20 Nisan 2024 - Cumartesi

Şu anda buradasınız: / İSLAM’DA VEKÂLET
İSLAM’DA VEKÂLET

İSLAM’DA VEKÂLET Nasruddin Yasin

Vekâlet: Korumak, kifayet, sorumluluğunu yüklenmek, itimat, gözetmek, teslim, işi birisine vermek demektir. 
Istılahta: bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği muamelattan olan bir işi yapması için bir başkasını yetkili kılması karşılığında kullanılan bir tabirdir. Mesela bir kimsenin bizzat kendisinin satabileceği bir malı satması için bir başkasını yetkili kılması bir vekâlettir. Mecellede bu akit: “bir kimse işini başkasına tefviz etmek ve o işte onu kendi yerine ikame eylemektir.” Şeklinde tarif edilmiştir.1 
Kendisine başkası tarafından bir işi yapması için yetki verilen kişiye vekil, bu yetkiyi veren kişiye müvekkil, vekil edilen kişinin yapacağı tasarrufa muvekkelun bih, yetki verme olayına tevkil denilir.2 
Vekâlet İslâmiyetin caiz gördüğü bir akittir. Bu akdin meşrûiyeti kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Nisa sûresinin 35. ve Kehf sûresinin 19. âyetleri vekâletin meşruyetinin Kur’ân’daki delilleridir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kurban almak için Hakîm b. Hizâm’ı ve zekat toplamaları için bir takım memurları vekil tayin etmesi de Sünnetten delildir. Ayrıca vekâletin caiz olduğunda İslâm uleması ittifak halindedir (İbn Kudâme, V, 79). Ayrıca akıl da bu akdin meşru olmasını gerektirir. Çünkü herkes her işini bizzat kendisi yapamayabilir. Dolayısıyla o işi yaptırmak için bir başkasına yetki vermek ihtiyacındadır ve verdiği vekâletten dolayı sorumludur.
İmam Merginani; Vekâlet, bir kimsenin bizzat kendisinin yapabileceği her türlü muamelede caizdir. Yani kişi kendi yapabileceği meşru bir muamelede bir başkasını vekil tayin edebilir.3 Buna göre, alım satım, havale, rehin,  kefalet, şirket, vedia, mudarabe, müzaraa, müsakat, icare, ceâle, karz, sulh, vasiyet, hibe, vakıf, sadaka, fesh, ibra, nikah, talak gibi konularda vekâlet caizdir. Ama herkes için alabilmesi mübah olan, dağdan ot ve odun toplamak, denizden balık tutmak, dağda av avlamak gibi konularda vekâlet caiz değildir.
Hakları istemede ve mahkemede savunmada vekâlet caizdir. Fakat şahitlikte, yeminde, adakta caiz değildir. Zina haddi gibi Allah’ın hakkı olan hadlerin ifasında da vekâlet caizdir.4 Ancak bu konularda vekâletin cevazı mutlak değildir. Bir takım kayıt ve şartlara bağlıdır. 
İbadetlerin ifası konusunda vekâletin caiz olup olmayacağı, ibadetin cinsine göre değişir. Bilindiği gibi ibadetler, bedenî, malî ve hem bedenî hem malî olmak üzere üç çeşittir. Namaz, oruç gibi sırf bedenî olan ibadetlerde vekâlet caiz değildir. Zekât vermek, kurban kesmek gibi sırf malî olan ibadetlerde vekâlet caizdir. Yani bir kimse malının zekâtını bizzat kendisi verebileceği gibi bir başkası eliyle de verebilir. Hac gibi hem bedenî hem de malî olan ibadetlerde ise vekâletin cevazı, müvekkilin durumuna bağlıdır. Müvekkil bu ibadeti bizzat kendisi yapamayacak derecede müzmin hasta veya yaşlı ise yerine başkasını gönderebilir. Aksi takdirde bizzat kendisinin hacca gitmesi gerekir. Bu kayıt farz hac ile ilgilidir. Nafile olan hacda mutlak olarak vekâlet caizdir.5 
Günümüzde ki vekâlet çeşitlerinden biriside siyasal partilere verilen vekâlet çeşididir. Bu vekâlet kişi ister işin şuurunda olsun, ister olmasın, ister bu anlama geldiğini bilmekle beraber kalbinden bunu onaylamasın, fark etmez - zahiren şudur : “Ben sahip olduğum kendi payıma düşen egemenlik hakkımı, filan partiye veya falan kişiye bana vekâleten kullanmak üzere belirlenen süre içerisinde devrediyorum.” Daha sonra “milletvekili“ denilen bu kimselerin bir mal, bir meta gibi alınıp satılmaları, seçmenlerini her hangi bir şekilde hesaba katmaksızın yasamalarda (kanun koyma), tasarruflarda bulunması, hatta seçmenleriyle birlikte ülkelerini bile yeri geldiğinde satmaları, seçmenleri de dâhil olmak üzere bütün milletin başına çorap örmeye kalkışmaları, ülkenin ve insanların menfaatlerini peşkeş çekmeleri vb. bir çok haramlar üzerinde durmayalım. Çünkü bizim için önemli olan seçime katılmanın ne anlama geldiğidir. O da şudur: “ben mevcut demokratik düzeni kabul ediyorum. Bu düzenin sınırları içerisinde kalmak üzere, hâkimiyet hakkımı şu partinin ya da bu kişinin kullanmasını istiyorum.”  Seçime katılmanın bu anlama gelmediğini söylemek mümkün değildir. 
Bizim sandığın başına giderken başka niyetler taşımamız, davranışımızın hükmünü değiştirmek için yeterli değildir. İslami bilgisi asgari seviyede olan birisine şöyle bir soru soralım: Bir gavur bize: “Şu münkeri veya şu haramı işleyin; mesela şu şarabı için , yahut şu domuz etini yiyin o zaman ben de Müslüman olacağım aksi takdirde olmam” dese biz onun dediğini Müslüman olmasını sağlamak niyeti ile veya kastıyla bunu yapabilir miyiz? Evet, böyle bir soru sorsak, kim bize: Niyetiniz o gâvuru Müslüman yapmak olduğu sürece siz o münkeri ve o haramı işleyebilirsiniz, bundan dolayı sizin için vebal yoktur diyebilir? Demek ki hangi niyetle olursa olsun ve rey verdiğimiz parti veya kişinin niteliği ne olursa olsun, seçmen olarak seçime katılmanın anlamı, kurulu bulunan demokratik düzeni kabul etmek, en azından reddetmemek anlamına gelir!
Milletvekili adayı olmanın da anlamı şudur: “Ben sizin adınıza bu maksatla kurulmuş bulunan kurumda gidip teşri (kanun koyma) yapacağım, her biriniz bir fert olmanız dolayısı ile elinizde bulunan genel hâkimiyet yetkisinin birer parçasını bana vekâleten belli bir süre devretmenizi istiyorum. Böylelikle ben yeterli sayıdaki temsil oylarımı toplayabildiğim takdirde, sizin adınıza egemenlik yetkisini kullanacağım ve teşri (hüküm koyma) faaliyetlerine katılacağım.“ demektir. 
Kur’an-ı Kerim‘de ise Allah‘tan başka kanun koyan ve Allah’tan başka hükmüne başvurulan ya da hükmü kabul edilen herkes ve her kurumun ortak adı bilindiği gibi “tağut” tur. Tağutun reddi, iman edebilmek şerefine nail olmanın ilk ayağıdır. “Hak ile batıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam kulba yapışmış olur.” (Bakara,2/ 256) 
Tağutun ve tağuti düzenlerin egemenliğini kabul etmek, iman ile bağdaşabilir bir eylem olamaz. “Sana indirilen ve senden önce indirilmiş olanlara her halde iman ettiklerini ileri sürenlere bakmaz mısın ki, onu inkâr etmekle emrolundukları halde yine tağutun hükmüne başvurmak isterler. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister.” (Nisa, 4/ 60) 
Şu ayet-i kerimede Allah’ın emir ve hükümleri dışında teşri yapmanın, teşri yetkisine sahip olunabileceğini kabul etmenin, hüküm ve mahiyetini açık bir şekilde ifade etmektedir:
 “Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (Allah’ın hükümlerine aykırı hükümler koyan, Allah’a eş koştukları ) ortakları mı vardır ?” (Şura 21) 
Demokratik seçimlerde ve benzeri bütün eylem süreçlerinde, müslümanın demokrasinin herhangi bir halkasında yer alarak tağuti düzenin işlerlik kazanmasında bir katkıda bulunması, İslam’ın konu ile ilgili ilke ve hükümlerine aykırıdır. Çünkü İslam toplumunun destekleyeceği değişmez rejim şeriattir. Cahiliyye toplumları ise, gerek direk karşı çıkarak gerekse de dolaylı yollarla şeriat rejiminin gelmemesi için  gayr-i İslami, batıl yönetim biçimlerini (laiklik, demokrasi, sosyalizm vs.) gibi küfür rejimlerinin devamını sağlamaya çalışıyorlar. 
Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Ve onlara: Allah’ın indirdiği hükümlere tâbî olun denildiğinde, derler ki biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (yola) tâbî oluruz. Eğer, onların ataları hiçbir şeyi akıl etmiyor ve hidayete ermemiş olsalar bile mi? ”(Bakara, 2/170)
Cahiliyye toplumu ki bunlar Kur’an’a göre necis toplumlardır. Bu ayette görüldüğü gibi kendilerine şeriate uyun, denildiğinde onlar çok açık bir şekilde kalplerinde hiç şüphe duymadan bu teklifi red ederek inkârlarının gereğini yerine getiriyorlar. Peki bugün İslam toplumları ki bu aynı zamanda şeriate teslim olmuş toplumlardır. İmanlarının gereği olan net tavrı göstererek cahiliyyenin laik ve demokratik gayr-i şer’i olan düzenlerini ve hükümlerini red edebiliyorlar mı? Edemiyorlar, çünkü günümüzde küfür; ifrat ve tefrit arasında çok bulanık bir durum arz etmektedir. Aslında bu iman realitesinin çok iyi tespit edilmemiş olmasındandır. Bu yüzden küfür, tuğyan, demokrasi ve laiklik davetçileri, kendilerini bir takım paravanların arkasına saklayarak gizleyebilmişlerdir. O hale gelmiştir ki bunların bayrak ve filamanları İslam diyarı üzerinde rahatlıkla dalgalanır hale gelmiştir. İşgal altındaki İslam topraklarında laiklik ve demokrasi adına gayr-i İslami iktidarları ellerinde tutan devletler “Hâkimiyet, yalnız Allah’a aittir.” (Yusuf 12/40-67 Enam 6/57) hükmü ilahisine rağmen atalarının izinden giden modern cahiliyye olan tağutlar kendi hevalarından uydurdukları anayasalarında hâkimiyetin Allah’a ait olmadığını, hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin yani insanların olduğunu ve kanun koyma hakkında onların adına millet vekillerinin yegane kanun koyucu olduğuna inanıyor ve inandıkları uğrunda malları ve canları bahasına mücadele ediyorlar. (TC Anayasası, 3. Kısım, Cumhuriyetin Temel Organları, 1.Bölüm, Yasama, madde: 87-88-89) Ve şaşılacak bir şeydir ki bu inanç ve icraatlarıyla ben Müslüman’ım Allah’a ve onun dinine şeriatine teslim oldum diyen topluluklardan vekâlet ve güç alıp iktidar oluyor ve iktidarlarını devam ettirebiliyorlar! Ve aynı düşüncede olup da bu gayr-i İslami sistemleri destekleyen cahiliye sisteminin Bel’am bin Baura’sının çağdaş uzantıları olan dalkavuk kılıklı bel’amlar, şeyh diye, hoca diye, bilinen kişiler bu fiillere fetvalar vererek Müslüman toplumlarda itibar görüyor! Gerçekten de şaşılacak bir şey! Ya bu toplumlar artık Müslüman değiller. Ya da Müslüman olduklarını söylüyorlarsa, o kitleleri sana arz ve şikâyet ediyoruz Ya Rabbi! Sen onları bizim elimizle ıslah et, eğer ki ıslah olmazlarsa bundan dolayı bize azab etme Ya Rabbi!   
Ahir zaman ümmetinin zayıflık ve garipliğinden dolayıdır ki, fitne ortalığı kaplamış durumdadır. Hatta tevhide sarılan tekfirci, sünnete sarılan bidatçi kabul edilir olmuştur.
Firavunların, Nemrudların, Ebu Cehillerin çağdaş cahili ve tağuti uzantıları Müslüman maskesi altında müminlerin öncüleri kılığına girmiş, zındıklar ise zahid insanların görünümüne bürünmüştür.
Artık, bidatçiler sünnet ehli olarak görülür hale gelmiş… Kâfir ve günahkârlarda, adalet ve takva ehli konumunda anılmaya başlanmştır. Ancak her şeye rağmen, İslam ümmetinden azda olsa bir gurup hak üzere kaîm olmaya devam etmiştir. Bu muvahhidler her çağda küfür, şirk, günah, fısk, bidat ve hurafeyle, mücadeleyi sürdürmüşlerdir.
Ne yazık ki İslamî gayret ve çaba bu pis ilhadî akımı durdurmaya muktedir olamamaktadır. Çünkü bu pisliğin davetçileri, bizim kılığımızda ve bizim ifadelerimizi kullanmaktadırlar. Artık öyle bir hale geldik ki, bunlara göre Müslüman’ın tarifi Mürcie’yi bile şaşırtacak bir hal almıştır. Murcie: “Kelime-i Şehadeti söyleyip şirk koşmayarak, farzları yapmasa da, dağ kadar günah işlese de, kurtulmuştur, azab görmeyecektir” demektedir.  Bugünlerde ise bu tarif şöyledir:  Kim kelime-i şehadeti söylerse, şirk de işlese, şeriatı hakir de görse veya bunu hakir gören Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri hoş görüp, onlara oylarıyla vekâletlerini vererek desteklese de kurtulmuştur. Bu İslam’a yapılmış korkunç bir iftira ve saptırmadır. Allah’ın şeriatini istememek onun hükümlerini bırakıp da cahiliyyenin hükümleriyle hükmetmek apaçık Allah’a yapılmış bir şirktir. 
Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: 
“Muhakkak ki Allah, O’na şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki şeyleri dilediği kimse için bağışlar. Ve kim Allah’a şirk koşarsa, o taktirde büyük bir günah işleyerek iftira etmiştir.”(Nisa, 4/48)
 “Onlar hahamlarını ve rahiblerini rabler edindiler...” (Tevbe, 9/31)
Tirmizî de Adiyy b. Hatim’den şöyle dediğini rivayet eder: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Peygamber (s.a.s.)’ın huzuruna vardım, şöyle buyurdu: 
“Bu da ne oluyor Ey Adiyy? Şu putu üzerinden at.” Onu, et-Tevbe Sûresi’nde: “Onlar Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih’i rabbler edindiler” buyruğunu okurken dinledim, sonra şöyle buyurdu: “Onlar din adamlarına ibadet etmiyorlardı. Fakat Allah’ın ayetlerine muhalifte olsa, kendilerine bir şeyi helal kıldıkları vakit onu helal belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu haram belliyorlardı.” Yani YASAMA yetkisini Allah’tan başkasına veriyorlardı.
Ayetlerde de görüldüğü gibi hüküm koyma yetkisi Allah’a aittir. Kim bu yetkiyi kendinde görürse O kişi tıpkı Firavunlar, Nemrudlar, Hahamlar, Rahibler, Krallar, Ebu Cehiller, Cengizhanlar vs. onların bugünkü çağdaş uzantıları olan Devlet Başkanları, Parlementerleri gibi kendilerini Rabblik makamına koymuşlar demektir. Kim de bunların hükümlerini tasdik eder ve oyları ile vekâletlerini bu kimselere verir ise bu kimseleri ayette de belirtildiği gibi Allah’tan başka İlahlar ve Rabler edinmiş olurlar. 
İşte bu kısır eksik ve yanlış düşünceden dolayı bugün yeryüzünü şirk ve müşrik fırtınası kaplamıştır. Doğal olarak da cehalet her tarafı istila etmiştir. İlim,  özellikle her şeyin özü olan tevhid ilmi, neredeyse ortadan kalkma durumuna gelmiştir. Savaşlar ve insan öldürmeler, fuhuş ve ahlaksızlık, faizcilikten ve zekat sisteminin çalıştırılmamasından kaynaklanan gelir dağılım adaletsizliği, hırsızlık, ırkçılık, kan davası, toplumsal huzursuzluk ve bunalımlar vs. yani kısacası “cahiliyye” Şeytan ve onun insanlardan olan kafir askerleri tarafından yeniden hortlatılıp hayata hakim kılınmış ve devlet tarafından, değiştirilmesinin teklif edilmesi bile anayasanın 1. kısmının ilk üç maddesince suç sayılmıştır. Onlar atalarının izini takip edip vazifelerini yapıyor ve bu vazifeyi malları ve canları pahasına yapacaklarını da beyan ediyorlar. Peki ya, biz Allah’a ve ahirete inanan ve O’nun velisi, askerleri olduğunu söyleyen mü’minler!  Biz mü’minlere düşen Allah’ın nuru ve hidayeti, pak, temiz ve toplumsal huzurun kaynağı olan şeriatı ve onun hükümlerini hayata ve onun bir gereği olan kurum ve kuruluşları hakim kılabilmek için samimiyetle, canla-başla çalışmak ve en gür sesimizle son nefesimize kadar çalışacağımızı haykırmaktır. Bu, bizim Allah’a karşı en büyük kulluk vazifemizdir. Ancak bunu yaptıktan sonra büyük günahlardan kaçınmak, farzları ikâme etmek gibi kulluk vazifelerimizin bize faydası olabilir. Buradan hareketledir ki Rabbimizden hakkıyla şeytanı, cahiliyye hayatını güvence altına alan tağutu reddetmeyi, O’nun ve dininin askerleri ve yardımcıları olmayı bize nasib etmesini diliyoruz.
Dipnot
Mecelle, Madde, 1449
 Ali Haydar, Dureru’l-hukkam Şerhu Mecelletu’l-Ahkam, İstanbul, 1330 III, 790; Hacı Reşit Paşa, Ruhu’l-Mecelle VII, 2; Ö. N. Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, VI, 309
 el-Merğınanî, el-Hidâye, III,136.
İbn Kudâme, a.g.e., V, 203 vd.
İbn Kudame, a.g.e., V, 202 vd.

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul