam bu noktada okulların anlam dünyamızda ders kitapları ve diğer araçlar üzerinden meydana getirdiği daralma karşımıza çıkmakta. Bu daralmanın köklerini, dile kültür temelli değil de ideolojik aygıt olarak bakan anlayışta aramak gerekiyor. 
Anlam ve anlamlandırma alanlarımızı milli eğitim felsefemize yansıtacak, bir ders kitabı ve müfredat muhtevası oluşturmaya ihtiyacı var bu ülkenin. 
 Kimliğimizin tarihimizin ve kültürümüzün cemi, kelime kadrosu demektir. Sadece kelime değil, edebiyat demek, mimarî demek, estetik (ilm-ü cemal) demek, irfan demek, hikmet demektir. İçinde fen ve din alanı demek bu bütün bizim yaşam alanlarımız yani maddi ve manevi birikimimizi ifade eden bu alanın bizim yazılı kültürümüze aksettirilememesi çok büyük bir noksanlığın göstergesidir. 
Bu büyük eksikliğin ders kitaplarına, konuşma dilinin ders kitaplarına hiç yansımaması çocuklarla okul sistemi arasında bir büyük farklılaşma doğuruyor. 
Çocuk aileden anneden bir türkü, bir deyiş, bir atasözü, bir terim öğreniyor ilkokula varıyor farklı bir Türkçe ile karşılaşıyor. Burada sonuçlar üzerinden bazı değerler ifade etmek istiyorum. 2021 Yks sınavında bir milyon öğrenci yani beş yüz bin sözel, beş yüz bin sayısal öğrencisi barajı geçecek soru yapmadı. Yani barajı geçecek soru çözümü demek on bir ila on beş arası soruyu bir öğrencinin çözmesi demek. Bunun içinde matematik sorusu var. On tane matematik sorusu bakkal matematiği türünde. Yani biraz hesap kitap bilen herkesin yapabileceği seviyede sorular demek. Bunun için lise bitirmeye gerek yok benim anacığım, rahmet olsun, seksen dokuz yaşında rahmetli oldu. Okuma yazması yoktu. Ama bakkal pazar hesabını fevkalade yapmaya çalışan bir zihin dünyası vardı. Ömrünün sonuna kadar bu hesaplarını yapmaya devam etti.
Burada dikkat çekici bir bilgi daha vermek istiyorum. 2021 yılında YKS sınavına giren yedi yüz bin öğrenci hiçbir matematik sorusu işaretlemedi. Bunun anlamı bu sayıda çocuğumuz dört işlem düzeyinde de olsa matematik yapamıyor demektir. Bu meselenin esas nedeninin Türkçeyle ve anlamayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çocuklarımızı zekâsında bir problem yok. Problem ders kitaplarında. Yani insanımızla mevcut bilimler arasında doğru köprüyü kuramayan mevcut eğitim sisteminden kaynaklanmakta asıl problem. Esas meselenin burada düğümlendiği görülmekte. Ders kitaplarının sahih bir Türkçe ile kimliğimizi ve kültürümüzü kapsayacak şekilde yazılması gerekiyor. 
Perspektifinin de milli kimlik ve tarih şuuru temelinde, cemiyet mirasımızı ortaya koyacak ve hakikat penceremizi yansıtacak felsefe ile yazılması gerekir. Ve şu sözle Frantz Fanon’dan bir sözle konumuzu açıklık getirmek istiyorum. Kendisi bir Fransız ve sözü sömürge zihniyetine yöneliktir. ‘’Sizi sömürgeleştiren yabancıların sizde yarattığı en büyük yıkım, sizin zamanla kendinize onların gözüyle bakmalarını sağlamalarıdır.’’ diyor Fanon.
Milli kavramlar ve felsefe üzerinden, yeni ama eskimeyen yenilerimizi içine alacak şekilde ders kitaplarının en kısa sürede yeniden yazmamız gerekiyor. Problem bizim insanlarımızda, çocuklarımızda değil. Gerekli ve yeterli seviyede ülke kimliği niteliklerini temsil etmeyen ders kitaplarındadır.  
Tam burada Milli Eğitim Bakanlığı’nın kendi yaptığı sınav olan ‘abide’ (akademik bilgi değerlendirme sistemi) sonuçlarına bir göz atalım. 
Uluslararası değerlendirme kuruluşu Pisa sisteminde 40’ıncılığımızı görmeliyiz. Orada var olan bazı değerleri bize uygun değildir diye ki orada 7 basamak var bizimkiler 5 basamak üzerinden sınav yaptı. 2018 sonuçları, Milli Eğitim Bakanlığı sitesine abide sonuçları olarak konuldu. Ancak kısa bir süre sonra kaldırıldı. Sebebini tahmin edebiliriz. Ya da bunu kaldıranların cemiyete bir açıklama borcu olduğunu açıklayalım. Oradaki bazı ölçüm sonuçlarına göz atalım. 4 ve 8 sınıf öğrencilerinin % 66’sı deyim, atasözü, hiciv ve nükteleri anlamıyor. Düşünün ki dilimizin asırlara yayılan birikimine bizim çocuklarımız öğrenme bakımından kapalı. Geriye çocuklara konuşmak için dijital dünyanın dili kalıyor. Yine oradaki verilere göre öğrencilerinin  % 25’i yani dört öğrenciden biri günlük hayatta bilimsel bilgiyi kullanamıyor. Daha doğrusu bilim ve bilgi yeterliliğine sahip değil bu kadar büyük oranda evladımız. Bir ülke eğitimi için bundan büyük facia olamaz. 
Sonuç:
Bir eğitim sisteminin temel amacı; öğrencinin çıkarım yapabilme, yargıya varabilme, kıyas yapabilme, muhakeme yapabilme, analiz sentez yapabilmek kabiliyet ve kapasitelerini geliştirmektir. Kısaca çocuklarımızı aklettirmektir. 
Hani bizim medeniyet köklerimizde ifade edilen, kitap yüklü diye başlayan tabirlerine benzetilmemek için aldığımız bilgiyi günlük hayatta yaşadığımız alanda evimizde bahçemizde ya da işlerimizde kullanabilmeliyiz. Çocuklarımız, ‘tekrar, takip ve taklit’ seviyesinde kalmamalı. Soran, sorgulayan, perspektif çizen, fikir üreten, hayal kuran, tasavvurları olan birey kimliği ile yetişmeli. Eğitim sisteminin program ve müfredatlarında olduğu gibi metodolojilerinde de problem var. Yani öğretim metodolojilerimiz demode. Burada bir başka tespite daha yer verelim. Öğrenme psikolojisinde, insan zihni bir bütünlük içinde öğrenmeye meyillidir. Yani aynı grupta olan varlıkları daha kolay öğrenir. 
Nihat Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” adlı muhalled eserinde düşmek kelimesinin 150’den fazla anlamı olduğu belirtir. Yere düşmek, aklına düşmek, gözden düşmek, dile düşmek, yâdına düşmek gibi böyle 150›den fazla anlamı var ‘düşmek’ kelimesinin. Bir kelimeyi biz kullanımdan çektiğiniz zaman onunla ilgili deyim atasözü bütün varlığı iptal etmiş zihnimizde blokaja tâbi tutmuş oluyoruz. O kelime ile ilgili bütün deyim terim, atasözü vs iptal edilmiş oluyor. Dolayısıyla öztürkçeleştirme adıyla dilimizden çıkarılan asırların anlamını yüklenmiş kelimelerin, zihin dünyamızda yol açtığı daralmayı iyi hesap etmek gerekiyor. Aynı zamanda zihin dünyamızda bu kelime ve kavramlara dair düşünme, muhakeme alanları da ortadan kalkmış olmakta. 
Bir başka kelime, Yunanca kökenlerinden gelmekte olan ‘Efendi’ kelimesi. İlk defa bizim yazılı metinlerimizde Mevlana döneminde rastlanıyor. Talebeleri kızı Melike Hatun için ‘efendimizin kızı’ ifadesini kullanmaya başlıyorlar. Sonra bu kelime Osmanlı’da giderek daha çok kullanım alanı kazanıyor ve hanımefendi, beyefendi ya da padişahımız Efendimiz giderek Peygamber Efendimiz gibi çok güzel bir anlama bürünüyor. Kelime bir kültür haline geliyor ve Türkçenin malı oluyor. 
Ezcümle şu noktaya gelmek istiyorum. Bizim kültürümüze girmiş her kelime ve kavramı, maarifimizin de terbiye ve talim alanına yerleştirmeliyiz. 
Tabii ki dünya bir teknoloji dünyası. Dilimize yeni kelime ve kavramlarda girebilecek. Ancak bu durum geçmişle bağımızı koparmadan belli bir ahenk içinde olmalı. Neslimiz gelecekte var olmalı. Ancak geçmişle bağını koparmamalı. Bunun da ortalama ölçüsü Cumhuriyet Dönemi klasiklerinin dilini okuyup, anlayabilecek ve yorumlayabilecek bir seviyede çocuklarımızın genişleyen bir kelime kadrosuna sahip olmalarından geçmektedir. Neslimizi bu kapasite ile yetiştirelim. Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Medeniyet sancağımızdır. Sahip çıkalım. Muhafaza ederek, neslimizi ideal ve şuur haline getirilmiş bir Türkçe sevgisi ile yetiştirelim.   
Sağlıcakla.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul