
1) Fikrî Arka-plan
Kur’an’ın bütün insanlığa rehber oluşunu vurgulayarak İslâm’ın bu problemlerle nasıl baş edeceğini açıklamak 19 ve 20. asrın bütün samimi ve dürüst âlim, aydın ve mütefekkirlerinin genel kanaati niteliği taşımaktadır. Bu konuda akılcılar ile nassa bağlılıkta aşırı hassasiyet gösterenler, Modernistlerle Gelenekçiler, Sünnîlerle Şiîler, Kelâmcılarla Muhaddisler arasında kayda değer bir aykırılık söz konusu değildir. Hepsi de İslâm nizamının tek çare ve tek çözüm olduğunda müttefiktir. Onların hepsi İslâm inanç ve düşüncesinin, ibadet ve ahlakının, hukuk ve siyasetinin beşerî nizamlarla kıyaslanmayacak düzeyde fevkalade üstün olduğu fikirleriyle meşhurdur. Temel mesele ümmetin bugünkü modern dünyaya nasıl karşı koyabileceği ve onun saldırıları karşısında nasıl ayakta kalabileceği sorusuna esaslı, tutarlı ve makul bir cevabın verilmesidir. Ayrıca bu cevabın nasıl ümmet, camia ve cemiyet tarafından kabul edilip benimseneceği, milleti ne şekilde kendine getirebileceği, dirilmesine ve direnişine, tekrar ayağa kalkmasına nasıl yol açabileceği meselesidir.
Çağdaş müfessirler genelde Kur’an’dan evrensel bir mesaj çıkarmaya ve bunun çağdaş dünyaya uygunluğunu göstermeye çalışmışlardır. Bu nedenle onların tefsirleri önceki 5-10 asırda ortaya çıkan branş tefsirlerine benzemekten çok, Kur’an metnini, çok geniş bir bağlamda açıklama cihetine yönelmiştir. Öte yandan son asırların müfessirleri, Kur’an’ın yalnızca bilgili olanların anlayabileceği Kitab’ı veya metni geniş biçimde izah etmekten çok, çağdaş hayatın zorunlulukları, açmazları ve dertlerine deva aramışlar, bu nedenle açıklamaları heyecanlı, dinamik ve hareketli bir yaklaşımın mahsulü olmak zorunda kalmıştır. Kur’an ve tefsirle ilgilenen hiçbir âlim veya aydın işin bu yönüne değinmeden geçememiştir. Mizaçları farklı da olsa, ana fikir ve temel düşünceleri birbirine çok yakın mecrada seyretmiştir. Bu açıdan Tantavî, Tabatabâî, Abduh, Mûsâ Carullah, Abdulkadir Cezâirî, Kevâkibî, İkbal, M. Akif, Kevserî, M. B. es-Sadr, Derveze veya Ömer Nasuhi Bilmen arasında kayda değer bir yön veya değer farkı söz konusu değildir. Hepsinin derdi ümmetin hal-i pürmelali, Batı’nın durdurulamayan acımasız sömürgeleştiren gücü, bilim ve teknolojideki gelişmeler ve bunlar karşısında ne tür bir tavır alınacağı konusunda bir yol haritası çizmek ve Sefîne-i Necât’i inşa etmekti. Birbirinden farklı yaklaşımlar ve metotlar kullansalar da ana amaçları birbirine çok yakındı. Kimse ümmetin ve Müslümanların tamamen izmihlale uğradığına ve bir daha dirilmemek üzere öldüğüne inanmıyordu. Tarihte ve cemiyet içinde kimi aksaklıklar ve eksikliklerden bahsediyorlardı ve bunların telafisinin mümkün olduğuna, ümmet-i İslâm’ın tekrar canlanabileceğine ve insanlığa, din, inanç, ibadet, ahlak, hukuk ve siyaset alanında nadide bir önderlik yapabileceğine gönülden inanıyorlardı. Tüm çabaları ümmetin bilinçlendirilmesi, sağlıkla istikamete yönlendirilmesi ve tutarlı, makul biçimde idare edilmesi noktalarında yoğunlaşıyordu. Kimi zaman sağa sola sataştıkları oluyordu ama hedefleri ve amaçları bütünüyle bir iç hesaplaşma ve Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları için bulduğu birbirlerini öldürme çaresine benzer bir yola girmek değildir. En çok öne çıkan önerileri ve öngörüler, fikren aydınlanma, ahlaken arınma, sağlıklı bir eğitim ve öğretim sisteminin kurulması ve adım adım bu faaliyetlerin sahasının genişletilmesi şeklinde özetlenebilir.
2) Fi Zilâl Yürekli-Duyarlı Bir İslâm Savunmasıdır
Fî Zilâl’da yapılan Kur’an tefsiri, bu yegâne ilahî kitabın bütün insanlık için doğru rehber ve bu yüzden de onların bütün davranışlarını yönlendirecek tek geçerli kaynak olduğu şeklinde özetlenebilecek temel düşüncesiyle başlar. Bu görüş ve düşünce Seyyid Kutub’un ilk düşüncesinde tam belirgin olmasa da gittikçe netleşen en önemli görüşleri arasında yer alır. Ona göre eğer İslâm varsa ve Müslümanlar bir bütün olarak kalmak istiyorlarsa her yönüyle İslâm’a göre kurulmuş bir cemiyete de mutlaka ihtiyaç olacaktır. Onun için Fî Zilâl Müslümanların bugün karşı karşıya kaldığı içtimâî ve siyasî meselelere tutarlı cevaplar verme çabası nedeniyle çağdaş dünyayla yakından ilgili olmak durumunda kalmıştır.
Metot olarak Fî Zilâl önce Kur’ân’ı Kur’an ile tefsirden yanadır. Kelimeler, kavramlar ve manalar Kur’an nizamı içinde bir bütündür ve geniş açıdan bakıldığında bütünleşirler. Kur’an’ın sözleri birbiriyle çelişmez, manaları birbirini nefyetmez, ahkâm ve hukuk sistemi, ibadet ve siyaset nizamı bir vücudun organları gibidir; farklı işlevleri olsa da, özde birbirleriyle uyumlu çalışırlar. Bu açıdan onun herhangi bir parçası başka bir sisteme eklenince kendisinden beklenen verimi vermez. Bir motorun bir parçası nasıl başka bir firma tarafından üretilen bir motorun aynı parçasıyla uyuşmazsa, İslâm’ın/Kur’ân’ın düşünce, inanç, ibadet, ahlak, hukuk veya siyasete ilişkin bir tespit veya prensibi beşeri bir sisteme monte edilemez; edilse bile işe yaramaz. Cinnah, Musaddık, Nasır, Kazzafi, Saddam, Ömer Beşir, Ziyau’l-Hak gibi şahsiyetler bu tür denemeler yapmış ama hayırlı neticelere ulaşamamışlardır. Zira İslâm kendisinden olmayan unsurlarla kaynaşmaz, ameliyat edilse de vücut bu işlemi kabul etmez; er-geç ayrışır.
Kur’an veya İslâm insanlık tarafından geliştirilmiş pozitif hukukun kaynağıdır. Öte yandan, aynı zamanda Batı tarafından desteklenen, yaygınlaştırılan aşırı uçlara yönelik eğilim ve uygulamaları (ailenin tefessühü, zararlı alışkanlıklar, çirkin hayat tarzları, çapraz ilişkiler, dur durak bilmez ihtiraslar, insanlığın mahvına yönelik ifsatlar, nükleer enerjiler, nano teknolojiler) da ancak Kur’an durdurabilir; Kur’an insanlığın en muhkem kalesidir; en güçlü savunma silahıdır.
Kur’an’ı daha geniş bir bağlamda ele almak ve onun günün Müslümanlarının hayatları ile uyumlu olduğunu göstermek, insanlığın ona muhtaç olduğunu net biçimde ifade edip ispat etmek günümüz çağdaş müfessirlerinin ayrıca içtimâî tefsir ekolünün ve onun çağdaşlarının en temel çabası haline gelmiştir. İnsanı, cemiyeti ve siyaseti önemli gerçekler olarak gören bu tefsir ekolü, Müslümanların dikkatini, Kur’an’ı dinî ve manevî rehberliğin kaynağı olarak görme düşüncesine çekmeye odaklanmışlardır.
3) Fî Zilâl’in Doğuşu
1951 senesinde el-Muslimûn dergisinde Fî Zilâli’l-Kur’ân başlığını taşıyan köşe yazılarında Fâtihâ sûresi tefsiri ile ortaya çıkan Fî Zilâl okurlar tarafından büyük ilgiyle karşılanır. Okurlar, müellifin sunumunda, seçtiği kelimelerdeki ve üslubundaki bilgelik ve becerisini takdir ederler. Bu yazılar yaklaşık iki sene sürer ve 1952 yılında yayınlanan Bakara 103. âyetinin tefsiriyle sona erer. Fî Zilâl’in ilk cildi Ekim 1952’de basılır ve diğer ciltler de onu takip etti. 1954’ün başında Kutub, 16 cildi yayımlamıştır. O, 1954 ‘te mahkûm olduğu üç aylık süre içerisinde, Ocak’tan Mart’a kadar, hapishanede Fî Zilâl’in iki cildini daha yayımladı, böylece eser toplam 18 cilt yayınlanmış oldu. Bu sıralarda el-Muslimûn dergisine editör olarak atandı ama çok geçmeden Abdunnasır’a suikast ithamıyla tutuklandı ve 15 seneye mahkûm edildi. Hapishanede Fî Zilâl’i tamamlamaya çalıştı. Kutub’un 1954’teki mahkûmiyetinden önce yayımlanan Fî Zilâl’in ilk 16 cildinin Kur’anî tasvirin mükemmelliğini açıkladığı dost düşman herkes tarafından teslim edilmektedir. Burada Kur’an’ın edebî ve icâzî yönü, edebî üslubu ve seçtiği kelimeler, kavramlar, ibareler üzerinde durmak ön plandadır. Mahkûmiyetten sonra müellifin dikkati akide ve şer‘î ahkâm üzerinde yoğunlaştı. Halkı ve yönetimi daha yakından tanıdı. Fî Zilâl’in ilk baskısının son üç cildi bu açıdan gözden geçirildi. Bu yeni yaklaşımla Fî Zilâl 1953’te yeniden basıldı. Kutub, Fî Zilâl’in itikat, ahkâm, siyaset ve iktisat gibi cemiyetin çağdaş meselelerini ele alan kısmının sadece ilk on cildini gözden geçirebildi. Geri kalan 11 ila 27. ciltler, müellifin rahatsızlığı ve dâhil edildiği başka bir dava ve ardından 1966’da idam edilmesi nedeniyle, kendisi tarafından gözden geçirilemedi.
20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmaya çalışan Fî Zilâl, Kur’an’ın kendi evrensel mesajına uygun bir tarzda ele alınması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Ona göre Kur’an’ın anlatım şeklinin, eğer uygun bir biçimde çözümlenirse, insan bilincini uyandıracak güce sahip olduğuna özellikle dikkat çekmiş ve bu tefsirin çağdaş insan toplumu ile birebir bağdaştığını ifade etmekten çekinmemiştir. Belki bu nedenle dil ve dilbilime dayalı izahlar ve detaylara ilişkin fıkhî detaylar onun ilgi sahası içinde yer almamıştır. Bu konuda açık yüreklilikle Fî Zilâl’in detaylara ilişkin fıkhî ihtilaf ve tartışmalardan etkilenmediğini beyan etmiştir. Hatta bu detaylara ilişkin merakı olanları fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerine havale etmede bir sakınca görmemiştir. (bkz. Mâide 3: Fî Zilâl).
4) Fi Zilâl’in Belli Başlı Amaçları
Müellifin Fî Zilâl’i yazmadaki asıl amacı insanların ilgilerini metin üzerinde yoğunlaştırarak Kur’an’a geri döndürmekti. Böylece onları, Kur’an’ı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için değil, aynı zamanda onun mesajını, çağdaş asrın zorlukları ile yüzleşirken bir rehberlik kaynağı olarak kullanmak amacıyla okumaya teşvik etti. Onun gözlemlerine göre, zamanındaki Müslümanlar ile bizzat Kur’an arasında büyük bir uçurumun zuhur etmesine sebep olan ana etken, Kur’an ruhu ile bakış açısının kaybolması idi. Böylece Fî Zilâl, okurları için Kur’an’ın nasıl bütün insanlığa doğru rehber ve onların hem dünyevî hem de dinî meselelerinde hayatları için uygun tek sistem olduğunu gösterme çabasının ürünü olmuştur. Böyle bir rehberlik, ancak, Kur’an mesajı gereği gibi incelendiğinde ve İslâm’ın ilk yıllarındaki gibi takip edildiğinde bir anlam ifade edebilirdi. Kutub’un Kur’an’ı inceleme sonucu elde ettiği tecrübesi, kendisini onun gölgesinde yaşama nimetini tatmaya yol açmıştır. O bu nimetin zevkini ve tadını Fî Zilâl’in Önsözünde güzel tasvir etmiştir: “Kur’an’ın gölgesinde yaşamak, sadece onu tatmış olanların kıymetini takdir edebileceği bir nimettir. O öyle bir nimettir ki yaşama azmini yükseltir, bereketlendirir ve arındırır. Allah’a şükürler olsun ki, O bana bir zaman için gerçekten Kur’an’ın gölgesinde bir hayat ihsan etti. Daha önce hayatımda hiç hissetmediğim bir nimetin tadına vardım. Yaşama azmini yükselten, bereketlendiren ve arındıran nimetin tadına vardım.”
5) Fî Zilâl’ın Diğer Amaçları
a. Allah’ın halifesi olarak insanın rolünü vurgulamak,
b. Müslümanlara Kur’an ilkelerini öğretmek,
c. Kur’an’a dayalı adaletli ve ahlaklı bir cemiyet inşa etmek,
d. İslâmî sistemin temelleri olarak şeriat ve inanç (akide),
e. Materyalist düşüncenin yanlışlığını ortaya koymak.
“Bazı kesimler Fi Zilâl’i bir tefsir veya Kur’an tarafından tesis edilmiş olan genel İslâmî prensiplerin açıklaması, hatta Kur’an’da gösterilmiş olan hayatın ve toplumun ilahî kanunun incelenmesi olarak görebilir. Fakat bu tahminlerin hiçbirisi benim asıl amacım olmamıştır. Benim bütün yapmak istediğim, Kur’an’ın gölgesinde yaşarken edindiğim düşünceleri yazmaktır.”
“Tekrar Allah’a yönelmenin sadece ve sadece tek bir model ve metodu vardır. Bu metot kişinin bütün hayat tarzını Kur’an’da var olan o sistemle değiştirmesidir… Ve varoluş, hayat, değerler ve kurumlara ilişkin yeni bir anlayışı yerleştiren de sadece Kur’an’dır.”
“Kur’an’ın imalarını ve onun ilham ettiği duyguları anlamak, kelimeleri ve cümleleri bilme -yani bizim tefsir dediğimiz- sorunu değildir. Bu, bireyde, vahyin indiği dönem ye o dönemde vahyin yönlendirmesiyle oluşan Müslüman toplumun duyguları, anlayışları ve tecrübelerinin yeniden harekete geçmesi ile sağlanır.”
“Böylece bu bakış açısından etkilenmiş olan Fî Zilâl, dinamik (hareketli bir tefsir olarak tanımlanabilir. İnsan, onda, yazarın lafzî ve genel manayla çevrili hitabın ötesine gitme ve okuyucusunu bütün heyecan ve çekiciliği ile hadisenin gerçekliğine taşıma çabasını gösteren iyha ve zilâl gibi kelimeleri çok görür. Belki de Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân başlığını seçmesinin önemi burada yatmaktadır, yani mana kadar duyguyu da ifade etmek. Bu özellikler Fî Zilâl’i yaklaşımı bakımından, yani Kur’an’ın insan hayatının bütün zamanları ve durumları için uygunluğunu göstermesi anlamında tam bir çağdaş tefsir yapar. Bu, Kur’an âyetlerinin anlamlarını kesinliğe kavuşturmak için gerekli görülen yerde hadisler ve filolojik tahlillere başvurması yönüyle geleneksel tefsirlerden ayrılır.”
“Kur’anî metot, fikir sistemini incelenecek bir teori biçiminde sunmaz, çünkü böyle bir bilgi bilinç veya hayatta hiçbir şey oluşturmaz. O soğuk bilgidir ki; ne hevesi kontrol altında tutar ne de kişiyi arzuların esaretinden kurtarır... Aynı zamanda o hukukî, siyasî ve iktisadî düzen, doğal ve sosyal bilimler veya başka bilgi formunda incelemeler sunmaz. Daha ziyade o, bu dini, kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği hareket noktası ve gücünden onun yaşanabilir içeriklerini uygulamaya doğru götüren bir ideoloji gibi sunar.”
Kur’an’ın tek başına insanlığa rehberlik yapabileceği ve sadece kendi açıklamasıyla doğru anlaşılabileceği kanaati egemendir:
Fî Zilâl’deki bu uygulama, Allah’ın bize hakkında sadece bir nokta kadar (bilgi) verdiği, gizli şeylere dair meselelere hiçbir şey eklemememiz gerektiği ilkesine dayanmaktadır. Bu nedenle biz, Kur’an metninde (sunulan bilgi sınırında) durmalı ve onun ötesine geçmeye çalışmamalıyız. (Sunulduğu haliyle bu bilgi), kendi başına Allah’ın vahiy etmeye karar verdiği temelleri kurmak için yeterlidir.”
Dış dünyadan tecrit edildiği ve işkence gördüğü bu hapis tecrübesi, Kutub’a Kur’an’ı daha yakından inceleme ve İslâm’ın saf kaynağını bizzat kendi içeriğinden keşfetme fırsatı vermiştir. Ayrıca bu yeni hayat, ona kendini Kur’an’da bulma ve ondan modem dünya için yeni bir kılavuz çıkarma ve gerçek Müslüman bir cemiyeti inşa etme mücadelesi verme imkânına kavuşturmuştur.
Seyyid Kutub’a göre, dinamik bir metin olarak Kur’an’ı öğrenmek, özellikle de İslâm’ın ilk yılları boyunca, başarılı olmuştur. O zamanlar Kur’an, Kur’an’ı yalnızca dinî bir rehber olarak öğrenen değil, aynı zamanda onun öğretilerini gündelik hayatlarında uygulayan Müslüman bir nesli meydana getirmiştir.
Bu Kur’an, sadece, (câhiliyeye karşı) verilen bu savaşa girmeye ve onun vahyedildiği sıradakine benzer bir durumda birlikte mücadele etmeye hazır olanlar tarafından takdir edilecektir… Kur’an’ın anlamlarını ve onun mesajını sadece oturduğu yerden uygulamaya çalışanlar ve (onun mesajını) hitabet ve sanatsal bakış açılarından inceleyenler ise, donmuş vaziyette olduklarından kendilerini onun hakikatinden, gerçek savaş ve harekette yer almaktan uzaklaşmış bulacaklardır.
6) Kur’an’ın Gölgesinde
“Allah’a yönelmenin tek bir şekli ve yolu vardır; o da hayatın her boyutuyla Allah’ın, Kur’an’da insanlığa tasvir ettiği hayat tarzına dönüştür: Bu yol, Kur’ân’ın insan hayatının tamamında ilim gücü ve insan ilişkilerinin düzenlenmesinde yegâne başvuru kaynağı olarak kabul edilmesidir.”
“Ben, Kur’an’ın gölgesinde geçen bu zaman zarfında, mutlak ve nihaî kesinliğe ulaştım: yani bu yeryüzünde Allah’a doğru yönelme olmadan beşeriyet için hiçbir iyilik, insan için asla huzur ve tatmin, hiçbir bereket, hiçbir nimet, hiçbir arınma, evrenin yasaları ve hayatın özü ile hiçbir uyum söz konusu olmaz.”
Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri vurgularken Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerinin bu konudaki rolünü reddetmez. Gerçekte o, sadece Kur’an’ın manasını açıklamak için değil aynı zamanda hadisin bizzat Kur’an’ın izahında en iyi kaynağı olduğu için sık sık hadisleri delil getirir.
7) İslâm Allah’ın Dinidir ve Tarih Boyunca Resûllerin Değişmez Yoludur
“Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim” (Mâide 5/3).
Bu sözler öncelikle, Yüce Allah’ın şeriatının hiçbir şekilde bölünemeyeceğini gösterir. Bu şeriat, ister düşünce ve inanca ister ibadetlere, helal ve harama ya da cemiyet ve devletlerarası hukuka ilişkin olsun, tamamı mükemmeldir. İşte tüm bunlar, Yüce Allah’ın bu âyette mükemmel kıldığını bildirdiği dindir ve iman edenler için tamamladığını bildirdiği nimetidir. Bu dinde düşünce ve inanca ilişkin ahkâm ile ibadete, helal ve haramlara ilişkin ya da cemiyet ve devletlerarası hukuka ait hükümler arasında hiçbir ayrım yapılmamıştır. Bunların tamamı, Allah’ın Müslümanlara seçtiği ilahî sistemi oluşturmaktadır. Onun için bu sistemin bir kısmından sapma, tamamını terk anlamına gelir. Ayrıca bu dine karşı gelme ve ondan çıkma anlamını taşır.
Buna göre Allah’ın Müslümanlara seçtiği bu sistemden bir şeyi çıkarmak ve onun yerine insan yapısı bir şeyi koymak açıkça Allah’ın ilahlığını kabul etmemek anlamını taşır. Bu özelliklerden bazısını bir insana yakıştırmak da Allah’ın yeryüzündeki otoritesine isyan ve böylece ilahlık özelliklerinin en büyüğü olan “egemenlik” iddiası ile ilahlık taslama anlamına gelmektedir. Bu da, açıkça İslâm dinine karşı çıkmak ve doğal olarak bu dinden çıkmakla eşdeğerdir.
“Bugün kâfirler dininizi ortadan kaldırmaktan umut kesmişlerdir.”
Kâfirler İslâm dinini iptal etmekten, ortadan kaldırmaktan ya da tahrif etmekten ümitlerini kesmişlerdir. Çünkü Allah, onu mükemmel kılmıştır ve kıyamete kadar sürmesini istemiştir. Buna göre onlar, harpte zor durumdaki Müslümanları yenebilirler fakat galip gelseler de bu dine üstünlük sağlayamazlar. Onu tahrife kalkışanların çok olmasına tuzak kuranların kuvvetine ve bu dönemlerde mensuplarının kara cahilliğine rağmen bu din, lekelenemeyen ve tahrif edilemeyen -kıyamete değin korunacak olan tek dindir. Allah, yeryüzünde bu dini, onu bilen ve gelecek nesillere olduğu gibi teslim eden, bu şekilde tamamen anlayıp koruyan bir topluluktan asla yoksun bırakmayacaktır. Allah’ın, kâfirlerin bu dinden ümitlerini kestiklerine ilişkin burada söz konusu edilen vaadi de gerçektir ve daima gerçekleşecektir.
“O halde onlardan korkmayın, benden korkunuz.”
Kâfirler bu dine hiçbir şekilde el uzatamazlar. Taraftarlarına da, bu dinin canlı bir tercümanı oldukları, sorumluluklarını yerine getirdikleri, hayatlarında onun hükümlerini ve hedeflerini gerçekleştirdikleri ve ondan yüz çevirmedikleri sürece, hiçbir zarar veremezler.
8) İslâm ile İnsanlığın Önü Açılmıştır
Yüce Allah’ın, Medine’deki İslâm toplumuna yönelik bu vaadi o kuşağa has değildir. Bu hitap, bütün zamanlardaki ve yeryüzündeki bütün iman edenlere verilmiş bir sözdür. İman edenlere diyoruz. Çünkü Allah’ın kendisi için seçtiği bu dinden tamamen hoşnut olanlar, bu dini dünya görüşleri olarak benimseyenler işte bunlar -yalnızca bunlar- mü’minlerdir.
Tarih boyunca tüm resûllerin, nebilerin inanç sistemi aynıdır. İşte tevhid budur. İbadet veya kulluk da hep aynı kalmıştır. Herkes her zaman sadece Allah’a kul olmuştur. Kulların kulluğundan kurtulmuştur. İşte din budur. Tüm insanlar ferdî, ailevî, içtimaî ve insanî ilişkilerinden ilahî yasamaya bağlanmış ve ona boyun eğmiştir. İşte İslâm budur. Bununla beraber her bir resûl, toplumun, çevrenin, zaman ve ortamın durumuna uygun hayat gerçeklerine ilişkin kısmen farklı bir şeriat getirmiştir.
Sonuncu risalet Hz. Muhammed’in getirdiği ilahî mesajlardır. Onunla gelen bu risalet mekân, çevre ve zaman faktörlerinin üzerinde, tüm insanlığı muhatap alan bir risalettir. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez insan fıtratını muhatap almaktadır. “Allah’ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur.” (Rûm 30/30)
Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat her şeyi ayrıntılarıyla açıklanmış, hayatın zaman ve mekân değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur. Zaman ve mekân faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların her biri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Genel prensipleri ve ayrıntılı bölümleri sayesinde bu din, kıyamete değin bu merkez etrafında ve bu çerçeve içerisinde gelişip, değişmesi ve yenilenmesi için insan hayatının ihtiyaç duyacağı bütün kurallar, yönergeler, hükümler ve nizamnameler içermektedir. Yüce Allah mü’minlere şöyle buyurmuştur: “Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi tamama erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” Onlar için hem inanç hem de şeriatın eksiksiz tamamlandığını ilan etmiştir.
İşte din budur.
Bir mü’minin, bu dinin eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması İslâm’ı zaman ve mekâna uygun hale getirmeye veya geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Bu işe yeltenen kişi Allah’ın doğru sözlülüğünü kabul etmemiş ve Müslümanlar için seçtiğini İslâm’ı beğenmemiş olacağından bir mü’min de olamayacaktır.
Kur’an’ın geldiği dönemdeki bu şeriat her zaman için geçerli olan dindir. Çünkü o, Allah’ın da tanıklığı ile insana her zaman ve mekân için gelmiş olan dinin şeriatıdır. O daha önceki peygamberlerin getirdikleri şeriatlar gibi, sadece belirli bir topluma, belirli bir nesle ya da mekâna mahsus değildir. Detaylara ilişkin hükümler, olduğu gibi kalsınlar diye gelmemişlerdir. Genel prensipler ise, kıyamete değin insan hayatına, izinde geliştiği bir çerçeve çizmek için gelmişlerdir. Onlara karşı çıkmak, iman dairesi dışına taşmakla eşdeğerdir.
İnsanı yaratan Allah, yarattığını en iyi bilendir. Allah insanı yaratmış ve ona bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. Bu nedenle: “Dünkü şeriat, bugünkü şeriat değildir” denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve durumlarını Allah’tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olacaktır ve bu da hiçbir mü’mine yakışmayan bir tutumdur.
Müslüman, ikinci olarak “Allah’ın bu dini mükemmel kılarak, mü’minlere olan nimetini tamamlaması” olayının huzurundadır. Bu nimet, insanın yetişip olgunlaştığını gösterdiği gibi, gerçek insanın duygusunu gösteren müthiş bir nimettir. Bu insan, ilahını bu dinin kendisine gösterdiği şekilde tanımadan önce Rabbinin hoşnut olduğu bu dinin tanıttığı şekilde evreni, varlığını, bu bedendeki fonksiyonunun ve Rabbinin ikramlarını tanımadan önce mevcut değildi. Bu insan, sırf Allah’a kulluk ederek kullara kulluktan vazgeçmeden önce, herhangi birinin yaratma ve otoritesini değil, Allah’ın yapısı olan ve “O”nun otoritesinin oluşturduğu şeriat sayesinde eşitliğe ulaşmadan önce, mevcut değildi.
İnsan bilgisi, bu dinin ortaya koyduğu büyük gerçekler sayesinde, gerçek insanın doğuşunu gerçekleştirdi. Eğer insan bilgisi, bu seviyede olmasaydı, onun oluş sırasında hayvan ya da robot insan olması büyük bir ihtimaldi. Fakat o, ancak Kur’an’ın ortaya koyduğu şekliyle bu gerçekleri bilmesi sayesinde tam anlamıyla insan olabilmiştir. Bu insan ile insanın her dönemde kendisine yakıştırdığı diğer tutum ve davranışlar arasında büyük farklar vardır.
Eğer insanoğlunun hayatında bu gerçek insan ortaya çıkabilirse böylece insanın insanlığı tam olarak ortaya çıkmış olur.
Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve kıyamet günü hakkındaki inanç sitemi ve düşüncesi sayesinde, duyu organları ile algılanan dışında bir şey idrak etmeyen hayvanî hislerden çıkıp, hem algılananları, hem de algılanamayanları, görünür ve görünmez âlemi, madde ve madde ötesini idrak edebilen insanî düşünce dairesine geçmesi gerçekleşir ve onu sınırlı hayvanî duyu organlarının dar çerçevesinden kurtarır.
Tevhid sayesinde, kullara kulluktan sırf Allah’a kulluğa yönelerek bütün düşmanları karşısında eşitlik, bağımsızlık ve üstünlük sağlar. O, kullukta sadece Allah’a yönelir, dünya görüşünü, şeriat ve düzeni sırf Allah’tan alır ve yalnız O’na dayanıp, yalnız O’ndan korkar. İlgilerini geliştirip, eğilimlerini arındırır; gücünü, hayvanî içgüdülerini ve aşağılık arzularını dizginleyip, hayra ve yüceliğe yöneltmek için toplar ve ilahî sistemi gerçekleştirmiş olur.
9) Câhiliye Sistemi
Câhiliye gerçeğini tanımayan ve felaketlerini tatmayan kimse, Allah’ın bu din ile gönderdiği nimetin gerçeğine eremez. Câhiliye her dönem ve mekânda Allah’ın uygun bulmadığı şekilde hayat sürmenin adıdır. Câhiliyeyi tanıyan ve inançtaki, düşüncedeki, hayattaki belalarına uğrayan kimse, Allah’ın bu dinle gönderdiği nimetin gerçeğini bilir, idrak eder ve onun tadına varır. Bütün zaman ve mekânlardaki câhiliyenin, inanış ve düşüncedeki sapıklık ve körlük felaketlerini, hayret ve şaşkınlık belalarını, boşluk ve kirli musibetlerini tanıyıp anlayanlar, yalnızca, İslâm nizamı sayesinde imanın gölgesinde sürdürülen hayatın nimetini tadan ve tanıyan kesimlerdir.
Câhiliyenin hayatı düzenleyen sistemlerin bütün disiplinlerinde var olan isyan ve arzuların felaketlerini, anarşi ve karışıklıkların belalarını, ifrat ve tefritin musibetlerini bilip, anlayanlar, yalnızca İslâm sistemi imanın gölgesi altında gelişen hayat nimetini tanıyıp, tadan topluluklardır.
Kur’an’la ilk kez muhatap olan Araplar, bu sözleri anlıyor, tanıyor ve gerçeğini idrak edebiliyorlardı. Çünkü bu sözlerin muhtevası, bu Kitab’a muhatap olan neslin bizzat hayatında gün yüzüne çıkıyordu. Onlar câhiliyeyi ve onun inanca ilişkin düşünce sistemini ve içtimai yapısını, ferdî ve içtimaî ahlâkını tatmışlardı. Ayrıca onlar Allah’ın bu din ile kendilerine verdiği nimetin gerçeğini, Allah’ın sözlerindeki rahmetini ve İslâm’la verdiği nimetin gerçek değerini anlayarak câhiliyenin bütün düşünce, inanç, ahlak, tutum ve davranışlarından yüz çevirmişlerdir.
İslâm onları, câhiliye bataklığında bulmuş, zirveye giden dosdoğru yola çıkarmıştır. (Bu mesele Nisâ sûresinin Giriş kısmında harika biçimde tasvir edilmiştir.) Zirveye ulaştıkları zaman o yüce yerden yeryüzünde çevrelerinde bulunan diğer milletlere, şimdi kendi câhiliye dönemlerindeki geçmiş hayatlarına baktıkları gözle bakabiliyorlardı.
Fî Zilâl’de İslâm Milleti, İslâm Ümmeti, Müslüman Cemiyet ve İslâm Devleti gibi kavramlar sorgulanmış ve bu kavramların İslâmî bir karşılıkları olmadığı tespit edilmiştir. Bu nedenle o bunları toptan câhiliye sistemi olarak tanımlamıştır. Mevdudî bu konuda sadece siyasal sistemi câhiliye geleneği olarak tavsif etmiştir. Bazen bu bağlamda ilkeyi ve düsturu ifade ederken sert ifadeler kullanmıştır. Bu da onun aşırı tenkitlere maruz kalmasına yol açmıştır.
10) Rab Edinme Düşüncesi
İslâm onları, putları, melekleri, cinleri, yıldızları ve ataları rab edinme gibi efsane ve hurafelerle çevrelenmiş asılsız inançlara dayalı düşünce ile temellenmiş câhiliyenin bataklığında buldu. Onları buradan kurtarıp, dikkatlerini tevhid ufkuna, tek ilaha, her şeye güç yetiren, rahmet ile muamele eden, her şeyi gören, bilen ve haberdar olan, adaletli, mükemmel Allah’a bağladı. O kendilerine şah damarlarından daha yakın, daima yardımına koşan, kimsenin aracılığına ihtiyacı olmayan, herkesin kendisine doğrudan kul olduğu ve kulluk ettiği, doğrudan seslenip sesini duyurabileceği tek ilaha iman ufkuna çevirdi. İslâm onları vehim ve hurafelerden kurtardığı gün, aynı zamanda kâhin ve kralların despotluğundan da kurtardı, herkesi mutlaka manada özgürlüğe kavuşturdu.
11) İslâm’ın İlk Muhatapların Hal-i Pürmelali
İslâm ilk muhataplarını, kimilerinin iddia ettiği gibi, câhiliye demokrasisinden değil, câhiliyenin ana çerçevesi, sınıf farkları, kötü gelenekler ve otoriteyi ele geçiren herkesin kalkıştığı despotluklardan ibaret olan bayağı içtimaî düzenlerden kurtardı. Hicr b. Haris, Ömer b. Hind ve Kuleyb Vâil gibi zalim ve azgın iktidar sahiplerinden ebediyen kurtardı.
İslâm onları, âdetler, gelenekler, içtimaî ilişkiler ve ahlâk konusunda da câhiliye bataklığı içinde bulmuştu. Onları, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme, perişan haldeki kadınlar, içki, kumar, ölçüsüz/düstursuz cinsel ilişki, hakir görülen ve aşağılanan kadınlarla işret âlemi, dışardan gelecek ciddi bir saldırı karşısında ne ittifakları ne de güçleri bulunuyordu. Kan davaları, baskınlar, yağmalar ve soygunlar sebebiyle birbirlerine düşmüş halde bulunan bir cemiyet yapısına sahip halde iken buldu. (Bu konu Fil sûresi tefsirinde biraz daha detaylı biçimde izah edilmiştir). Öyle ki Fil yılında Habeşlilerin Kâbe saldırısı sırasında kendi aralarında müthiş sert olan kabilelerin tümü bu saldırı karşısında kayda değer bir varlık ve direnç gösterememiş, onlar karşısında çil yavrusu gibi dağılmış ve perişan olmuşlardı.
12) İslâm ve İlk Muhataplarına Kazandırdıkları
Onlar bu durumda iken, İslâm onları bir ümmet yaptı. İnsanlığın tamamı hayatın her alanında bayağı bir halde iken, onları zirveye taşıdı. Tek bir kuşakta (25-30 sene), hem en derin çukuru hem en yüce zirveyi, hem câhiliyeyi hem de İslâm’ı tanıtıp gösterdi. Bu yüzden onlar, Yüce Allah’ın şu âyetini idrak ediyor ve onun tadına varıyorlardı: “Bugün sizin hesabınıza dininizi bütünledim, size yönelik nimetimi kemale erdirdim ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum.”
13) Beşerî Güçlere Karşı Müslümanın Tutumu
Burada, Müslümanın beşerî ve tabii güçler karşısındaki tutumunun ne olacağına kısaca değinilecektir:
Beşeri güçler Müslümana göre ikiye ayrılır: Bunlardan biri Allah’a inanan, O’nun öngördüğü hayat tarzı ile uyum halinde olan ihtida eden ve hidayete erdiren güçlerdir. İyilik, hak ve ıslah yolunda bu tür güçlerle uyumlu olmak ve işbirliği etmek gerekir. Bu güçlerin diğeri ise Allah’a bağlı olmayan, O’nun öngördüğü hayat tarzına uymayan güçlerdir. Bunlarla amansız bir şekilde savaşmak, mücadele etmek ve şayet iktidarda iseler onlara başkaldırmak gerekir.
Bu yoldan çıkmış güçlerin alabildiğine büyük ve saldırgan olması Müslümanı asla yıldırmamalıdır. Çünkü bunlar, ana kaynakları olan ilahî güçten bağlarını koparmakla kendilerine gerçek gücü veren damarı kurutmuş olurlar. Bu durum tıpkı ışık saçan bir yıldızdan kopan iri bir kütleye benzer. Bu kütle ne kadar kocaman olursa olsun kısa bir süre sonra sönmeye, soğumaya, yani ışığını ve ısısını kaybetmeye mahkûmdur. Oysa söz konusu ana yıldızdan kopmayan herhangi bir zerre, enerjisini, ısısını ve ışığını devam ettirir:
“Nice az sayıdaki topluluk, Allah’ın izni ile (kendilerinden) kalabalık bir topluluğu yenmiştir.” (Bakara 2/249)
Az sayıdaki topluluğun kalabalık bir kitleyi yenebilmesi; sayıca zayıf olan grubun ana güç kaynağına bağlı olması, gücünü ve üstünlüğünü aynı kaynaktan alması sayesinde gerçekleşir.
Tabiat güçlerine gelince, Müslümanın bunlar karşısındaki tutumu korkuya ve düşmanlığa değil, yakınlığa ve dostluğa dayalı olmalıdır. Çünkü insanî güçler ile tabiî güçlerin her ikisi de Yüce Allah’ın dilemesi sonucu var oldukları gibi, bu gücü kullanırken de O’nun iradesine bağlı kalmaları gerekir. Sonuç olarak insan, kendi yeteneklerini tabiatın güçleriyle destekleyerek ve işbirliği yaparak iyi bir koordine sağlamalıdır.
Müslümanın inancı bu konuda kendisine şu görüşü telkin eder: Yüce Allah bu güçlerin tümünü kendisine dost, yardımcı ve işbirlikçi olmak üzere yaratmıştır. O, bu güçlerin dostluğunu kazanabilmek için onları tanımalı, onlarla işbirliği yapmalı ve uyum içinde her ikisinin de ortak Rabbi olan Allah’a yönelmelidir. Eğer bu güçler bazen kendisine zarar ve rahatsızlık veriyorsa, bunun sebebi, onları incelememiş, tanımamış olması, bağlı oldukları tabii yasaları kavramamış olmasındandır.
Câhiliye karakterli Roma uygarlığının varisleri olan Batılılar, tabiî güçlerden yararlanmayı “tabiatı yenmek, tabiatı dize getirmek” gibi küstah bir deyimle ifade ederler. Bu ifade, Allah ve O’nun iradesine boyun eğmiş evrenle arasındaki tüm müspet ilişkileri koparmış bir câhiliye mantığını açığa vuruyor.
Oysa Müslümanın kalbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a bağlı olduğu gibi, ruhu da tüm âlemlerin Rabbine boyun eğmiş şu varlık bütünü ile sıkı bir ilişki içindedir. Bunun sonucu olarak bu güçlerle kendisi arasında “yenmek, dize getirmek” gibi kırıcı olmayan bir ilişkinin varlığına inanır. O, bu güçlerin tümünün yaratıcısının Allah olduğuna inanır.
Allah bütün bu güçleri bir tek temel ilke uyarınca yaratmış ve bu temel ilkeye göre kendileri için belirlenen hedeflere ulaşmak üzere birbirleri ile işbirliği yapmalarını murad etmiştir. Bununla O, bu güçleri daha baştan insanın istifadesine sunmuş; insana bu güçlerin sırlarını keşfetme ve kanunlarını öğrenme imkânını bağışlamıştır. Buna göre insan, bu güçlerden fayda sağlama başarısına erdirildiği her aşamada Allah’a şükretmelidir. Çünkü bu tabii güçleri onun istifadesine takdim eden Allah’tır; yoksa o bu güçleri yenmiş; dize getirmiş değildir:
“O yeryüzündeki varlıkların tamamını sizin istifadenize sunmuştur.” (Câsiye 45/8)
14) Allah Tarafından Seçilmiş Din: İslâm ve İnsanlık
Müslüman şimdi de Allah’ın mü’minlere İslâm’ı din seçmesi huzurunda duruyor. Yüce Allah’ın bu ümmeti koruması ve gözetmesi karşısında. Öyle ki Allah onun için İslâm dinini seçmiş ve onu beğenmiştir. Bu Allah’ın bu ümmete sevgisini ve hoşnutluğunu da ifade etmektedir. Yani Allah bizzat onun için bir dünya görüşü ve sistemi seçmiştir.
Tüm bu hükümler, iman ile ilişkilendirilmekte, imanın kendisi veya delili oldukları sonucuna varılmaktadır. Onlardan döneklik edenler, imanı inkâr etmiş, perdelemiş ve örtmüş olur. İmanı inkâr edenin ise, ameli, boşa gider ve kabul edilmeyerek geri çevrilir. Hiçbir eylem veya hareket iman olmaksızın bir değer kazanamaz.
Allah’ın bu ümmete İslâm’ı din belirlemesi ilkin, bu seçimin kıymetini bilmesini, sonra da gücü nispetinde bu din uğrunda çaba sarf etmesini gerektirmektedir. Allah onlara bu dini yaymanın güçlüğünü, dirilişin büyüklüğünü, kaydedilen aşamanın harika oluşunu ve nimetin bolluğunu hissettiriyor. Böylece istiyor ki, onların amaçları, kendilerine bu bol lütufları veren ilahî sisteme uygun olsun ve ona aykırı davranmaktan kaçınsınlar. Aksi takdirde, Allah’ın seçtiğinden başkasını tercih eden, O’nun hoşnut olduğu dini ihmal eden kesimler ne kadar zavallı iseler o kadar da aptal olurlar. Aslında bu, cezasız bırakılmaması gereken büyük bir suçtur. Allah Teâlâ, İslâm dinini tercih etmeyen cemiyetleri hemen cezalandırmaz ve onlara mühlet verse de Allah’ın kendisi için seçtiği dini önce kabul edip sonra kulak ardı edenleri cezasız bırakmaz. Gerçekten de önceleri İslâm’ı tanıyıp kabul ettikten sonra bu dinin disiplinini gevşeten veya ondan ayrılarak Allah’ın onlar için seçtiği dünya görüşünden başka bir dünya görüşüne geçenleri Allah asla cezasız bırakmıyor ve onlara asla süre tanımıyor. Yani onlara hak ettikleri cezayı er-geç veriyor.
İslâm hem müntesiplerine hem de nizamına teslim olanlara dinî hürriyet vermekle yetinmiyor, İslâm cemiyetinde, kimseyi köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte yaşama gibi sosyal ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların yiyeceklerini Müslümanlara, aynı şekilde Müslümanların yiyeceklerini de onlara helal kılıyor.