20 Mart 2023 - Pazartesi

Şu anda buradasınız: / AFGANİSTAN! ŞEHADET YURDUNUN YOLCUSU: TEKİNER TAYFUR
AFGANİSTAN!  ŞEHADET YURDUNUN YOLCUSU:  TEKİNER TAYFUR

AFGANİSTAN! ŞEHADET YURDUNUN YOLCUSU: TEKİNER TAYFUR Necdet MEŞE

“seni tekin, seni tâhâ
seni şehit, seni hasret
seni kavga, seni yürek
seni dipdiri
bütün vakitleri karalayalım
vakitler “o an” olsun
dönüp gel bizlere bir şehadet olup
beraber ağlayalım…”
Hüsetin Akın  (Beraber Ağlayalım şiirinden)

İstanbul’un Ücrasında
Sadece Tekiner Tayfur’un değil, İstanbul’un varoşlarında kaybolmuş bir gecekondu semtinin İslâm ile karışık hikâyesidir bu! Aynı zamanda birbirini takip eden “göç ve hicretlerin” hikâyesidir!
1966 Yılında Bayburt’un Bayrampaşa köyünde başlayan hayat yolculuğu ailesinin İstanbul’a hicretiyle 1976’da Sanayi mahallesinde noktalanmıştı. Bayburt’tan İstanbul’a ve oradan Almanya’ya göçerek hayat mücadelesini sürdüren dindar bir ailenin üçüncü çocuğuydu. 70’li yıllarda taşradan büyük şehirlere göçen insanımızın hayat şartları da aşağı yukarı birbirine benziyordu, neredeyse her ailede bir gurbetçi vardı. O yıllarda mahallenin yoksulluklar ve yoksunluklarla çevrelenmiş günlük yaşamında en belirgin husus terör olayları ve dindarlığıydı. Anarşinin şaha kalktığı, sağ sol çatışmasında her gün birkaç kişinin öldüğü, insanımızın korkudan yıldığı zamanlardı. Terör ve korkuya rağmen bir grup hamiyet ve cesaret sahibi Müslüman, o dönemde solcuların hâkim olduğu Kâğıthane’de ölümü göze alma pahasına ve üstün çabalar göstererek bu yoksul kenar mahallesinde bir İmam-Hatip Lisesi açmayı başarmışlardı. Okulun kurucusu Mustafa Sevim ve yanındaki fedakâr gençlerden Salih Kara, Gürsel Kabadayı, Münir Kaya bu cesaretlerinin bedelini peş peşe komünistler tarafından şehit edilerek ödemişti.
Bir yandan aman vermeyen terör dalgası, bir yandan Anadolu’dan akın akın gelen göç dalgası, önü alınmaz alt yapı sorunları derken insanımızın büyük şehirde tutunma çabaları gerçekten umut vericiydi. Bir yandan da ideolojik ve dinî yapılanmalar, hükümetlerin çaresizlikleri ve terörün gölgesinde devam ediyordu. Elbette bu kargaşa içerisinde, büyük şehirlerde yapılanmaya başlayan cemaatler, sayıları hızla artan İmam-Hatip okulları ve birkaç İlahiyat Fakültesinin varlığı altında İslâmcılıkta kendine bir yol çiziyordu. Aslında Anadolu insanı çok farklı şehirlerden İstanbul’a gelmelerine rağmen, şehre tutunmak için ortak bir paydada birleşiyordu: Dindarlık! Aidiyet çabalarının temelini Müslümanlık oluştururken, fikri ve kültürel bir değer olarak yükselen ideolojilere karşı İslâm/cılık ile varlık mücadelesine girişiyorlardı. İşte bu ortamda, Tekiner o yıl Şişli İmam-Hatip Lisesi’ne kaydolarak yedi yıllık orta-lise öğrenim hayatı başlamış oldu. O fırtınalı yıllarda İmam-Hatip Liseleri sadece sıradan bir okul değil, dindar kesim adına misyonu olan ve gelecek va‘dettiği inalınan eğitim yuvalarıydı! Hele de Şişli İmam-Hatip Lisesi Sanayi mahallesinin de verdiği dinî hava ile Tekiner’in ruhunda bir İslâm mücahidi olma hevesini ve şehadet ateşini tutuşturacaktı! Yoksulluk ve yoksunluklarla yoğrulan bu semtte koca yedi yıl hızlı bir şekilde gelip geçmişti. Lise diplomalarımızı alarak üniversite kapılarına dayanmıştık dayanmasına ama içimizde herhangi bir fakülte değil, İslâm’ı öğrenmenin, İslâmî İlimler okumanın ve “dava adamı” olmanın aşkı vardı. Zira ideolojik okumalar bizleri daha lisedeyken bir adım öteye taşımış ve tevhidi kavramamıza yol açmıştı. Tevhidi kavrayış ve Tevhidî dünya görüşü içimizde sönmeyecek bir ateşi harlamıştı. Bizlerde artık büyük kente ve hayata tutunma çabasının vardığı yer; İslâm ve İslâmî ilimleri öğrenme heves ve heyecanı olmuştu.
Tanışma
İşte Tekiner’le Aynı Yıl Kayıt Olduğumuz İmam-Hatip Lisesinde tanışıp dost olduk. Tam yedi yıl, aynı mahallede oturmanın avantajıyla neredeyse gece gündüz birlikte olduk. Aynı ortamı, aynı okulu, aynı öğrenme hevesini ve aynı davayı paylaştık. Okul dışında da çok okuyan bir arkadaş çevremiz vardı; elimize geçen her kitabı soluksuz okuyup üstüne kritiğini yapardık. İslâmî eserler her zaman başı çekse de, tarih, siyaset, felsefe, edebiyat, özellikle şiir ilgi alanımızdaydı. Bu bazen düzenli sohbetlerle, çoğu zaman düzensiz kendiliğinden oluveren bir süreçti. Tekiner’in İslâmî ilimlere ve Müslüman coğrafyaya ilgisi, şehadet tutkusu her şeyin üstündeydi! Hayallerinde hep Filistin, rüyalarında sürekli Afgan dağları vardı. En sevdiği muhabbetler bunlar üzerineydi.
Hüsran
Birlikte yaptığımız bitimsiz sohbetler, kitap kritikleri, İslâm dünyası/İslâmî hareket ve geleceği gibi konular dışında, biz Tekiner’le genellikle Safahat üzerinden anlaşırdık! İslâm âleminin içinde bulunduğu trajik durumu içselleştiren o duygulu yüreği, Mehmet Akif’in “halimize tercüman” olan o kurşun gibi mısralarıyla coştukça coşardı. Bülbül şiiriyle başlayan cûş-i hurûşumuz bazen gizli gözyaşları ile süslenerek geç vakitlere kadar devam eder, ikimizin de iç dünyasını beslerdi.
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânumansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
………..
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Ne haybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânumânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem,
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem! 1
İslâm âleminin duçar olduğu perişan durumu «neden» diye sorguladıkça Akif’in dilince dillenirdi:
Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı
Nur istiyoruz sen bize yangın veriyorsun
Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun...2
Ve sonra Hüsran’a gelirdi sıra… Nedense ille de Hüsran’a... Belli ki –bana göre de öyledir- kendi duygularına en çok yakıştırdığı yahut hislerini en güzel ifade eden bu Hüsran şiiriydi. Acaba diyorum yıllar sonra, duygu dolu bu şiir saatleri Pakistan-Afganistan hayallerini beslemiş midir? Beslemiştir de, onun hayallerini gerçekleşme safhasına getirmiş midir?
Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâmı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım?
Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?
Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı artık boğarak, na’şını, tuttum,
Bin parça edip şi’rime gömdüm de bıraktım.
Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler «Safahât”ımdaki “Hüsran” bile sessiz!3
Tıpkı Akif gibi, o da bütün bu olanlara tepkisiz kalamazdı, “hiç çağlamadan gizli inen yaş gibi” akamazdı! “Hüsran” gibi olduğu yerde “sessiz” duramazdı! Durmadı da...
Kişiliği
Tekiner kardeşimiz yumuşak huylu, son derece güleç yüzlü, herkesle rahat iletişim kurabilen ve iyi geçinen bir kişiliğe sahipti. Her zaman vakarlı ve onurlu bir duruş sahibiydi. Sakin görünmesine rağmen son derece coşkulu ve heyecanlı bir yönü de vardı. Bu güzel kişiliğini İslâm ahlakıyla mezcetmiş, muttaki, dava sahibi bir muvahhid idi aynı zamanda. O kadar ki, yüreğinde yana duran bir cihat aşkıyla yaşar, hep şehit olmanın hayallerini kurardı. O döneme (38 yıl öncesine) ait Lise Yıllığı’nda bunları okumak bugün dahi insanın kalbini titretir.4
Üç kıtaya yayılan oldukça sürekli ve kışkırtıcı bir tarih bilincine, bütün İslâm dünyasını kucaklayan bir ümmet bilincine ve tevhidî bir duruşla çerçevelediği bir önderlik ve şecaat ruhuna sahipti. Sahip olduğu ilimle birlikte bütün bunların meydana getirdiği, harcını kardığı yüksek bir İslâmî bilince, tevhidî dünya görüşüne sahipti.
İslâm söz konusu olduğunda, o yumuşak huyu gider yerine aslan kesilen celadetli bir yiğit gelirdi. İslâm’a hakarete, Müslümanlara yapılan saldırılara, mazlumlara yapılan zulümlere asla dayanamaz, rıza göstermezdi. Allah’ın dini uğrunda hiddetini karşısındakini ürkütecek kadar göstermekten çekinmezdi. Böylesi durumlarda o munis insan gider, yerine kaplan öfkesinde bir Tekiner gelirdi. Hayatının ilerleyen safhalarında bu yönünü her halükârda öne çıkaracaktı. Her iki yönünü ilimle süsleyecek basireti de göstermiş, Pakistan’da Uluslararası İslâm Üniversitesine kaydolmuş ve orada hocalarının dikkatini çekecek kadar başarılı bir öğrenci olarak Arap Dili ve Edebiyatı okumuştu. Birkaç dili birden öğrenmekle kalmamış, ilmî olarakta kendini geliştirerek etrafında temayüz etmişti.5
Pakistan: Bir Ufuk Sıçraması
Evet, Tekiner kendisinden beklendiği gibi bir ufuk sıçraması yapmış, 1983 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesini terk ederek, hayallerini ve hedeflerini gerçekleştirmek üzere hemen Pakistan’a gitmişti! Üniversite eğitimine başlamış ve son sınıfa kadar da gayet başarılı bir şekilde gelmişti. Girişkenliği ve samimiyeti sayesinde kısa sürede kendini sevdirmiş, okuduğu üniversitenin (uluslararası) verdiği imkânlar ile her milletten arkadaş edinmiş, geniş çevre sahibi olmuştu. Değişik milletlerden Müslümanlarla tanışmak, onlardan ülkelerinde olan bitenlere ilişkin tek elden bilgi almak onun vizyonunu genişletmiş, meselelere daha evrensel bakmayı öğretmişti. Pakistan’da adeta bir ufuk sıçraması yaşamış, Türkiye’de edindiği tekdüzelikten kurtulmayı başarmıştı! İlim öğrenmek olmazsa olmazdı, Müslümanlarla tanışmak sorumluluktu onun için, ancak ilmini cihad ile süslemedikten, ateşin içine düşmüş bir millete kurtuluş savaşında yardım edemedikten sonra bunlar ne işe yarardı ki!.. Cevval kişiliği sayesinde kısa zamanda mücahit gruplarıyla temasa geçti ve tatillerde boşluk buldukça cihada katılmaya başladı. Bir süre sonra usta bir mücahit olmuş, daha Türkiye’deyken gönül verdiği Afgan cihadını yürekten benimsemişti.
İstanbul ve Pakistan’daki yaşamının şahitlerinden Metin Ünlü onu şöyle anlatır: “Tekiner sadece Sanayi mahallesinin kaybı değil, ümmetin kaybıdır. Kendisi İslâm davasının sembol isimlerinden biridir; ortaya koyduğu mücadele ve adanmışlık, her dönem bize yol gösterici olmuştur. Bizler meselelere bakarken Tekiner gibi olmalıyız. Ona göre “hayat iman ve cihad”dı. “Ya Rabbi kanımı günahlarım için temizleyici kıl” diye dua ederdi. Tekiner’i Pakistan’da, Afgan dağlarında İslâm düşmanlarına karşı mücadele ederken, kütüphanede İslâmî eserler okurken ve çevresine yardım ederken bulabilirdiniz. Sadece cihad için Afganistan’a değil, İslâmabad’dan Lahor’a gider, orada Türkistan’dan gelen talebelere Kur’an dersi verirdi. Bugün Pakistan’da, Türkistan’da ve Çin’de Tekiner’in rahle-i tedrisinden geçen birçok Türkmen kardeşlerimiz vardır.”6
Afganistan: İmanın Sınandığı Yer
Bir yandan İslâmabad’da başarıyla okuluna devam ederken, bir yandan da fırsat buldukça sınırı geçerek Afgan cihadına katılıyordu. O dönemde mücahitler, zaten fakir olan Afganistan’ın ağır şartlarında yokluklar ve güçlükler içerisinde ülkelerini işgal eden komünist Rusya’ya (o zamanki adıyla SSCB) karşı inanılmaz bir mücadele veriyorlardı. İslâm dünyasının her tarafından gelerek cihada katılan Müslümanlar arasında Türkiye’den gelenler de vardı. Dönemin iki süper gücünden biri olan komünist Rusya (SSCB), yerli işbirlikçilerini de kullanarak Afganistan’a kan kustururken, mücahitler bu süper güce karşı adeta dişe diş bir mücadele veriyordu. Dünyanın en zorlu, en yoksul, en soğuk coğrafyasında, geçit vermez Hindikuş dağlarında, dönemin süper gücü Sovyet Rusyasına karşı yokluklar içinde verilen imkânsız bir savaştı bu! Hava saldırıları, füzeler, bombalar, kurşunlar, ölümler, zulümler altında denk olmayan bir savaş sürüyordu ve bu asimetrik kirli savaş mutlaka kazanılmalıydı. Üstad Necip Fazıl’ın tabiri ile;
Saban taşlarının yanında füze
Başka alemlerle farkımız bizim!
Tekiner tam aradığını bulmuş ve içinde yanan cihad ateşini bir nebze olsun söndürebilmek için, Muhammet Taha adıyla bir mücahid olarak küffara karşı savaşa iştirak etmişti. Pakistan’da okuduğu müddetçe cihada defalarca katılmış, cihadın her safhasında mücadele vermişti. Cephede cesaret ve atikliği ile sivrilmiş, onca tehlikeyi göze alarak mücahit gruplarıyla Afganistan’ı bir baştan bir başa geçmiş ve birkaç yerinden yaralanmıştı. Yaralanmasına ve zorlu tabiat şartlarında ağır hastalıklar geçirmesine rağmen asla yılgınlık göstermemiş, iyileştiğinde tekrar cepheye koşmuştur. Ülkesini ve ailesini özlemesine, duygularını içli mektuplara dökmesine rağmen, yaz tatillerinde bile cihadı terk etmemişti. Onun için Afgan cihadı “imanın sınandığı” yer idi. O, bu Müslüman coğrafyaya sadece ilim öğrenmek ve gezmek için gelmemişti. Aslında bunlar hep ikinci planda idi, asıl amacı Afgan cihadına katılarak bir mücahit olmak ve layıksa içinde kor gibi yanan şehadete ulaşmaktı.
Kutlu Son
Pakistan’da bir yandan İslâmî ilimler alanında eğitimine devam ederken, bir yandan da ta liseden beri cihad ve şehadet aşkıyla süslediği hayallerini gerçekleştirmek üzere Afgan cihadına defalarca katılmıştı. Ve üniversitenin son sınıfında iken 10 ocak 1988’de Pakistan-Afganistan sınırındaki Host bölgesinde o çok arzuladığı, rüyalarında gördüğü ve genç ömrünü adadığı şehadet şerbetini içmişti.
O etrafında olup biten bunca haksızlığa, bunca zulme tepkisiz kalamazdı. 21 yaşında yiğit ve ateşli bir gencin yaşam öyküsü böyle noktalanmıştı. Pakistan’da İslâmî ilimler öğrenmeği araç, Afganistan’da cihada katılmayı amaç edinip şehadet yurduna yolculuğa çıkan o genç adam, yılmadan yoluna devam ederek gönlünde yatan o kutsi ideali gerçekleştirmişti.
İslâm düşmanlarına, Müslümanların yurdunu işgal etmeye kalkışanlara tepkisini eşsiz bir şekilde ortaya koyarak gencecik yaşında hicret etti; ülküsü uğruna hem yurdundan, cihad uğruna hem bu kirli dünyadan...
Bayburt’ta başlayıp bir üre İstanbul’da konaklayan, Pakistan’da ilimle devam ederken Afganistan’da şehit olup Peşaver’de Rahman Baba mezarlığında son bulan yiğit bir kardeşimizin öyküsüdür bu! İçimizden çıkan biri, bizlere umut ve gençlerimize örnek olan bir yiğidin öyküsü!... Afganlı dostu Fazlulhadi Vezin’in çarpıcı ifadesiyle o “Hilafet diyarının şehidi” idi.
Şehadet
Şehadet Kur’an’da geçen kendine özgü kavramlardan biridir ve kök anlamı itibariyle; “bir şeye şahit olmak, bir olaya tanık olmak” manasına gelir. Şehadet, iç ve dış duyularla herhangi bir şeyi kapsama almak, hissî bir hazır olma ve tanıklık halidir. Istılahî anlamda şehadet; müşahede ile (iyice gözlemleyerek ve hislerle vakıf olarak) hazır olma, nefiste gerek hazır olarak ve tüm duyularıyla vâkıf olarak, gerekse meydana gelmek suretiyle karar kılan bir ilimdir ki; bu ilimle şahit olduğunu/tanıklık ettiğini ikrar etme ve açığa vurma halidir.
Bakara 185: “Sizden kim o aya şahit olursa oruç tutsun.”
En‘âm 73; Ra‘d 9: “O, görüneni de (şehadet), görünmeyeni de (gaybı) bilir.”
Âl-i İmrân 70: “Ey Ehli Kitap! Şahit (tanık) olup dururken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz!”
Bakara 140: “Yanında Allah’tan olan (gelen) şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabilir?”
Bakara 283: “Şehadeti gizlemeyin, kim onu gizlerse kalbi çok büyük günahkârdır!”
Nisâ 42: “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de bunlar üzerine şahit kıldığımız gün nice olur?”
Şehitler dünya hayatında her şeyleriyle hakka şahit olanlar, hakkı yaşayışlarıyla temsil edenler, imanın, ilmin ve şehadetin (tanıklığın) kendisi haline gelenlerdir. Şehadet; ilimle, yaşantıyla, adaletle hakka şahitlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak; Allah yolunda cihad ederek can vermeye de “şehadet/şehitlik” denilmiştir. Bu şekilde canlarını feda edenlere de bu sebeple “şehit” adı verilmiştir. Şehadetin özü; yakîn bilgi (ilim), adalet, takva ve yaşayışla hakka şahit olmaktır, hakkı yeryüzünde temsil etmektir! Şehid bu manada yaşadığı çağın tanığıdır! Şehid/şahit dünyada çağına iki türlü tanıklık eder; hem Allah Resûlü’nün getirdiği din-i İslâm’a, yani vahye; inancı, yaşantısı ve mücadelesi ile tanıklık eder, hem de yaşadığı dönemdeki zalimlerin zulmüne, çıkardıkları fitnelere, döktükleri kanlara, yaptıkları haksızlıklara ve sapkınlıklara tanıklık eder.7 Bu şehadetini kanıyla ve canıyla mühürleyerek, şehadetini tekrarlamak üzere Rabbinin huzuruna gider. Şahitlik aynı zamanda şehidin, âhirette hem Allah’ın sunduğu nimetlere tanıklık etmesine, hem de Allah ve meleklerinin bu duruma tanıklığına işaret eder!8
Bu manada Kur’an’da şöyle buyurulmuştur:
“Allah yolunda öldürülenler için “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara 2/154)
“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın. Aksine onlar diri olup Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmrân 3/169)
İşte Tekiner’in de şehadetinin anlamı tam olarak budur! O 21 yaşında bir delikanlı olarak çağına tanıklık etti ve şahit (tanık) olarak aramızdan şerefle ayrıldı.
“Şehadet asıl olarak insanın kendinden ve çevresinden haberdar olmasıdır. Şehadet bir ölüm biçimi değil, bilakis bir yaşam biçimidir! Zira şehadeti hak etmenin yolu şahit olmaktan geçer!...”9
Bir Anı
Rahmetli Tekiner kardeşimle yıllar içinde elbet birçok anımız oldu, ama beni en çok etkileyeni Pakistan’a ilk gidişinde bana söyledikleriydi, doğrusu belki de vasiyetiydi. Bilemezdim. Pakistan’a gitme planlarını birlikte yapmıştık, lakin bir sebepten ben son anda vazgeçmiştim. Bana dedi ki: “madem benimle gelmiyorsun burada kardeşlerime sahip çık. Onların İslâm’ı öğrenmesine yardımcı ol, ahlakî durumlarını takip et. Onları kötü alışkanlıklardan koru. Sen bunu yapabilirsin, biliyorum.” Öylece karşısında kala kalmıştım. Sadece “ben bunu nasıl yapabilirim Tekin, hem kardeşlerin küçük (Kadir sanırım 11, Zafer 6 yaşında idi) onlarla anlaşamam, hem de İzmir’de üniversiteye başlayacağım, burada olmayacağım” dediysem de, o meşhur sözünü söyleyip bitirdi: “Bırak bu işleri, sırtında vebaldir istersen yaparsın!...” Sonrasında kardeşleriyle hukukumuz bugüne kadar devam ettiyse de, o “vebalin” karşılığını verebildim mi emin değilim...
Gençler İçin Örnek
O, genç yaşta şehadetiyle ebedîlik sırrına mazhar olurken, biz dostları ihtiyarlığın merdivenlerini tırmanarak hayatın hay-u huyunda kendi sonumuza doğru yaklaşıyoruz. Son yirmi yıldır ülkemizin atlattığı siyasî ve ekonomik badireler, İslâm dünyasının yaşadığı zulüm ve katliamlar Müslüman dünyayı kaos ve yozlaşmanın içine sürüklemiştir. Bu hercümerç içinde İslâm’ın kutsal kavramları da maalesef yozlaşmadan nasibini almaktadır. Belki daha çok böyle zamanlarda, Tekiner kardeşimiz gibi yaşamıyla örnek olmuş öncü şahıslara ihtiyaç doğuyor. Yaşlılığa doğru istikametini çevirenler için bir uyarı sembolü, gençlerimiz için Müslüman bir idol, gelecek nesiller için ise güzel bir örnekliktir. Sonuçta her Müslüman yaşadığı çağın tanığıdır. Tekiner bu tanıklığı kendi kanıyla mühürlemiş bir şehid, bize kalan mirası da gidişatından sorumlu olduğumuz kendi zamanımızın şahitleri (tanıkları) olmaktır. Şahitlik; dünyevîleşmiş, ilahî ve uhrevî olanla bağını çoktan koparmış bu zulüm çağına karşı Müslümanın cevabıdır!
Bu bağlamda, Tekiner’in kısacık hayatının üç yönü günümüz gençlerine elbette güzel bir örneklik teşkil eder:
1- İslâmî değerlerle bezenmiş güzel bir huy ve ahlak sahibi olmak,
2- İslâm’ı, dünyadaki zulümlere son verecek ulvî bir dava olarak kanı ve canı pahasına benimsemek,
3- Kişiliğini geliştirmek ve ideallerini gerçekleştirmek için ilim ve arapça başta olmak üzere birkaç dil öğrenmeye gayret etmek.
Birincisi insana şahsiyet, ikincisi dünya görüşü kazandırırken, üçüncüsü ise bunları gerçekleştirecek araç ve donanımı sağlar.
Böylece kimse havaya konuşmaz, boşa atıp tutmaz ve en önemlisi de ömrünü boş hayaller peşinde heba etmez...
Yürekli Bir Babanın Beyanları
Tekiner’in babası Muzaffer amca, oğlunun şehadet serencamını bütün babalara örnek olacak şekilde şöyle özetler:
Daha çocukluğunda İslâmî kişiliğinin belirtileri vardı.
O yıllarda İslâmî çalışmaların içinde idi, daha sonra duydum ki iki gün de nezarette kalmış.
Lise yıllarında not defterine “bu gece gördüğüm rüyanın bedelini ancak Afgan dağlarında şehit olarak ödeyebilirim” diye yazmıştı.
Annesi bir gün babasına dedi ki: “Tekiner rüyasında görmüş ki Afgan dağlarına tırmanıyor.”
Mustafa Sevim’in şehadeti sırasında Lise 2’de idi. Onun kanlı cübbesini getirmiş eve, bir müddet onunla namaz kılmış, ona sarılır ağlarmış. Annesi “oğlum ne yapıyorsun?” deyince, o da “Anne ben de böyle şehit olacağım” demiş.
Amacı şehit olmaktı, başka bir şey değil. Zaten birkaç sefer ben de duymuştum.
“Anneciğim ben şehid olursam sakın ağlama, şehadet haberim geldiğinde getirene müjdelik ver” derdi.
Yavrumun şehid olduğu rüya âleminde gösterildi bana… Abim ve bir arkadaşı bana haber vermek için geldiklerinde durumu anladım, “Abi Pakistan’dan haberi kim getirdi? Ben rüyamda haberini aldım, Tekiner şehid oldu” dedim.
Annesine “Hanım bizim çocuğumuz devamlı şehadeti isterdi, sen de biliyorsun. Şimdi sabret ve dua et” dedim.
Kabrini ziyaret etmek için karayolundan Pakistan’a gittim. Yavrumun gittiği yollardan gidip çektiği çileyi görmek istiyordum. Kabrine gittiğim zaman Rabbim kalbime sükûnet verdi, belki dayanamam diye çok dua etmiştim. Ben üzülürsem yavrum rahatsız olur diye çok korktum.
Yavrumun şehadetinden dolayı asla müteessir olmadım. O, Allah’ın emrine uyarak mazlum Müslüman kardeşlerine yardım etti.
Burhaneddin Rabbani Afganistan Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’ye geldiğinde yüz yüze konuşmak nasip oldu. Ona dedim ki: “Müslüman gençler kâfirlere karşı din kardeşlerini desteklemek için Afganistan’a gittiler ve birçoğu benim yavrum gibi orada şehid oldu. Ama bu mücadelenin sonunda birbirinize düştünüz. Yoksa Rus’u kovduktan sonra koltuk mücadelesi mi yapıyorsunuz? İngiliz mi girdi içinize yoksa Amerika mı?” Böyle açık konuştum. “Keşke benim bu yolda on tane oğlum gitseydi, bundan müteessir olmam ancak birbirinize düşmeniz bizi çok üzüyor” deyince Rabbani ağlamaya başladı…”
Sonuç Yerine
Tekiner’in yetişmesinde büyük katkısı olan İstanbul’un ücrasındaki o semt, artık o eski yoksul ve mütevazı semt değil ne yazık ki!.. O semt gitmiş, yıllar içinde yerine zenginleşmiş, kalabalıklaşmış, kabalaşmış, gökdelenlerle süslü kozmopolit bir semt gelmiş! O güzel insanlar da güzel atlara binip o semti terk edeli çok olmuş! Hatta daha acısı, Tekiner’i yetiştiren Şişli İmam Hatip Lisesi bile hünerli eller tarafından bir hokus pokusla yok edilmiş! Üstelik bu hokus pokus, gözlerimizin önünde siyasetçiler ve bürokratlar tarafından bilinçli olduğuna ve bir amaca hizmet ettiğine inandığım bir plan dâhilinde gerçekleştirilmiştir! Müslümanlara sus payı olarak da, sanki bulunmaz bir şeymiş gibi tarihi Şişli/Kâğıthane İmam Hatip Lisesi’nin yerine “Kız İmam Hatip Okulu” yapılarak armağan(!) edilmiştir! Bu icraatın mesajı gayet açıktır; senelerdir Tekiner gibi mücahitler yetiştiren ve mahalledeki bütün cemaat yapılarını besleyen “Erkek İmam Hatip Lisesi” seküler sistem için bir tehdittir! İslâmî manada son derece hareketli olan bu mahallede; hem Müslümanları pasifize etmek, hem de bunu dikkatleri çekmeden yapmak gerekiyordu! Bunun en kolay yolu da, buradaki İmam Hatip okulunu hokus pokusla “Kız İmam Hatip” okuluna çevirmekti. Yapılan yeni bina plan sahiplerine bu imkânı vermiştir. Hanımlar alınmasın, ancak fıtratları gereği erkekler gibi baba yurdunu beklemezler; evlenip dağılacakları için mezun olunca ne okullarına dönmek, ne de mahalledeki cemaatleri beslemek gibi bir özelliğe sahiptirler! İşin daha da tuhaf yanı bu konuda gürültü çıkaracaklara verilen ironik sus payıdır: Sanayi mahallesinde Şişli/Kâğıthane İmam Hatip Lisesi’ni kuran ve mezarı yaptırdığı okulun duvarına bitişik olan Şehid Mustafa Sevim’in adının, Gültepe semtindeki başka bir İmam Hatip Lisesine verilmesidir!
Ancak Tekiner’in mahallesinden güzel haberler de gelmektedir; şehidimizin beş kardeşi 34 yıl sonra hep birlikte 2021 Aralık ayında Pakistan’a giderek, kardeşlerinin Peşaver Rahman Baba semti mezarlığındaki kabrini uzun aramalardan sonra bulup ziyaret ettiler. Mezarını yeniden yaptırıp şehidimizi dualarıyla ve gözyaşlarıyla ihya ettiler, ona olan sevgi ve vefalarını gösterdiler. Okulu yok edilse de, uzak bir diyardaki kabri şükür ki sağlam ellerde!...
Şehitler unutulmaz! Onlar kendilerini asla unutturmazlar! Unutanlar gaflet içinde yaşayanlar, dünyanın geçici süsüne aldananlar, heva ve hevesine uyanlardır! Arkasında, bize pırıl pırıl örnek bir şahsiyet ve sorgulanası bir hayat bıraktı! Şimdi soralım kendimize; “Hüsran” şiiri ile yola çıkmıştı ya, Mehmet Akif’in döneminden Tekiner’e ve Tekiner’in döneminden bugüne İslâm dünyasında ne değişti?! Her Müslüman bu soruya kendince cevap aramalıdır! Ve herkes bu soruya vereceği cevabı inceden inceye düşünerek bulacağı çözümün peşinden gitmelidir!...
Afganistan’a Gelince
34 yıl sonra, aktörleri değişse bile Afganistan hala bir savaş, zorluk ve kaçışlar ülkesi. Tam bağımsızlığına ve özgürlüğüne onca canı, onca kanı, yerle bir olmuş bir ülkeyi bedel vermesine rağmen bir türlü kavuşamadı. Emperyalist zalimlerin yeni silahlarını deneme ve güçlerini göstermede savaş alanı oldu!
Bulunduğu coğrafya sebebiyle bitmeyen savaşların, tükenmeyen siyasî mücadelelerin, kanlı suikastların ülkesi ve nihayet İslâm ümmeti için trajik bir sınanma yeri ve bizler için de hayal kırıklıklarının ülkesi oldu. Bugün de kan, bugün de gözyaşı, bugünde kitleler halinde kaçışan umutsuzların ülkesi durumundadır! Emperyalizmin gölgesi altında şekillenen iktidarlar ne tutunabilmekte, ne ülkeyi sarmalamış kör cehaleti ve koyu taassubu bitirebilmektedir. Binlerce şehide rağmen, kolunu, bacağını, elini, gözünü bedel vermiş onca gaziye rağmen gönül isterdi ki bağımsız olsun, özgür olsun Afganistan! Ama görünen o ki, Afganistan’ın hala bir geleceği yok!..
Rabbim bizi gaflet içinde yaşamaktan uzak eylesin! Çağımızın şahitleri kılsın! Mahşer gününde şehitlerle birlikte haşreylesin!...
M. Akif Ersoy, Safahat, Bülbül Şiiri, MEB Baskısı, s. 276.
M. Akif Ersoy, Safahat, Bülbül Şiiri, MEB Baskısı, s. 232.
M. Akif Ersoy, Safahat, MEB Baskısı, s. 455.
Şişli İmam Hatip Lisesi, 1983 Yıllığı.
Önder Bülteni, Tekiner Tayfur Özel Sayısı, Ocak-Şubat 1996.
Hasbahçe Gazetesi 9.01.2016 https://hasbahcegazetesi.com/sehadetinin-28-yilinda-sehid-tekiner-tayfur-anildi/
Vuslat Dergisi, Şehadet, Şubat 2021, sayı: 236.
TDV İslâm Ansiklopedisi, Şehid Md.
Muhammet Barazi, Hasbahçe Gazetesi, adı geçen nüsha.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul