Giriş
Muhammed Zâhid Kevserî (ö.1952) Osmanlı’nın yetiştirdiği son devrin en meşhur âlimlerinden birisidir. Fıkıh, kelâm, mezhepler tarihi başta olmak üzere İslamî ilimlerin hemen her sahasında etkili olmuş bir din âlimidir. Onun çalışmaları değerlendirildiğinde kelâm ve mezhepler tarihiyle alakalı eserlerinin önemli bir yer tuttuğu görülür. Pek çok klasik eseri neşretmiş, bunlara çok değerli mukaddimeler yazmış, tahlil ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Söz konusu eserlere yazdığı mukaddimeler ve ayrıca konuyla alakalı kaleme aldığı makaleler sahanın uzmanlarınca göz ardı edilemeyecek öneme sahiptir.
Kevserî’nin kaleme aldığı ya da neşredip önsöz, takdim veya takriz yazdığı eserlerin genel bir listesi çıkarıldığında bunların belli bir hedefe yönelik çalışmalar olduğu görülür. Genel anlamda Ehl-i Sünnet’e, daha özel anlamda da Hanefî-Mâtürîdî geleneğe yapılan haksız saldırıları eleştirmek ve bunlara uygun bir şekilde cevap vermek gibi bir hedefinin olduğu rahatlıkla anlaşılır. Burada örnek olarak İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî’nin (ö.478/1085) Muġīsü’l-halk fî ihtiyâri’l-ehak (ki bu eserinde Cüveynî, Şâfiî mezhebinin diğerlerine üstünlüğünü anlatır) adlı eserine yazdığı reddiyeyi ve bu sebeple söz konusu âlimi eleştirmesini gösterebiliriz. Kevserî, “Eğer bu kitap binlerce nüsha halinde basılıp köşe bucak dağıtılmış olmasaydı böyle bir reddiyenin ihmâli caiz olurdu...” diyerek asıl amacını ifade etmiştir. Yine cebir anlayışını eleştiren ve kulun iradesini vurgulayan yayınlarının da böyle bir arka planı bulunmaktadır. Örneğin Mutafa Sabri Efendi (ö. 1954), bazı gerekçelere binaen Cebriyye mezhebinin kader anlayışını benimsemişti. Kevserî onu bu anlayışından vazgeçirmek için gayret sarf etmişse de netice alamamıştı. Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Beşer adlı eseriyle itikâdî tavrını ortaya koyunca Kevserî, Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin (ö. 1098/1687) Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini ele aldığı İşârâtu’l-Merâm’ını, Râgıb Paşa’nın (ö. 1763) el-Luma’ını ve el-Cüveynî’nin el-Akîdetü’n-Nizâmiyye’sini kıymetli ta‘liklerle neşrederek Şeyhülislam’ı bu görüşünden vazgeçirmeye çalışmıştı. Ancak Mustafa Sabri bu görüşünden vazgeçmediği gibi Mevkifu’l-Akl isimli eserini kaleme alarak Kevserî’ye cevap vermiş ve Mâtürîdiyye ekolünün kader anlayışını eleştirmişti. Bu gelişmelerin sonrasında Kevserî el-İstibsâr adlı kısa ve özlü eserini kaleme almıştır. Şu halde Kevserî’nin Ehl-i Sünnet inancına ya da Hanefî-Mâtürîdî geleneğe haksız itham ve iftiraların dile getirildiği bir kısım kitapların Mısır’da veya başka bir İslam beldesinde neşredilip her tarafa ulaştırılması sonrasında, halkın akîdesini muhafaza etmek ve bilgisizlikten dolayı yanlış yollara sapmasını engellemek maksadıyla kaleme sarıldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla onun hem teliflerinin hem de neşredip mukaddime yazdığı eserlerinin belli bir gayeyi gerçekleştirmek üzere planlandığı anlaşılmaktadır.
Bu makalede Kevserî’nin ilmî şahsiyeti, kelâm ve mezhepler tarihi başta olmak üzere yaptığı çalışmalarında Ehl-i Sünnet inancını korumaya yönelik gayretleri üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda Müslüman toplumda fikir ayrılıklarının ortaya çıkmasının sebepleri izah edilecek, bilahare müellifin temel İslam ekolleri hakkındaki kanaatlerine yer verilecektir. Elinizdeki bu makale Malatî’nin et-Tenbîh’i, Bağdâdî’nin el-Fark’ı ve İsferâyînî’nin et-Tebsîr’i başta olmak üzere Kevserî’nin yaklaşık yirmi esere yazdığı mukaddimelerden faydalanarak kaleme alınmıştır. Makaledeki atıflarda Mukaddemâtü’l-İmâm el-Kevserî (Dımaşk: Dârü’s-Süreyya, 1997/1418) neşri kullanılmıştır.
Kevserî, Hz. Peygamber’in nübüvvetinin önemini ve başardığı işlerin büyüklüğünü göstermesi bakımından cahiliye döneminin kısa bir tasvirini yapmıştır. Bu bağlamda o, cahiliye toplumunun putperestliğe iyice daldığını, beşerî ilerleme sahasında kayda değer hiçbir gelişmenin olmadığını belirtmiş; ahlakî durumun ne denli kötü durumda olduğunu ifade etmek için çocukların diri diri gömdüklerini, güçlü olanın daima üstün geldiğini, yağmalama ve baskınların gayet tabiî karşılandığını açıklamıştır (Mukaddemât, 37). Müellif, hem Kureyş toplumunun hem de çevre kabilelerin sosyal ve kültürel durumlarına da dikkat çekmiş, Arapların içinde bulundukları çevrenin mahiyetini anlatırken Yahudi ve Hıristiyan halkların durumunu örnek göstermiştir. O, filozof ve kelâmcı olan Makdisî’nin (ö.355/966) şöyle dediğini nakletmiştir: “Cahiliye toplumunda her millet ve her dinden kimseler vardı. Kureyş’te zındıklık ve ta‘dil anlayışı, Temim’de Mazdekîlik ve Mecûsîlik, Gassan’da Yahudilik ve Hıristiyanlık, diğer kabilelerde ise şirk ve putperestlik vardı. Bu çevre, her çeşit hastalığı bünyesinde taşıyan kabilelerden oluşmaktaydı (Mukaddemât, 3).” Buna göre Hz. Peygamber’in yaşadığı cahiliye dönemindeki Yahudiler, kutsal kitaplarını tahrif etmiş, Allah hakkında cismanî ve beşerî birtakım telakkiler geliştirmiş, böylece hak yoldan ayrılmışlardı. Hıristiyanlar ise, teslis ve hulûl inancını kendilerine din edinmişlerdi. Papazları, kendilerine cennetten arsa satıyor, onlar da satın alarak kurtulduklarına inanıyorlardı. Öte yandan güneşin tanrılar tanrısı olduğunu düşünen Ashâb-ı Heyâkil ve yüce cisimlere tapınan Sâbiîler gibi toplumlar da vardı (Mukaddemât, 37). Kevserî, ateşe tapan, hayır ve şerrin yaratıcısı olmak üzere iki yaratıcı kudret kabul eden Seneviyye/düalistlerin yanı sıra Mazdekiyye, Deysâniyye, Ma‘neviyye gibi farklı fırkalardan oluşan Mecûsîleri de zikretmiştir. Bunlardan başka yaratıcı kudreti inkâr eden Dehrîler, aklın yeterliliğini savunup nübüvvete ihtiyaç olmadığını iddia eden Sümeniyye ve Berâhime’den de bahsetmiştir (Mukaddemât, 38). Kevserî, Hz. Peygamber’in gönderildiği dönemde Hicaz ve çevresindeki Filistin, Şam, Diyâr-ı Rum, Irak, Fars, Hindistan ve Afrika topraklarının umûmî durumunun bu şekilde olduğunu bildirmiştir. Sonrasında müellif, Hz. Peygamber’in başarısının bu zor şartlar dikkate alındığında ne kadar büyük ve anlamlı olduğuna dikkat çekmiş, kısa sayılabilecek bir zaman zarfında İslamiyet’in bu denli farklı fikir ve inançların yaygın olduğu coğrafyaya hâkim olmasının büyük bir mucize olduğunu açıklamıştır (Mukaddemât, 39).
Kevserî’nin İslam öncesi Arap toplumunun sosyo-kültürel ve dinî yaşantıları hakkında bilgiler vermesi, diğer dinlerle irtibatlarını izah etmesi aslında çağdaş mezhepler tarihi biliminin usul ve metoduyla örtüşmektedir. Zira toplumlarda ortaya çıkan fikrî-itikadî fırkalaşma hareketlerinin pek çok sebebinin olduğu kabul edilir. Bunların başında da eski din, kültür ve kabullerin etkilerini zikretmek gerekir. Bu sebeple İslam tarihinde ortaya çıkan siyasî ve itikadî ekolleri hakkıyla anlayabilmek adına İslam öncesi Arap toplumun inanç, kültür ve yaşantılarını ayrıntılı bir şekilde bilmek gereklidir. Müellifin mezheplerin ortaya çıkış süreçleriyle alakalı olarak bu arka plana temas etmesi anlamlı ve gayet isabetlidir.
1. Mezheplerin Doğuşuna Etki Eden Bazı Faktörler
Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir zaman sonra Müslüman toplumda fırkalaşma faaliyetlerinin başladığı bilinmektedir. Kevserî, Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının ortaya çıkmasının arka planına ışık tutmaya ve bu ayrılıkların genel olarak sebeplerini izah etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda cahiliye geleneklerinin yanı sıra farklı kültürlerle temasların Müslümanların zihin dünyalarında ne tür olumsuz etkiler meydana getirdiğine değinmiştir. O, özellikle Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra zuhur eden bazı problemlerin fırkalaşmadaki etkilerine dikkat çekmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir döneminde bazı kimselerin, münafıkların tahrikiyle dünya işlerini dinden ayırma propagandası içine girdiklerini, bu tahriklerin sonunda bazı kabilelerin zekâtı vermekten imtina ettiklerini ve nihayetinde “Ridde Savaşları” denilen sürece girildiğini örnek olarak zikretmiştir (Mukaddemât, 40). Müellif burada ayrılıkçı hareketlerin arkasında münafıkların olduğuna vurgu yapmıştır.
Kevserî, mezheplerin doğuşunu hazırlayan tarihi arka plan hakkında bilgi verirken cahiliye dönemi Arap toplumuna ve özellikle Kureyş’in durumuna atıflarda bulunmuştur: “Hz. Peygamber, putperestliğe batmış bir çevrede son elçi olarak gönderilmişti. Bu ortamın çevresinde de şirk ve teşbihi din edinmiş, dinleri tahrif etmiş milletler bulunmakta idi. İşte Hz. Peygamber böyle bir çevrede İslam’ı yaymaya başladı. Kısa bir zamanda putperestliği ve cahiliye anlayışını ayaklar altına almayı başardı. Ancak bu cahiliye inançları tam anlamıyla yok olmamış, fırsat buldukları her dönemde Müslümanların birliğini bozmak için fırsat gözetmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların zafiyete düştükleri her bir vasatta bu cahiliye anlayışının bir şekilde nüksettiği görülmüştür” diyerek İslam öncesi Arap inanç ve geleneklerinin tam anlamıyla silinemediğini dile getirmiştir (Mukaddemât, 63).
Fikrî tartışmaların ve nihayetinde fırkaların ortaya çıkışında dış kültür ve dinlerin de etkisinin olduğunu belirtmek gerekir. Bu hususu es geçmeyen müellif, İslam coğrafyasının genişlemesiyle birlikte Müslümanların farklı inanç, fikir ve düşüncelere sahip toplumlarla karşılaşmış olmasını önemli bir faktör olarak ele almıştır (Mukaddemât, 4). Örneğin Basra, değişik fikir ve mezheplerin sığındığı liman mesabesindeydi (Mukaddemât, 41). Ma‘bed b. Halid el-Cuhenî (80/699) Allah’a isyan etmenin günahını kadere yükleyen düşünceyi burada görmüş ve cevap verme ihtiyacı hissetmişti. Bu bağlamda o, insanın sorumluluğunu temellendirmek için kaderin var olması kulun ihtiyarını yok etmeyeceğini söylemiş, ancak bu konuda -zamanla- aşırılığa düşerek “Kader yoktur, Allah bir işi olduktan sonra bilir” demiştir (Mukaddemât, 41). Buradan hareketle Müslümanlar arasında ortaya çıkan bazı görüşlerin aslında diğer din ve mezheplere cevap verme sürecinde zuhur ettiğini söyleyebiliriz. Kevserî, Müslümanların telif ettiği akaid, kelâm ve mezhepler tarihi eserlerinin ardında böyle bir durumun olduğunu belirtir. İslam âlimleri, İslam’ı başkalarına karşı korumak, kendi inanç ve düşüncelerini muhaliflerine anlatmak üzere ulemanın akaid ve kelâm eserlerini kaleme aldıklarını, dahası diğer mezhep ve fırkalar karşısında Ehl-i Sünnet itikadının doğruluğunu ortaya koymak ve diğer fırkaların sapıklığa düştüğünü izah etmek için de mezhepler tarihi kaynaklarının yazıldığını açıklamıştır (Mukaddemât, 5).
Kevserî, Müslümanlara en fazla zarar veren ve iç bünyede tahribat yapan kimselerin salih mü’min görüntüsüne bürünüp gözyaşlarını hile için akıtan uzun sakal bırakıp cübbe sarık giyen ve dış görünüş itibarıyla zühd hayatı yaşayan kimseler olduğunu söylemiştir. Müellif, bu zümrelerin durumunu şöyle ifade etmiştir: “Bunlar, görünürde Allah Elçisi’nin sünnetine davet ederler. Ancak batıl dinlerin, eski fırkaların inanç ve kültürlerini de bünyelerinde taşırlar. Âyet ve hadisleri açıklarken bu eski inanç ve kültürleri ön planda tutup yalan yanlış yorumlarda bulunarak Müslümanların akidesini bozmaya ve onları aldatmaya çalışırlar. İslam’da olmayan birtakım aşırılıkları sünnetin yorumuna katarlar ve böylece insanların akıllarını çelerler. Bunlar samimi bir Müslüman görüntüsü vermeye çalıştıklarından Müslümanların dikkat ve kuşkularından uzak kalabilmişlerdir (Mukaddemât, 64).” Başka bir yerde de bu zümrelerin yapıp ettiklerini şöyle izah etmiştir: “Bunlar, Allah Elçisi’nin soyuna büyük saygı göstermiş, onların yanında yer aldıklarını belirtmiş, sonrasında Ehl-i Beyt üzerinden kendi inanç ve fikirlerini yaymaya, bir bakıma fitne tohumları ekmeye çalışmışlardır. Bunlar amaçlarını gerçekleştirebilmek için teşeyyu‘u bir vasıta olarak kullanmışlardır (Mukaddemât, 75).”
Kevserî, özellikle tâbiûn döneminden sonra yukarda vasıfları belirtilen kimselerin yalan yanlış birçok haberi rivayet ettiklerine ve bu şekilde İslam’ın saf akidesini ifsat etmeye çalıştıklarına dikkat çekmiştir. Bu bağlamda o, Raşid Halifeler döneminde bazı Yahudi âlimlerinin, Hıristiyan rahiplerinin ve Mecûsî din adamlarının İslam’a girmiş göründüklerini, ilmî terbiye almamış bedevî râvilere ve onların sıradan mevâlîsi arasında kendi efsane ve menkıbelerini yaymaya başladıklarını belirtmiştir. Ona göre bu cahil râviler, söz konusu hurafeleri, içlerinde Allah ile alakalı teşbih ve tecsîme inanarak ve cahiliye dönemindeki inançlarını da benimseyerek başkalarına aktarmışlar; bazen söz konusu nakilleri yanlışlık veya iftira ile Hz. Peygamber’e nispet etmişlerdir. Neticede –İslam inancının tabiatına uygun olmayan- bir kısım teşbih ve tecsîm görüşleri Müslümanlar arasında yayılmaya ve taraftar bulmaya başlamıştı (Mukaddemât, 41).
Sahabe neslinin ve önde gelen büyük sahabîlerin Müslüman toplumu parçalayan, dirliğini ve birliğini alıp götüren her türden fitne ve fesat hareketlerine karşı çok dikkatli davrandıklarını ifade etmek gerekir. Nitekim müellif, bu duruma dikkat çekerek, ikinci halife Hz. Ömer’in fitne hareketlerine karşı çok duyarlı olduğunu ve bu sebeple münafıkların uygun zemin bulamadıklarını bazı örnekler üzerinden açıklamıştır. “Hz. Ömer, ortada bir mesele olmadığı halde çetrefilli konularla halkın kafasını karıştırmaya çalışanları sürgün etmişti. Hz. Osman döneminde ise yönetimden kaynaklanan bazı zaaflar, Müslümanların içine sızan din düşmanlarına hedeflerine ulaşabilmeleri için uygun zemin sağlamıştı. Bunlar, halifeye yönelik bir takım iftiralar ileri sürmüş, halifenin Müslümanlar nezdindeki konumunu zedelemek istemiş ve böylece Müslümanlar arasında cahiliye düşmanlıklarını canlandırmaya çalışmışlardı.” Kevserî, fitnecilerin amaçlarına ulaşabilmek için önemli İslam merkezlerini dolaştıklarını ve fitne tohumlarını ekmek suretiyle Müslümanların dirlik ve birliğini bozmaya çalıştıklarını da açıklamıştır (Mukaddemât, 40). Böylece o, Müslümanlar arasında zuhur eden ilk fitneleri, gerçekte inanmadığı halde İslamiyet’e girmiş gibi gözüken kimselerin gizli faaliyetlere devam etmeleriyle izah etmiştir (Mukaddemât, 75).
Burada İbn Sebe’ye de değinmek gerekir. Kevserî, mezheplerin teşekkülünde İbn Sebe faktörünün ciddi bir etkisinin olduğu kanaatindedir ve neşrettiği mezhepler tarihi eserlerinin mukaddimelerinde bu konuya yer vermiştir (Mukaddemât, 210). İbn Sebe’nin özellikle Hz. Osman döneminde çok etkili olduğunu belirten Kevserî, onun Müslümanların tarihinde silinmez izler bıraktığını açıklamış; İbn Ebî Heyseme, İbn Cerîr, İbn Asâkir, İbn Sem‘anî, İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Esîr, İbn Kesîr ve Makdisî gibi İslam tarihçilerinin onun hakkında önemli bilgiler verdiklerini belirtmiştir (Mukaddemât, 215). Tarihî bir kişi olup olmadığıyla alakalı tartışmalara ehemmiyet vermeyen müellifimize göre İbn Sebe, gerçek bir şahsiyettir; fikir ve düşünceleriyle sahabe ve tâbiûn nesli arasında fitne tohumları ekmiştir, zuhur eden fitne hareketlerinin görünmez failidir. O, İbn Sebe’nin varlığını kabul etmeyenleri, İsâ b. Meryem’in varlığını inkâr edenlere ve yine karanlık çöktüğünde güneşin varlığını kabul etmeyen cahil kimselere benzetmiştir. Ona göre İbn Sebe’nin varlığına yönelik itirazların bir dayanağı yoktur (Mukaddemât, 216). Kevserî’ye göre İbn Sebe’nin fitneleri Hz. Ali döneminde gün yüzüne çıkmış ve meyvelerini vermeye başlamıştır. Dolayısıyla fitne tohumlarının Hz. Osman döneminde serpilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira önceki dönemde ortaya atılan fikirler bir sonraki dönemde meyvelerini verdiklerinde şüphe yoktur (Mukaddemât, 217). İlk defa İbn Sebe tarafından ileri sürülen fikirlerden biri ric’at akidesidir. Buna göre Hz. Ali öldükten sonra tekrar dünyaya dönecektir; aslında o ölmemiştir, bir şekilde diri olup lâhutî bir yönünün olduğunu, bulutlar içinde bulunduğunu, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de kamçısı olduğunu iddia etmiştir (Mukaddemât, 217). Böylece müellifimiz, art niyetli ve İslam’ı içerden yıkmaya gayret gösterenlerin cahil Müslümanların durumundan da faydalanarak belli bir başarı elde ettiklerini İbn Sebe figürü üzerinden anlatmış olmaktadır. Zaten o, aşırı Şiî fırkaların İbn Sebe’nin görüşlerinden doğduğunu, onun fikirleri çevresinde pek çok gulat/aşırı yapıların vücut bulduğunu izaha çalışmıştır (Mukaddemât, 217).
Ehil olmayan kimselerin nazik konularda pervasızca görüş beyan etmeleri ve nasları anlamada aciz kalmaları da farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Kevserî, İslam düşüncesindeki ilk fikrî tartışmanın Hz. Ömer döneminde yaşayan Sabîğ b. Akil adındaki birisinin müteşabih âyetleri fitne çıkmasına sebebiyet verebilecek şekilde tevil etmeye çalışmasının sonrasında ortaya çıktığını söylemiştir. Hz. Ömer, bu durumdan haberdar olunca ilgili şahsı çağırmış ve onu sorgulamıştır: “Hz. Ömer, ona kim olduğunu sorar. Adam, “Ben Allah’ın kulu Sabiğ’im” der. Bunun üzerine Ömer, “Ben de Allah’ın kulu Ömer’im” der ve onu eğri bir hurma dalı ile iyice döver. Adam, “Yeter Ya Ömer! Aklımdaki şeyler tamamen gitti” diyerek görüşlerinden vazgeçtiğini kabul eder. Sonrasında Hz. Ömer, durumunu düzeltinceye kadar bu adamı Basra’ya sürgüne göndermiştir. İşte bu, Ömer’in fitne çıkaranlara karşı ortaya koyduğu tutumdu. Bu tutum, Hz. Osman ve Ali döneminde de devam ettirilmişti (Mukaddemât, 4).”
Öte yandan Kevserî, Allah’ın zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleri konusunda söz söyleyecek kimselerin ya da eser telif edeceklerin hem naklî ilimlerde hem de aklî sahada yetişmiş olmasının zorunlu olduğuna vurgu yapmıştır. Ona göre naklî ilimlerde uzman olmayan bir kimsenin sırf aklî ilim ve birikime dayanarak sıfat ve esma konusunda görüş beyan etmesi tehlikelidir. Zira böylesi bir kimsenin sapıklığa düşmesi kolaydır. Aynı şekilde aklî ilimler konusunda da yeterli olmayan ve sadece naklî bilgilerle hareket eden bir kimse de aynı akıbete düşmekten kurtulamaz (Mukaddemât, 88). Ayrıca o, Yüce Allah’ı bir cisme ya da beşere benzetmenin (teşbih-tecsîm) ya da sıfatlarının bir karşılığının olmadığını (ta‘til) iddia etmenin ve bu konuların ehil olmayan kimseler tarafından konuşulmasının tehlikeli ve de zararlı olduğunu beyan etmiş, işi bilmeyen cahillerin bu sahada ayaklarının rahatlıkla kayabildiğini bildirmiştir. Bu itibarla o, inançla alakalı konularda uzman olan kimselerin söz söylemesinin önemini belirtmiş, İslam tarihinde eser telif etmiş olan pek çok âlimin önemli bir vazife ifa ettiklerini açıklamıştır (Mukaddemât, 89).
2. Kevserî’nin İslam Mezheplerine Bakışı
Kevserî, İslam dünyasında ortaya çıkan itikadî ve siyasi İslam mezheplerini, ortaya çıkışlarını hazırlayan sebepleri de dikkate alarak izaha çalışmıştır. Bir bakıma Müslüman toplumda bu nevi fikirlerin hangi kaynaktan geldikleri, nasıl ortaya çıktıkları, bu fikirler etrafında insanların nasıl öbekleştiğini ve zamanla söz konusu aşırı görüşlerin nasıl kurumsal yapılara dönüştüklerini açıklamaya çalışmıştır. Aslında onun bu gayretinin geçmişin tecrübelerinden faydalanarak günümüz Müslümanlarının hata ve dalâlete düşme ihtimalini en aza indirmeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz.
İslam düşüncesi tarihinde ortaya çıkan itikadî ve siyasî ekollere geçmeden önce üzerinde durulması gereken bir konu da müellifimizin mezhepleri nasıl tasnif ettiği hususudur. Klasik kaynaklarımızın önemli bir kısmı iftirak hadisini (ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını bildiren hadis rivayetini) dikkate alarak tasnif edilmiştir. Kaynaklarımızda ümmetin 73 fırkaya bölüneceğiyle alakalı olarak nakledilen hadisler, metin itibarıyla farklılık göstermektedir. Bu rivayetlerin bir kısmında ümmetin sadece kaç kısma ayrılacağı belirtilmekle yetinilirken (Ebû Dâvud, “Sünen”, 1), diğer bir kısım rivayetlerde bu fırkalardan birisinin cennette diğerlerinin cehennemde olacağı haber verilmektedir (Müsned, III, 120). Bu ikinci rivayetlerin bir kısmında cennette olacağı haber verilen fırkanın kimliğinden bahsedilmezken (Müsned, III, 120), diğer bir kısmında onun kimliğinden de bahsedilerek “cemaat” ya da “Hz. Peygamber ve onun ashabının yolu üzere olanlar” şeklinde kimlikleri belirtilmiştir (Ebû Dâvud, “Sünen”, 1). Kevserî de ilgili hadisle alakalı olarak temelde üç farklı rivayetin var olduğunu belirtmiştir. Bunların ilkinde sadece ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı bildirilmiş; ikinci tür rivayetlerde sadece bir fırkanın kurtulacağı diğerlerinin helak olacağı haber verilmiştir. Üçüncü tür rivayetlerde ise kurtuluşa erecek olan grubun özellikleri belirtilmiştir. Kevserî, bu rivayetin sübutu konusunda ilim ehlinin ihtilaf ettiğini, ayrıca belirtilen rakamlarla neyin kastedildiğinin tam olarak bilinemediğini, buradaki ümmetin davet ümmeti mi yoksa icabet ümmetimi olduğu hakkında da farklı görüşlerin bulunduğunu belirtmiştir (Mukaddemât, 150). Konuyla alakalı lehte ve aleyhte bazı âlimlerin görüşlerini açıklayan Kevserî, hadiste belirtilen 73 rakamının çokluktan kinaye olduğu şeklindeki kanaatini açıklamıştır (Mukaddemât, 150). Netice olarak Kevserî’nin 73 fırka rivayetine dayanarak İslam mezheplerini tasnif etmenin isabetli olmayacağı kanaatinde olduğunu söyleyebiliriz.
Kevserî, İslam tarihinde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhepleri bir bakıma kronolojiyi dikkate alarak değerlendirmiş ve her bir mezhebin zuhuruna sebebiyet veren asıl unsurları açıklamaya çalışmıştır.
(ı) Haricîler: İslam dünyasında ortaya çıkan ilk ayrılıkçı hareketin Haricîler olduğunu belirten Kevserî, bunların ortaya çıkış sebeplerinin dinî değil, tamamen siyasî sebepler olduğuna dikkat çekmiştir. Bu bağlamda o, Haricîlerin temel temayüllerinin mevcut idareye düşmanlık etmek, her fırsatta başkaldırmak ve nifak çıkarmak şeklinde olduğunu açıklayarak onların ilmî ve felsefî tartışmalar neticesinde ortaya çıkmadıklarını açıklamıştır. Ona göre Haricîler, siyasî hedeflerini gerçekleştirebilmek amacıyla ayrılık çıkarmışlar ve kısa zaman zarfında aralarına İslam dinine düşman bir kısım zındıkların sızmasıyla itibar zedeleyici bir konuma düşmüşlerdir (Mukaddemât, 49).
(ıı) Şia: Şiîliğin ortaya çıkışını da benzer bir şekilde açıklayan Kevserî, bunların da ortaya çıkmaları sürecinde ilmî ve felsefî tartışmaların etkili olmadığını beyan etmiştir. Ona göre Şia, Haricîliğe tepki olarak zuhur etmiş ve siyasî bir hedefi gerçekleştirmek üzere teşekkül etmiştir. Başlangıçta Hz. Ali ve Ehl-i Beyt etrafında siyasî gayelerle öbekleşen bu zümrelerin arasına art niyetli ve kalplerinde nifak bulunan kimselerin sızmasıyla birlikte ilk Şiî fikirler kendisini göstermiş ve zamanla Şiîleşme süreci devam etmiştir (Mukaddemât, 4, 49). Müellifimiz Şiîliğin yaygınlaşmaya başladığı dönemde Müslüman olmuş gibi görünen ancak eski inançlarını asla terk etmeyen eski din mensuplarının faaliyetlerine önemle dikkat çekmiştir. Bir bakıma o, aşırı görüşlerin teşekkülünde bu art niyetli zümrelerin belirleyici olduğunu vurgulamıştır.
(ııı) Mürcie: Kevserî’nin Mürcie fırkasının ortaya çıkış süreciyle alakalı düşünceleri önemlidir. Yukarıdaki iki fırkadan ayrı olarak bu grubun bir nevi ilmî araştırmadan doğduğu kanaatindedir (Mukaddemât, 49). Bununla Kevserî, Mürcie mensuplarının Haricî ve Şiî anlayışlar karşısında Kur’ân ve sünnetten hareketle iman-amel ayrımına gitmelerini, mü’min bir kimsenin günahları sebebiyle tekfir edilemeyeceği anlayışına sahip olmalarını kastettiği anlaşılmaktadır. Gerçekten Mürciî grubun ortaya çıktığı dönemde Şiî-Haricî siyasî çekişmelerin ve tartışmaları revaçta olduğu, özellikle büyük günah işleyen bir mü’minin dinî konumu hakkında ciddi tartışmaların vuku bulduğu bilinmektedir. Mürcie’nin, Haricî anlayışın zıddına, büyük günah işleyen mü’minlerin âhiretteki durumlarını Yüce Allah’a havale etmesi ve iman var olduğu müddetçe günahların imanı yok edemeyeceği şeklindeki görüşünü ileri sürmesinin bir orta yol bulma gayreti olduğu söylenebilir. Bu bakımdan irca anlayışının ilmî kaygılarla gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Ancak Kevserî’nin de belirttiği gibi sonraki dönemlerde Mürcie mensupları arasında ilim ve dinden uzaklaşan ve amelde gevşekliği doğuran görüşler ileri süren kimseler zuhur etmiştir (Mukaddemât, 49). Kevserî, bunları Mürcie’nin bid‘atçıları şeklinde isimlendirmiştir (Mukaddemât, 41).
(ıv) Kaderiyye: Kevserî, bu fırkanın ilmî araştırma sonucunda doğduğunu ve bunların genel temayüllerinin tembellik ve kayıtsızlığa karşı mücadele etmek şeklinde olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte Kevserî, bu grubun zamanla Seneviyye’nin bazı görüşlerinden etkilendiğini de belirtmiştir (Mukaddemât, 49). Kevserî’nin sözlerinden Kaderiyye fırkasının başlangıçta iyi düşüncelerle ortaya çıktığını ve zamanla bid‘at görüşlerine kaydığını çıkarmak mümkündür.
(v) Cebriyye: Cebriyye fırkasına karşı ağır ifadeler kullanan müellif, onları tutucu ve yıkım tellalı olarak isimlendirmiş ve ilmî olmayan bir zeminde ortaya çıktıklarını söylemiştir. Ona göre Cebriyye’nin içine düştüğü bu buhran Sümeniyye, Berahime ve bunların dışındaki ibahiyeci cahil fırkalara komşu olmalarından kaynaklanmıştır (Mukaddemât, 49). Bununla birlikte Kevserî, Cehm’e nispet edilen bazı görüşlerin muarızları tarafından uydurulmuş olabileceğini ve ayrıca Cehm’in takipçisi olarak gösterilen kimselerin de onun adını kötüye çıkarmak ve bu ekolü kötülemek kastıyla ona nispet edilmiş olabileceğini belirtmiştir (Mukaddemât, 43). Burada gayet objektif davranan Kevserî, Cehm’in kendisinden sonra bir takipçisinin olmadığını belirtmiş ve onun takipçisi gibi gösterilen kimselerin Cehm’i ve görüşlerini kötülemek adına ona nispet edilmiş olabileceğini açıklamıştır.
Kevserî’nin Ehl-i Sünnet ekollerine, bu bağlamda Selefîlik, Eş‘arîlik ve mensubu olduğu Mâtürîdiyye ekolüne dair görüşlerine değinmek güzel olurdu. Ancak makalenin sınırlarını aşacağından bu konuya burada yer verilmemiştir. Aşağıda Kevserî’nin düşünce dünyasını bir nebze daha iyi anlamak onun Mu‘tezile ve Haşviyye ekolleri hakkındaki görüşlerine yer verilecektir.
2. 1- Mu‘tezile
İslam düşüncesi tarihinde akılcılıkları iler dikkati çeken mezhep hiç şüphesiz Mu‘tezile’dir. Bu mezhebin tarihi gelişimi hakkında bilgi veren Kevserî, kurucusu kabul edilen Vasıl b. Ata’nın (ö. 131/748) i‘tizal fikirlerini Ebû Hâşim’den aldığını belirtmiş ve Mu‘tezilî fikirlerin temelinde Medine Okulu’nun olduğuna dikkat çekmiştir (Mukaddemât, 42). Kevserî, Mu‘tezile fırkasının ilmî araştırma sonucu ortaya çıktığını ve Haşviyye zihniyetiyle ciddi bir mücadele içinde olduğunu açıklamıştır. Onların genel özelliklerini anlatırken “Akıllarının doymazlığı her şeyi deneme isteğine götürmüştür” diyerek araştırmacı ruhlarına işaret etmiş, İslamî ilimlerdeki donukluğa karşı savaş ilan ettiklerini, akıl ve aklîleşme sürecinin her devirde devam etmesi gerektiği düşüncesinde olduklarını açıklamıştır. Ayrıca Mu‘tezilî âlimlerin hedeflerinin, dışardan İslam’a sızan aykırı görüşleri aklî delillerle cevaplayıp muhatapları ikna etmek ve iddiaların yersiz olduğunu ortaya koymak olduğunu da beyan etmiştir (Mukaddemât, 50).
Kevserî, ilk dönem Mu‘tezilesini, İslam’ın saf akidesini Yahudi, Hıristiyan, Mecûsî, Sâbiî ve zındıklara karşı savunan kimseler olarak takdim etmesi gerçekten anlamlıdır (Mukaddemât, 43). O, “Ulûhiyet ve tevhidi inkâr eden mülhitlere, nübüvvet inkârcılarına, ayrıca Seneviyye, Yahudi, Hıristiyan, Sâbiî ve çeşitli ateist gruplara karşı İslam dinini savunmada şerefli tavırları vardır.” diyerek Mu‘tezile’den övgüyle bahsetmiştir (Mukaddemât, 50). Bu bağlamda Mu‘tezile’nin bazı eserlerinden örnekler veren müellif, Câhiz’in (ö. 255/869) nübüvvetle alakalı Hücecü’n-nübüvve adlı kitabını ve Kâdî Abdülcebbâr’ın Tesbîtü Delâili’l-nübüvve adlı eserini sitayişle zikretmiştir. Mu‘tezile’nin Sünnî çevrelerde toptan dışlanmasını eleştiren Kevserî, Mu‘tezile kitaplarından tamamen yüz çevirmenin hoş olmayacağını, zira bu kitaplarda zamanın geçmesine rağmen eskimeyen, hâlâ parlak ve geçerli olan pek çok hususun bulunduğunu belirtmiş, onların eserlerinde bulunan ve İslam akaidini anlatmada işimize yarayacak olan her bir bilginin kullanılması gerektiğini açıklamıştır (Mukaddemât, 50).
Kevserî, Mu‘tezile’nin iki zümreye karşı mücadele ettiğini belirtmiştir. Bunlardan ilki, iyi eğitim almış, antik felsefeyi özümsemiş ve içinde bulundukları dönemin ilmî birikimine sahip zındıklardır. Bu zümrenin ilmî faaliyetlerine karşı Mu‘tezilî âlimlerin çok önemli bir vazife icra ettiklerine dikkat çeken Kevserî, özellikle Abbasî halifesi Mehdî’nin (ö. 169/785) teşvikiyle Mu‘tezilî kelâmcıların bu zümreyi reddetmek üzere kitaplar kaleme aldığını, onları susturacak aklî ve felsefî deliller ortaya koyduklarını belirtmiş ve böylece zındıkların Müslümanlara verdikleri zararları engellemeye çalıştıklarını beyan etmiştir (Mukaddemât, 43). İkinci zümre ise, İslam ümmeti içinde bulunan kaba ve sert mizaçlı kimselerdir. Kevserî, bunlara Haşviyye demiştir. Bunların özelliklerini o şöyle ifade etmiştir: “Bunlar, aklî düşünme metodundan uzak durmuştur. Yahudi ve düalistlerin şaşırtmacaları bunlarca kabul görmüş ve kelâmcıları kötülemenin iyi bir şey olduğu zehabına kapılmışlardır. Bunlar dost ile düşmanı ayırt edebilecek durumda değillerdir. Eğer dini müdafaa işi onlara havale edilmiş olsa idi, bir an bile dini savunamazlardı. Mu‘tezilî kelâmcılar, birinci düşmanla mücadele ettiler. İkinci sınıfı, zındıkların reddini tamamlayıp onların aldatmacalarını ortaya çıkarıncaya kadar görmezlikten geldiler. Sonra Haşviyye’nin sözlerini çürütüp görüşlerinin saçmalığını ortaya koydular (Mukaddemât, 44).” Burada Kevserî’nin iç ve dış tehlikelere karşı İslam akidesinin muhafaza ve müdafaasında Mu‘tezile kelâmcılarına biçtiği rolün büyüklüğünü görmekteyiz.
Kevserî, fetihlerin genişlemesiyle birlikte Müslümanların farklı din ve inançlara mensup toplumlarla karşılaşmaları ve bunun sonunda Müslümanlarla düalist ve mülhit gruplar arasında vuku bulan münakaşalarda fakihlerin ve hadisçilerin bu tartışmaların dışında kaldıklarını ve dinde kesinlikle sabit olanla yetinme gayreti içinde olduklarını söylemiştir (Mukaddemât, 44). Hâlbuki din düşmanlarına karşı, yine onların silahlarıyla mücadele etmek gerekliydi. Şayet durum fakih ve muhaddislere bırakılacak olsa idi, münafık ve mülhitlerin yaymakta oldukları şüpheler Müslümanların kalplerine sirayet edecek, durum altüst olacak ve hiç kimse felaketten kurtulamayacaktı (Mukaddemât, 44). Bu zaviyeden bakıldığında Kevserî’nin, Mu‘tezile’nin yaptığı çalışmaların büyük bir boşluğu doldurduğunu çekinmeden ifade ettiğini söyleyebiliriz. Ancak Kevserî Mu‘tezile ekolünü iki döneme ayırmıştır. Yukarda dile getirilen ve övgüyle zikredilen hususların ilk dönem Mu‘tezile âlimlerinin işi olduğuna dikkat çekmiştir. Kevserî, özellikle mihne problemiyle başlayan ve siyasetin bir araç edildiği dönemde Mu‘tezile’nin birtakım bid‘atlere bulaştığını açıklamış; siyaseti kullanarak mihne/Halku’l-Kur’an ve ru’yetullah gibi birtakım görüşlerine taban bulma girişimlerini eleştirmiştir (Mukaddemât, 44). Öte yandan Kevserî, muhaliflerin görüşlerini iptal etmek ve muhataplarını susturabilmek için Mu‘tezilî âlimlerin aklı fazlaca kullanmasını da eleştirmiş ve bu durumun onları bid‘ate düşürdüğünü açıklamıştır (Mukaddemât, 44).
Kevserî, Abbasî halifesi Mütevekkil’in (ö. 247/861) hilafetiyle birlikte Mu‘tezile’nin dışlanmasını isabetli görmemiştir. Ona göre Mu‘tezile’nin yasaklanması İslam düşüncesi açısından ciddî bir kayıptır ve bunun daha sonraki dönemde olumsuz neticeleri görülmüştür. Zira Mu‘tezile’nin dıştan gelen akımlara karşı ortaya koyduğu akademik mücadele olmadığından Karmatî ve Fâtimî hareketler hedeflerine ulaşabilmiş, geniş bir halk kitlesini taraflarına çekebilmişlerdir. Şayet Mu‘tezile’nin eski gücü olsaydı, bu ateist ve ilhadî akımlara karşı Mu‘tezilî âlimler ilmî gayretlerini ortaya koyacak, gerekli telifatı üretecekler ve halkı bilinçlendireceklerdi. Fakat muhaliflerin hilelerini deşifre edecek ve dahası ikna edici delillerle dini müdafaa edecek kimseler kalmadığından söz konusu mülhit zümreler İslam beldelerini işgal etmişlerdir (Mukaddemât, 45). Burada Kevserî’nin aşırılığa düşmemiş Mu‘tezilî zümrelerin İslam düşüncesi açısından ne denli önemli faaliyetlerde bulunduklarına dikkat çektiği görülmektedir. Doğrusu güçlü bir Ehl-i sünnet müdafiî olan Kevserî’nin mutedil Mu‘tezilî zümreler için kullandığı bu övücü ifadeler mutlaka dikkate alınmalıdır.
2. 2- Haşviyye
Dinî konularda akıl yürütmeyi reddeden, nasların zâhirine bağlı kalmak suretiyle teşbih ve tecsîme kadar varan telakkileri benimseyen Haşviyye fırkası için oldukça ağır ifadeler kullanan Kevserî, onların ne denli tehlikeli olduğunu şu şekilde ifade etmiştir: “Cehalet ve donukluğun seviyesizleştirdiği Haşviyye, bazı fırkaların İslam öncesi sahip oldukları cahiliye görüşlerini tevarüs edip benimsemiştir. Sâbiiyye, Ehl-i Kitap ve Seneviyye sahtekârlarının şaşırtmacaları onlar nezdinde kabul görmüştür. Onlar avamı kandırdıkları bir zühde ve büyük bir cehalete sahiptirler. Onlar kaba yapılı, kargaşa çıkarmak için fırsat kollayan katı ve sert mizaçlı kimselerdir. İslam zayıfladığı zaman sesleri yükselir. Görüşleri hâkim olduğu zaman ortalığı ilhad kaplar. Tarihin her döneminde bu böyle olmuştur. Onlar, başta akıl ve nazari ilimler olmak üzere mevcut olan her fırkaya düşmanlık gösterirler (Mukaddemât, 49).”
Kevserî, “Haşviyye” isminin kökeniyle alakalı olarak şöyle bir olay zikretmiştir: Tâbiînin büyüklerinden olan Hasan el-Basrî (ö. 110/728), Basra’da ilmî yaymaya çalışan büyük bir âlim idi. Bir gün meclisine ayak takımı râviler geldi. Yanında anlamsız şeyler konuşmaya başladılar, bunun üzerine o, “Bunları ilim halkasının kenarına atın” dedi. Böylece onlara “Haşviyye” denildi. Müşebbihe ve mücessime grupları bunlardandır (Mukaddemât, 43).” Müellif, bu fırka mensuplarını şöyle anlatmıştır: “Haşviyye, cahil ve ayaktakımı kimseleri kendisine çekmeye çalışıyordu. Onlar, Ehl-i Kitap ve Senevîlerin sahtekârlarından ödünç aldıkları birtakım teşbih ve tecsîm görüşlerini Allah’a nispet ediyorlardı. Bu bağlamda; hareket, intikal, sınır, yön, oturma, dinlenme, sırtüstü yatma, mekân edinme vb sıfatları, şeriat ve aklın caiz görmediği şeyleri Zat-ı ilahiye nispet ediyorlardı. Ayrıca bu konuda başkalarını çekiştirme ve gıybetle doldurdukları kitaplar yazıyor, sünnet perdesi arkasına saklanarak ve kendilerini selefe nispet ederek tekfir etmede aşırı gidiyorlardı (Mukaddemât, 45).” Yine o, Haşviyye hakkında şöyle demiştir: “Evet, onların da bir selefi vardı, ama bu ümmetten değildi. Onlar da bir sünnet üzere idiler, ancak bu, ihdas edenlerine kıyamete kadar günah getirecek bir sünnetti… (Mukaddemât, 45)” Böylece müellifimizin cahil, kaba ve art niyetli olmalarını gerekçe göstererek Haşviyye mensuplarını ağır bir şekilde eleştirdiğini görmekteyiz.
Değerlendirme ve Sonuç
Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği son dönem âlimlerinden biri olan Kevserî, ilmî birikimi ve çalışmalarıyla haklı bir şöhrete sahiptir. Onun çalışmaları arasında kelâm ve mezhepler tarihiyle alakalı eserlerin önemli bir yer tuttuğu görülür. Neşrettiği eserler İslam Mezhepler Tarihinin klasikleri arasında kabul edilmektedir. Müstakil makalelerinin yanı sıra neşrettiği eserlere yazdığı mukaddimeler bu sahanın uzmanlarınca göz ardı edilemeyecek bir öneme sahiptir.
Kevserî, Asr-ı saadet döneminden başlayarak Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının ortaya çıkmasının arka planına ışık tutmaya ve bu ayrılıkların genel olarak sebeplerini izah etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda o, art niyetli kimselerin faaliyetleri, ridde savaşlarının olumsuz etkileri, ehil olmayan kimselerin girift konularda konuşmaları, cahiliye anlayışının tamamen yok edilememesi ve farklı kültürlerle karşılaşmalar gibi faktörler üzerinde durmuş ve bunların mezheplerin ortaya çıkmasındaki etkilerini izah etmiştir. İlk dönemlerde ortaya çıkan önemli fikir ayrılıklarının kökeninde bu nevi faktörlerin etkili olduğunu belirtmiştir. O, tarihî süreci de dikkate alarak İslam dünyasındaki ilk fikir ayrılıklarını ve mezheplerin teşekkülünde etkili olan çevre ve düşünceleri genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışmıştır. Kevserî, mezhepleri tanıtırken bir ekolün ilmî bir araştırmanın neticesinde ortaya çıkıp çıkmadığına vurgu yapmıştır. Örneğin Haricîlik ve Şia’nın siyasî çekişmelerin sonucunda ortaya çıktığını; Mürcie ve Mu‘tezile’nin ilmî tartışma ve araştırmanın neticesinde zuhur ettiğini söylemiştir. Ayrıca o, mezheplerin tasnifinde 73 fırka rivayetini dikkate almanın isabetli olmayacağına, sahih kabul edilse bile bu hadiste zikredilen sayının kesretten kinaye olduğunu açıklamıştır. Burada belirtilmesi gereken diğer bir husus da, Kevserî’nin muhafazakar bir tutum içinde olmasına rağmen Mu‘tezile fırkasını hayırla yad etmesidir. Özellikle ilk dönem Mu‘tezile âlimlerinin çok büyük bir vazife ifa ettiklerini, hem içerdeki art niyetli kimselere karşı hem de dışardan gelen fikri saldırılara karşı İslam’ın saf akidesini koruma hususunda büyük çaba gösterdiklerini beyan etmiştir.
Kevserî, mezhepler ve onların teşekkülünde etkili olan faktörlerle ilgilenirken asıl hedefinin Ehl-i Sünnet anlayışını savunmak, onun doğruluğunu ve İslam’ın özüne uygun olduğunu ortaya koymak olduğunu hatırda tutmak gerekir. O, Sünnî âlimlerin İslam mezhepleriyle yakından ilgilenmelerini, sebep ve süreçleri tahlil etmelerini arzu etmiş ve bunu Sünni anlayışın savunulabilmesi için gerekli görmüştür.
*İstanbul Ün. İlahiyat Fak.