21 Mart 2025 - Cuma

Şu anda buradasınız: / VATANDAŞ KİMLİĞİ, GENEL SEÇİMLER VE SİYASİ TERCİH MESELESİ
VATANDAŞ KİMLİĞİ, GENEL SEÇİMLER  VE SİYASİ TERCİH MESELESİ

VATANDAŞ KİMLİĞİ, GENEL SEÇİMLER VE SİYASİ TERCİH MESELESİ HÜSNÜ AKTAŞ

Hafıza sahibi olan insanoğlu; zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeblerini tesbit ve neticelerini tahlil edebilme kaabiliyetine haiz olan mükerrem bir varlıktır. Mazi, hal ve istikbal unsurlarını dikkate almadan, ne bugünü değerlendirmek, ne de yarını planlamak kolay değildir. Çünkü ‘bugün’ dediğimiz zaman dilimi, dünün bir devamı, ‘yarın’ ise içinde yaşadığımız günün varisidir. Büyük Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren Illuminati Çetesi; devrim esnasında kullanılan ‘Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik’ sloganını hayata geçirebilmek için, modern-ulus devlet projesini ve vatandaşlık statüsünü/kimliğini ön plâna çıkarmıştır. Vatandaşlık statüsü, farklı sınıflara mensup olan ve birlikte hareket edebilen insanların siyasi taleplerini zaafa uğratmak için bulunan bir formüldür. Bilindiği gibi “Sivil Vatandaşlık” kavramı, 18. Yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkmıştır. Kişinin hürriyeti, ifade ve inanç özgürlüğü, mülk sahibi olma ve geçerli sözleşmeler yapabilme hakkı gibi unsurlar sivil vatandaşlık statüsünün zaruri neticeleri kabul edilmiştir. Daha sonra (19. Yüzyılda) “Siyasi Vatandaşlık” statüsü gündeme getirilmiştir. Siyasi otoriteyi kullanan organın bir üyesi olmak veya böyle bir organın üyelerini seçme hakkı, demokrasi kültürünün yayılmasına vesile olmuştur. Hikmete dayanan siyasetin temel meseleleri ile din ve ahlak arasındaki münasebeti; şahsi kanaatlerine (hevâlarına) göre yorumlayan devlet adamları, vatandaşlara ‘kendi kendilerini yönetme hakkını’ vermişlerdir.
Türkiye’de yaşanan siyasi mücadelede; başta Fransa olmak üzere, Batı’dan ithal edilen politika kültürünün önemli bir yeri vardır. Fransız devriminin önde gelen isimlerinden J. J. Rousseau “Toplum Sözleşmesi (Contrat Social)” isimli eserinin girişinde, devleti şöyle tarif etmiştir: ‘Devlet; hayatı, üyelerinin birliğine dayanan tüzel bir kişiliktir. Amacı üyelerinin korunması ve refahıdır.’ Aydınlanma felsefesini savunan bazı filozoflara göre devlet, kendilerini mutlak anlamda hüküm koyucu (ilâh) olarak gören insanların, birbirlerine vekâlet vermek suretiyle gerçekleştirdikleri bir üst kurumdur. Türkiye’de cari olan cumhuriyet rejimini savunan, buna mukabil demokrasiyi de reddetmeyen aydınların, Rousseau’nun siyaset felsefesini savunduklarını söylemek mümkündür. Çünkü, Rousseau’nun totolojik siyaset felsefesi; her fırsatta dikta rejimini özleyen politikacılara, aynı zamanda ‘demokrat olma’ İmkanını sağlamaktadır. Onun her yöne çekilebilecek genişlikteki demokrasi anlayışı; tek parti rejimini savunan kimselerin felsefi dayanağı olmuştur. Filozof J. J. Rousseau’nun ‘devleti yöneten kimselerin halkın babası veya reisi olarak’ kabul etmediği malûmdur. Ona göre, modern toplum kral veya derebeyinin kılıcının gölgesinde bir araya gelen reaya (sürü) veya teb’â değildir. Sivil toplum halinde yaşamak için sözleşen halkın, sözleşme kurallarına uyulup-uyulmadığını denetleme hakkı vardır. Dolayısıyla iktidarın yegane kaynağı halktır. Halkın egemenliği konusunda hassasiyet gösteren Rousseau’ya göre; meclisin hazırladığı her kanunun, ayrıca referanduma sunulması gerekir.
Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik
Büyük Fransız Devrimi esnasında kullanılan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı, bütün dünyadaki siyaset anlayışını kökten değiştiren bir sürecin başlamasına vesile olmuştur. O tarihten itibaren siyaset; “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” anlayışının keyfiyetiyle sınırlı hale gelmiştir. İlk tartışmanın; eski imtiyazlarını korumaya çalışan muhafazakârlar ile bu imtiyazları tasfiye etmeye çalışan liberallerin arasında yaşandığını söylemek mümkündür. Kısa bir süre sonra, liberallerin bu “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ şiarını ulus-devletin sınırları içine hapsettikleri ve yalnızca sermaye sahibi vatandaşlar için talep ettikleri ortaya çıkmıştır. Liberal filozofların çizdiği programın sınırlarını yetersiz bulan radikaller (solcular) önce sermaye sahipleri ile işçilerin eşitliğini, daha sonra da işçi sınıfının haklarını ön plâna çıkarmışlardır. Eşitlik manifestosunu hazırlayan Gracchus Babeuf’tür. Onu Saint-Simon, Robert Owen ve Charles Fourier izlemiştir. Radikal sol akımların, 1789-1848 yılları arasında, ‘sendikalizm, anarşizm, anarko-sendikalizm’ gibi geniş bir yelpazeye yayıldıkları bilinmektedir. 1848 yılında Karl Marx ve Engels, bu akımların reform programları ile radikal çözümleri arasındaki dengeyi kurmak için, aşamalı bir programı teklif etmişlerdir. Bu manifestoya göre ‘İşçi sınıfı önce ulusal sınıf olacak, sonra da insanlığı kurtarmak için uluslararası sınıf’ haline gelecektir.
Sanayileşmiş ülkelerde, seçmen vasfına haiz olan kalabalık bir işçi sınıfı vardır. Bu sınıf, sendikalarda ve partilerde örgütlenmiş, genel ve eşit oy hakkının kazanılmasına paralel olarak siyasete ağırlığını koymaya başlamıştır. Dolayısıyla bu sınıfın haklarını savunan partilerin, siyasi sistem içinde kalarak ‘devlet iktidarını’ ele geçirmesi ve hazırlayacakları siyasi projelerle dünyanın siyasi manzarasını değiştirmeleri mümkündür. Sanayinin belli ölçülerde geliştiği, fakat geniş bir köylü nüfusunun da bulunduğu çevre ülkelerde; hem biçimsel anlamda demokratik siyasi rejim söz konusudur, hem de işçi sınıfının nüfus içerisindeki ağırlığı farklıdır. Zira seçmen olan işçiler, diğer seçmen dikkate alındığı zaman ‘azınlığı’ teşkil etmektedir. Dolayısıyla, bu ülkelerde seçim sandığına atılan oylarla iktidarı ele geçirmek mümkün değildir. O halde, yapılması gereken ‘işçi-köylü ittifakını’ oluşturmak ve silahlı devrim yoluyla iktidarı ele geçirmek gerekir. Yirminci Yüzyılın başlarında sosyal demokrat, Marksist-Leninist veya ulusal kurtuluş tezini savunanlar olmak üzere üçe bölünen solcu aydınlar, siyasi tartışmaları ‘iktidarı nasıl ele geçirebiliriz?’ sualiyle sınırlı hale getirmişlerdir. İktidarı ele geçirmeden önce, insanların diğer problemlerini gündeme getirenleri revizyonist, hatta hain olarak damgalama modası yayılmıştır. Filozof Immanuel Wallerstein’ın ifade ettiği gibi; 1945 yılından sonra, sol akımların her çeşidi kendi ülkelerinde iktidarı ele geçirmeyi başarmışlardır. Buna mukabil hayallerini süsleyen ve sosyalist ideolojiye göre ‘dünyayı değiştirme’ projelerini gerçekleştirme açısından sınıfta kalmışlardır. Sosyalistlerin devlet iktidarı odaklı, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” teslisinden sadece ‘eşitliği’ esas alan, onu da iktisadi eşitliğe indirgeyen politika anlayışı; SSCB’nin dağılması, Varşova Paktı’nın ortadan kalkması ve Berlin duvarının yıkılmasıyla iflâs etmiştir. Kısa bir süre sonra kapitalist-liberal dünya görüşü de eski itibarını kaybetmeye başlamıştır. Dolayısıyla politika çarşısında klasik sağ-sol tasnifinin değer kaybetmesi; hem siyasi değişimi, hem de farklı alanlarda yaşanan bunalımları ortaya çıkarmıştır. Bu arada iki yüz yıldır devam eden bu siyaset anlayışı; dünya savaşlarına, komünizm, kapitalizm, faşizm, nazizm gibi ideolojilerin ortaya çıkmasına ve yirmi milyondan fazla insanın ölmesine vesile olmuştur.
Siyasi Tercih Meselesi
Tarih boyunca İslâm âlimleri; din ile devlet ve siyaset işleri arasındaki münasebeti, değişik açılardan tahlile tabi tutmuşlardır. İnsanların bedevi (göçebe) bir yaşayış tarzından, medeni hayat nizamına geçebilmeleri, peygamberlerin rehberliğinde yaşanan bir hadisedir. Devleti, cemiyeti ve insanları yönetme ilmi (tek kelimeyle siyaset) peygamberlerin insanlara öğrettiği bir ilimdir.1 Siyaset ilmi; insanların şahsi kanaatlerine dayanan bir nazariye değil, yeryüzünün halifesi olan insanoğlunun dünya ve ahiret saadetini konu alan bir ilimdir. Siyaset kavramını kısaca ‘iktidarı elde etme, iktidar imkânlarını meşrû şekilde değerlendirme veya iktidarın teşekkülü için gerekli olan faaliyetlere katılma’ şeklinde tarif etmek mümkündür. İslâm dininin, kendine mahsus bir siyaset anlayışı vardır. Bazı İslâm alimleri, ‘insanları hidayete ve hayra ulaştırmak, onları fesaddan kurtarabilmek için, takip edilmesi gereken en güzel yola siyaset denilir’2 tarifini esas almışlardır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan hukuki, içtimai, siyasi ve ahlaki hükümlerin keyfiyetini dikkate aldığımız zaman; İslâm dininin herhangi bir siyasi ideolojiye veya laiklik felsefesine göre yorumlanmasının mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Saltanat rejimlerinin ön plânda olduğu dönemlerde; devlet adamlarıyla iyi münasebet içinde bulunan bazı âlimler, şu tezi savunmuşlardır: “İnsanlara namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetler ve uygulanması gereken bazı cezalar, Allah’ın (c.c.) kitabında ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) sünnetinde yer almıştır. Siyaset ise, insanların dünya görüşlerine, maslahat olarak gördükleri değerlere, örfi hukuka ve yaşadıkları problemlere göre değişir. Müslümanların içinde bulunduğu şartlara göre çıkarılması gereken kanunlar veya alınması gereken tedbirler, sultanın/halifenin tercihleriyle sınırlıdır.”
Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile başlayan ve Meşrûtiyet Dönemi’nde yaygınlaşan siyaset anlayışı, aydınlanma felsefesine (modernizme) iman eden elitlerin yönetici sınıf haline gelmelerini sağlamıştır. Batılı tarzda eğitim veren okullardan mezun olan ve zaman içinde ulemanın yerini alan aydınların, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve zamanın ruhuna uygun olan yeni bir siyasi rejimin kurulmasını teklif ettikleri malûmdur. Bazı Osmanlı aydınları Meşrutiyet döneminde; din ile devlet işleri arasındaki münasebeti ve lâiklik ideolojisinin mahiyetini tartışmaya başlamışlardır. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi “Siyasi açıdan lâiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bunu savunan devlet adamları ve münevverler (aydınlar), laikliğin mahiyetini ya bilmiyorlar, ya bilerek ihanet ediyorlar. Laiklik felsefesi; Kur’an ve Mütevatir Sünnet ile sabit olan ahkâmın Allah (c.c.) tarafından indirildiğine iman ile bağdaşmaz”3 diyerek laikliği reddetmiştir. Buna mukabil başta Abdullah Cevdet olmak üzere, Ziya Gökalp ve Ali Suavi gibi aydınlar, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmuşlardır.
Cumhuriyet rejimini benimseyen ve Batı’nın siyasi kültüründe önemli yeri olan ‘vatandaş kimliğini’ ön plâna çıkaran devlet adamları; İslâm Fıkhı’nı tebdil ve tağyir etmekle kalmamış, antika bir müessese gibi muhafaza edilen Hilafeti de resmen ilga etmişlerdir. (3 Mart 1924) Bu tarihten sonra, Hilâfet ve meşrû iktidar problemi ile ilgili tartışmalar yeniden gündeme girmiştir. Bu tartışmaların “İslâm’ın devlet talebininin olup-olmadığı” konusunda yoğunlaştığını söylemek mümkündür. Mısırlı Şeyh Ali Abdurrazık, aydınlanma felsefesini ve laikliği savunan çevrelerin hoşuna gidecek iddiaları gündeme getirmiştir. Bu müellife göre “İslâm Fıkhı’nda yer alan Hilâfet müessesesi, yargı organları ve idari görevler gibi siyaset tekniğiyle ilgili meselelerin fazla bir önemi yoktur. Bütün bunlar, o dönemde yaşayan Arapların örfüyle ilgilidir.”
Günümüzde cumhuriyet, lâiklik ve demokrasi gibi siyasi kavramların ön plâna çıkarıldığını, vatandaş kimliğinin esas alındığını ve Müslüman kimliğinin insanların vicdanlarına mahkûm edildiğini unutmamak gerekir. Vatandaş kimliğiyle ilgili olan bir meseleyi; şer’i bir delile dayanmadan hükme bağlayan kimselerin, ifrad ve tefrit hastalığına tutulmaları mümkündür. Meselâ: 29 Mart 2009 tarihinde yapılan mahalli seçimlerden önce Fethullah Gülen; ‘Herkul.org’ sitesinde ve ‘Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan konuşmasında, ‘Sandık başına gitmenin ve oy vermenin Allah’ın hakkı olduğunu’ ileri sürmüştür. Bu iddia sahibinin; subuti ve delâleti kat’i (veya zanni) olan herhangi bir nassa dayanmadan verdiği hüküm, fıkıh usûlü açısından batıldır. Yıllarca ‘şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım’ diyen, hatta ‘Cebrail gelse, bir siyasi parti kursa, ona da rey vermem’ diyerek, tavrını ortaya koyan Fethullah Gülen’in, sandık başına gitmenin ‘Allah’ın hakkı’ olduğunu ileri sürmesinin, bir değil, birden fazla sebebi vardır. Firaset sahibi her müslümanın, itikadi anlamdaki bu değişimin sebeblerini iyi tahlil etmesi gerekir.’4
Son yıllarda ‘Modern seküler ülkelerde yaşayan müslümanların seçimlerde oy vermesi, helal midir yoksa haram mıdır?’ sualine, farklı cevapların verildiğini gizlemenin bir anlamı yoktur. Günümüzde “hangi siyasi rejime göre yönetileceğiz’ sualine cevap vermeden önce, “içinde bulunduğumuz hali nasıl değiştireceğiz, bizleri boğmaya çalışan emperyalist kafirlerin tuzaklarına karşı nasıl mücadele edeceğiz ve bizi perişan eden tefrika hastalığından nasıl kurtulacağız?’ gibi meseleleri, gündemimizin ilk maddeleri haline getirmeliyiz. İslâm amme hukukunun en önemli meselesi olan ‘Ehli Hal ve’l Akd Şurası’nı ihya etmeden, profan vatandaş kimliği ile ilgili olan ‘siyasetin keyfiyeti nedir, oy vermenin fıkhi hükmü nedir?’ gibi suallerle meşgul olmanın bir değeri yoktur. Müslümanların derdi, herhangi bir beşeri nizamı tercih eden partilerden birini desteklemek veya demokrasi mücadelesi vermek değildir.
(Misak Dergisi, Sayı 293)
Dipnot
İmam-ı Beyhaki-Kitâbu’1-Esmâ Ve’s-Sıfât- Beyrut: Ty. Dâru İhyâit-Türâsi’l-Arabi Yay. Sh:281
Geniş bilgi için/ İbn-i Kayyım El Cevziyye –Et Turukû’l Hükmiyye Fi Siyaseti’ş Şer’iyye- Kahire: Ty. Sh:16, Ayrıca İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar-İst:1983 C: 8 Sh:186
Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi- Mevkıfû’l Akl ve’l İlm-Min Rabbi’l Alemin -Kahire:ty C:4 Sh:294.
Geniş bilgi için/ Misak Dergisi- Mayıs: 2009 Sayı:222 Sh:2

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul