
“Biz insanı zorluklar içinde yarattık” (Beled,90/4) Ayeti kerimesine muhatap olan insanoğlu dünyada zor bir hayat sürmektedir. Dertleri ve üzüntüleri içinde neredeyse boğulmakta olan kişi hayatını idame ettirirken sıkıntı ve meşakkat dolu bir hayat süreceğinin bilinci ile hareket ederse, bu ona karşılaştığı zorluklara karşı psikolojik bir destek sağlar. Hayattan ve insanlardan mükemmellik beklentisi olanlar daima hayal kırıklığı yaşamışlardır. Daha ilk anda bile, insan olmaya aday olan tohumlar babadan ayrılıp anneye geçtikten sonra onu zorlu ve sıkıntılarla dolu bir yolculuk beklemektedir. Kendisi ile aynı hedefe giden milyonlarca rakibi vardır. Güçlü kuyruk darbeleriyle bunların her birini atlatmak zorunda olduğu gibi aynı zamanda yolu üzerinde bulunan ölümcül birçok engeli aşarak kendisini oluşturacak diğer yarısına ulaşmak zorundadır. Eğer bu imtihanı kazanan tek hücre olarak anne rahmine ulaşır ve oradaki hücrenin zorlu duvarını aşarak bu hücre ile birleşir ve rahim duvarına bütün gücü ile yapışarak orada iskan ederse, dokuz ay on gün süren sıkıntılı bir süreçten sonra yine sıkıntılı ve zor yollardan geçerek kendisini dünyaya atar. Sıkıntıları bitmemiş, hatta yeni başlamıştır. Zorla yedirilen yiyecekler, içirilen ilaçlar, sağlığı için yaptırılan koruyucu aşılar, terbiyesi için verilen cezalar ve daha sayamayacağımız birçok zorluklar asla yakasını bırakmaz. İşin kötü tarafı onun büyümesiyle bu sıkıntılarda gün geçtikçe büyür. Okul, evlilik, geçim mücadelesi, çocukların terbiyesi, eşi, akrabaları ve diğer insanlarla olan sosyal ilişkilerinde sıkıntılar hep onu yer bitirir. Sorumluluklar arttıkça sorunlarda artar. Dünya ona dar gelmeye başlar. İşte “Er-Rahim” olan merhamet sahibi rabbimiz, terbiye edicimiz, sahibimiz olan Allah (c.c.) bu hususta: “Allah’ın emir ve yasaklarını dinleyenlere dünyada güzel bir hayat vardır.”(Nahl,16/97) müjdesini bizlere vererek, dinin sadece ahiret mutluluğunu değil, dünya saadetini de sağladığını bildirmiştir. Kurtuluşun ve çözümün sadece İslâm’da olduğunu biz aciz, cahil, muhtaç kullarına bir kurtuluş reçetesi olarak sunmuştur. Bu ise ancak Allah’tan gelen vahyi hayatın her alanında uygulayan kişi ve toplumların vahye teslimiyeti ile mümkündür. Nasıl ki bir arabayı tasarlayan ve imal eden mühendis, arabanın özelliklerini en iyi bilen kişi olarak, araba ile ilgili bilgileri şu yakıtı kullanın, şu ağırlıktan fazla yüklemeyin, şu kadar bayırda şu vites ile gidin gibi detaylı bir kullanma talimatnamesi olarak kullanıcıya sunuyorsa, o şartlara uygun kullanıldığında da arabadan en yüksek randıman alınıyorsa, insanı madde ve ruhtan yaratan rabbimiz de, onun ruhi ve fiziksel özelliklerine uygun hayat tarzını insanlara bildirerek onu hayatında en yüksek düzeyde verimli kılar. Bu talimatnameye riayet eden insan için hem dünyada hem de ahirette güzel ve mutlu bir hayat vardır. Said Nursi’nin deyimiyle: “Gerçek imanı kavrayan insan zindanda da olsa bahtiyardır. Asi gelen, isyan eden kimse ise sarayda da olsa bedbahtır” sözü ile müslümanın her şartta mutlu olabileceğini, zalimlerin ise her konumda mutsuz ve zavallı olduğu mesajını “zorluk seferine” çıkan biz dünya yolcularına bir mesaj olarak sunmuştur.
Hayatın zorluklarına “İslam Penceresinden” bakan insanlara o sıkıntılar zor gelmez. Hatta tevekkül ederek, “Hamd Makamına “ ulaşan kişiler insanlara zor gelen bu işlerden zevk bile alabilir. “Onlar Allah’tan razı, Allah’ta onlardan razıdır”(Beyyine,98/8) Hiçbir şeyden şikâyet etmezler. Onlar Allah(c.c.)’nin mutlak ilim sahibi olduğunu, her an durumlarından haberdar olduğunu ve kulları için en güzelini istediğini bilen “ihsan “ sahibi kullardır. Kendilerini yokluktan varlığa çıkaran ve her türlü nimeti onlara bahşeden yüce yaratıcıya kulluk etmek, şükretmek, O’nun rızasını ve sevgisini kazanmak onlar için büyük bir nimettir. Bütün madde alemi, sahte tanrılar, putlar, onları sevenlerin tümü ve mana alemi bütün güçleri ile birleşseler Allah sevgisinin ve korkusunun verdiği etkinin yanında onların gücünün çok aciz ve cılız kaldığını çok iyi bilirler.
“Sabırla, namazla Allah’tan yardım dileyin, şüphesiz bu huşu duyanların dışındakilere ağır gelir”(Bakara,2/45). Allah(c.c.) Bu ayeti kerimede önce sabıra, sonra namaza işaret eder. Sabır ancak insanın nefsine zor gelen olaylarda, özellikle bela ve musibetlerle karşılaşıldığı zaman gündeme gelen bir özelliğimizdir. İbadetler ise (En başta namaz) insanın nefsine ağır gelen görevlerdendir. İşte insan nefsine ağır gelen bu iki husus yani belalar ve namaz gibi ibadetler, huşu duyanların dışındakilere zor gelir, ağır gelir. Huşu duyanlara ise ağır gelmez. Hatta insan belli bir iman derecesine ulaşınca karşılaştığı sıkıntılar ona bırakın zor gelmeyi, hoş ve güzel bile gelir. Yeter ki insan Allah’a karşı huşu duyanlardan olsun. O halde huşu nedir? Çok iyi anlamamız gerekir ki, bu sıfatla sıfatlanalım. Sıfatlanalım ki başımıza gelen musibetlerdeki zorluklara sabredelim, isyan etmeyelim. Nefsimize zor gelen ibadetler bize kolay gelsin. Hayat içerisindeki her türlü sıkıntı kolay bir biçimde aşılsın veya aşılamasın.
“Huşu” kelimesini etraflı bir şekilde, delilleriyle anlatmak böyle bir yazıda asla mümkün değildir. Fakat kısaca anlatmaya çalışırsak, Fahruddin er-Razi, ‘Huşu’yu; “Allah(c.c.)’nin zatından ve Allah(c.c.)’nin ikabından(Cezasından) korkmaktır”1 şeklinde açıklar. Allah’ın azametini ve celalini düşünen, O’nun kemal sıfatlarını tefekkür eden, bilen kimse Allah’ın zatından saygı ile korkar. O’na karşı saygı ve hayranlık hisleri ile “haşyet” duyar. Hakim-i Mutlak olan zatın büyüklüğü onda derin bir ürperti meydana getirir. Bizzat O’nun sıfatlarının kendisi tarafından bizlere tanıtıldığı gibi bilmek ve idrak etmek, hakim olduğu, yönettiği mahlukatın, kainatın, âlemlerin büyüklüğünü, kalbimizin içindeki bütün akli melekelerimiz ile hissetmektir. Tarifi zor olan ve acizlerin güçlüler karşısında hissettiği insanı ezen, küçülten, zayıflığını hissettiren azamet ve celal duygularını hücrelerimize kadar işletmektir. Huşunun diğer çeşidi ise Allah(c.c.)’nin ikabından yani ahirette vereceği cezalardan korkmaktır. Ölümün dehşetinden, kabir azabından, kıyamet gününün dehşetlerinden, mahşerdeki ve cehennemdeki korkunç azaplardan haberdar olan insanlar haşyet duygusunu kalplerinde hissederler ve korkarlar. “Huşu” onların daimi arkadaşı olur. İnsan ne kadar çok ölüm ve sonrada gelen tehlikeli yolculuğunun detayları hakkında ne kadar bilgi sahibi olursa o kadar çok yakini artar ve imanı o derecede ziyade olur. Bu bilgilerden mahrum olan kimse aldanır ve korkmaz. Yani huşu duyamaz. Allah’ın sıfatlarını en çok bilen, Allah’ın azabını en çok idrak eden kimse en çok huşu duyandır. Bu yüzden Allah(c.c.) buyurmuştur ki: “Allah’tan en çok Âlimler korkar.(Fatır,35/28). İşte gerçek korkuyu, huşuyu tanıyan insana diğer korkular, sıkıntılar, belalar hafif gelir. Ölümü gören sıtmaya razı olur. Allah’ın sıfatlarını tanıyan kimsede ondan emin olur. O’nun “Subhan” olduğunu eksiklikten münezzeh olduğunu ve her halini bildiğinin idrakı ile O’na tevekkül eder ve teslim olur. İbrahim (a.s.)’in ateşe atılırken tevekkül ettiği, Oğlunu kurban ederken teslim olduğu, Hacer’i ve İsmail’i çölde yalnız bırakırken tereddüt etmediği gibi.
Peygamber efendimiz bir hadis’i şeriflerinde: “Belayı nimet saymayan gerçek imanın tadını almamıştır”2 buyurarak insanın başına gelen belaların kişi için nimet olduğunu bizlere bildirmiştir. Belalar, musibetler, sıkıntılar, hastalıklar, üzüntüler, incinmeler, hafifçe de olsa korkmalar, minik acılar, bir saniyelik huzursuzluk, geceleyin ağlayarak bizi uyutmayan çocuklarımız, su içerken suyun nefes borumuza kaçarak öksürmemiz, vs. aklınıza bu mahiyette gelen ne kadar zorluk varsa ve ne kadar küçük olursa olsunlar biz Müslümanlar için büyük bir nimettir. Büyük bir mükâfattır. Rabbimizden bizlere hediyedir. Neden? Çünkü:
1) Sıkıntılar günahlarımıza kefarettir.
Et- Tevvab olan Rabbimiz biz kullarını daha dünyada iken günahlarımızdan temizlemek için değişik sıkıntılarla zora sokarak günahlarımızdan arındırır. Sad bin Ebi Vakkas (r.a.)anlatır: “Ya Rasulallah (s.a.s.) sıkıntılara, belalara ve musibetlere hangi insanlar daha çok uğrarlar?” diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.)şöyle cevap verdi: “Sıkıntıların, belaların ve musibetlerin en şiddetlisine peygamberler, sonra sırasıyla onlara en yakın olanlar uğrarlar. Kişi dinine bağlılığına göre belalara uğratılıp denenir. Dinine bağlılığı kuvvetli ise, sıkıntısı da şiddetli olur. Dinine bağlılığı zayıf ise musibeti de az olur. Sıkıntılar günahsız olarak yeryüzünde dolaşacak bir hale gelinceye kadar mu’min kulun yakasını bırakmaz”3
Sizden birinin altınını ateşle yabancı maddelerden temizlediği gibi Allah Teâlâ’da sizi imtihanlarla, bela ve sıkıntılarla tecrübe eder,(günahlarınızdan temizleyip arındırır).4
“Bir müslümana batan dikene varıncaya kadar, ona isabet eden zorluk, keder, üzüntü ve tasa sebebiyle muhakkak Allah(c.c.) onun günahlarından(bir kısmını) örter”5
2) Başımıza gelen musibetler bizim derecelerimizi arttırır.
Bir hadisi şerifte Allah Rasulu (s.a.s.) buyurmuşlardır ki: “Kul Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamaz ise, Allah (c.c.) onun canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir. Sonra ona sabretme gücü ihsan eder. Böylece onun kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır”.6
Allah (c.c.) Bakara Suresi 124. ayette İbrahim(a.s.)’ı bir takım imtihanlara (Ateşe atılma, çocuğunu kurban etme, hicret, vs.) tabi tuttuğunu. Onları yerine getiren İbrahim(a.s.)’ı “ Seni insanlara imam yapacağız” diyerek makamını yükselttiğini görüyoruz.
3) Belalar bizi olgunlaştırır.
Hz. Mevlana’nın güzel bir hikâyesi var. Çobanın biri şehre gitmiş vitrinleri geziyormuş. Bir ayakkabıcı dükkânının önünde durmuş. Çobanın ayağındaki çarıkla vitrindeki parlak ve güzel ayakkabı konuşmaya başlamış; Çarık; - “Kardeş, sen de inek derisindensin bende. Ama sen nasıl oluyor da vitrinlere kurulmuş, parıl parıl parlamaktasın? Ben ise perişan bir vaziyette sürünmekteyim, bu adalet mi?
Ayakkabı cevap vermiş; - “Arkadaş, her ikimizde inek derisindeniz ama farkımız var. Sen hiç bizim gibi makaslarla doğrandın mı? Bizim gibi cenderelerden geçip, kalıptan kalıba girip, çekiçler yedin mi?
Çarık cevap vermiş; - “ Hayır” Ayakkabıda tekrar cevap vermiş; -“ O halde bizim gibi olamazsın.
4)Sıkıntılar bizi Allah’a döndürür.
Gerçek hedef, gerçek hayat için gerekli olan çalışmaları terk edip, dünya aldatması içinde kaybolan insanlar Allah (c.c.) tarafından kendilerine bir nimet olarak verilen belalar ile kendilerine gelirler, hakka yönelirler. Küçük olan bela kendilerini çok büyük ve uzun süreli sıkıntılardan koruyorsa o ne güzel bir acıdır. Hasta olan böbrek ağrıyarak bizlere hastalığını bildiriyor ve bizi, böbreksiz kalarak yıllar boyu diyaliz makinesine bağlı kalmaktan koruyorsa o ne güzel acıdır, ağrıdır ki bizi uyarmıştır. Eğer böbreğimizi kurtaramadık gitti ise ve yıllar yılı sıkıntılar içinde hasta nakil aracı içinde iki günde bir hastaneye giderek, saatlerce diyaliz makinesine bağlı kalarak acı çekmemiz bizi, “Ahiretteki en küçük azap insanın ayaklarına ateşten bir çift nalın(ayakkabı) giydirilecek, onun harareti ile insanın beyni kaynayacak”7 şeklinde peygamberimiz (s.a.s.) tarafından tarif edilen daha büyük azaptan korunmamıza vesile oluyorsa, biz o sıkıntılara “Hoş geldin, safa getirdin” dememiz veya en azından sabretmemiz gerekmez mi? Bu hususta bir ayeti kerimede Allah(c.c.)” Sahip olduğunuz nimetler Allah’tan’dır. Size bir sıkıntı dokunduğu zaman da hemen O’na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı giderdiğimiz zaman içinizden bir grup hemen Rab’lerine şirk koşmaya devam eder.(Nahl, 16/53-54)buyurmuştur. Dikkat edersek musibetlerden sonra bir grup şirk koşmaya devam ediyor. Demek ki bir kısmına da fayda ediyor ki: “bir kısmı” diyerek bir kısmını tenzih ediliyor. Bu yüzden depremler, evimizin yanması, sevdiklerimizden ölümler, yaşlılık, hastalıklar vb. musibetlerden birçoğu bizi daha çok Allah’a yöneltir, kendimize gelmemizi sağlar. Bu da çok güzel olan ve övülen bir durumdur.
Allah’ın zatını ve celalini tanıyan kimseye zorluklar zor gelmediği gibi sevimli bile gelir. Allah’ı gerçekten seven insan dünyada hangi halde olursa olsun o halden razı olur ve lezzet alır. Çünkü bilir ki o hal mutlak ilim sahibi ve merhamet sahibi rabbinin kendisi için dünyada ve ahirette faydalı ve güzel gördüğü bir durumdur. Geleceği bilen ve kuluna değer veren rabbimiz bizler için en güzeli ve en iyiyi verir. Sevgiliden gelen sıkıntılar ve sevgili için yapılan zahmetler insana zor gelmez. Hangi insana? Allah’tan hakkı ile korkan insana. Çünkü Allah’tan korkmak ancak O’nun zatını ve sıfatlarını, hâkimiyetinin azametini tanıyan insan için söz konusudur. O’nun Celal ve İkram sahibi olduğunu, merhametini, yaratıcılığının dehşetini, adaletini ve diğer kemal sıfatlarını tanıyan kimse böyle bir zata hayranlık duyar, O’nu över, O’nu sever, O’nun zalimler için hazırlamış olduğu azabının dehşetini bilir ve O’ndan korkar. Bu korku ve sevgi diğer korkulacak ve sevilecek şeylerin önüne geçerek Allah’tan gayrı sevilen ve korkulan şeylerin boş, değersiz ve ne kadar küçük kaldığını idrak ederek kişinin nezdinde hiçbir önemi kalmadığını anlar. Bu idraktan sonra Allah yolunda olan her şey ona hoş, Allah’ın yolunun dışındaki her şey de ona zor gelir. Bu hususu şu ayetlerde görebiliriz” (Yusuf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir.”(Yusuf,12/33). Bu ayetlerde Yusuf (a.s.)’ın kendi güzel bir kadın tarafından teklif edilen zina fiiline(Nefsinin arzu etmesine rağmen) karşı durarak harama yanaşmaması, nefse hoş gelen bu fiili işlememesinden dolayı kadın tarafından zindan tehdidine maruz kalması anlatılıyor. Fakat o ne diyor “- (zina bana zevk verse, hoş gelse de, zindan ise karanlık, soğuk ve açlık olsa da) zindan bana sevimli gelir.”
Bir rivayette Halid b. Velid (r.a.) der ki: “ – Allah yolunda bir seriyyenin başında savaşarak sabahlamam veya akşamlamam bana soğuk bir kış gününde hediye edilen zifaf gecesinden daha sevimli gelir.” Özellikle genç Müslümanların anlamakta zorlandıkları bu sözler imanda derece elde eden Müslümanlar için anlaşılması çok zor olmasa gerek. Bizler en azından böyle bir makamın olduğunu bilelim ve oraya ulaşmaya çalışalım.
Amir b. Abdilkays şöyle diyordu: “Allah’ı öyle sevdim ki, bu sevgi, her musibeti basit görmeme ve her olaya rıza göstermeme neden oldu. Allah’a olan sevgimden dolayı artık sabaha nasıl çıktığımı veya akşama nasıl ulaştığımı önemsemiyorum”8
İmran b. Hüsayn ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Otuz sene sırt üstü yattı. Ne kalkabiliyor, ne de oturabiliyordu. Hurma dallarından yapılmış yatağında, tuvalet ihtiyacını gidermesi için bir oyuk açılmıştı. Bir gün yanına Mutarrif ve Mutarrif’in kardeşi Âlâ geldi. Mutarrif İmran’ın durumunu görünce ağlamaya başladı. İmran ‘Neden ağlıyorsun? diye sordu. Mutarrif ‘Çünkü seni bu zor durumda görüyorum’ dedi. İmran ‘ Ağlama! Şüphesiz Allah’ın hoşuna giden şey, benim de hoşuma gider’ dedi.9
Allah(c.c.) kulları için en uygun şeyi bildiğinden bazılarına nimetlerini bol verir, bazılardın ise nimetini kısar. Bu hususta Rasulullah (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Tıpkı sizin kendisinden korktuğunuzdan dolayı hastayı yeme ve içmeden koruduğunuz gibi şüphesiz Yüce Allah da sevdiğinden dolayı mü’min kulunu dünyada korur.”10
Bu hususta şu ayetlerde vardır: “Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup, yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir.”(Şûra,42/27)
“Eğer insanlar (kâfirlere imrenerek küfür üzere) tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık.”(Zuhruf,43/33)
Bu ayetlere baktığımızda da rahatlığın, genişliğin, sıkıntısı olmayan bir yaşamın insanlar için dünya ve ahiret hayatı açısından faydalı olmayacağı, bilakis onları azdırarak asıl hayat, ebedi yaşam için zarar vereceği bir hayat tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır. Allah Rasulu ( s.a.s.) bu yüzden kahkaha atan bir topluluğun yanından geçerken onlara: “Lezzetleri bulandıran ölümün anılması ile lezzetlerinizi bulandırın” diyerek dünya lezzetlerinin, nimetlerinin amaç değil, asıl hedefe giden bir araç olarak değerlendirilmesi gerektiğini anlatmıştır. Araçlar amaçlar için feda edilir. Araçlar amaçları engellememelidir.
Rasulullah(s.a.s.): “Kıyamet günü başlarına bela ve sıkıntı gelenlere sevap verileceği zaman dünyada sıkıntı çekmeyenler, o gün derilerinin keskin aletlerle kesilip parçalanmasını isteyeceklerdir.”11
Sonuca şu ayet ile gelmeye çalışalım. “Sizi, korku, açlık, mallardan, canlardan, ürünlerden yana eksiltmekle imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele! Onlara, bir musibet gelince onlar derler ki; -Biz, Allah’a içiniz ve elbette O’na döneceğiz.”(Bakara, 2/155-156) Bizim dünyada bulunmamız, varlık sebebimiz Allah (c.c.) içindir. Yememiz, içmemiz, evlenmemiz, eğlenmemiz, çalışmamız, uyumamız, evlatlarımız, mallarımız, bedenimiz her şey Allah içindir ve O’na aittir. O kendisine ait olanları dilediği gibi kullanır. Alır veya verir. “Milk (mal)”de O’nundur, “Mülk(hükümranlık, hâkimiyet)” de O’nundur. Bize düşen sahibimizin bizim üzerimizdeki her türlü tasarrufuna rıza göstermek ve teslim olmaktır. Evimizde yansa, kolumuzda kopsa, evladımızda ölse, hastalıklara da yakalansak, fakirde kalsak biz Allah’a isyan etmeyiz. O’na tevekkül ederiz, O’ndan, O’na sığınırız. Biz O’ndan razıyız, O’da bizden razı olur inşallah. Sıkıntılarımız için söylenecek en güzel söz şudur: “Elhamdulillah”
Dipnot
Fahruddin er-Razi, Mefatihul Ğayb, Enfal Tefsiri
Tirmizi
Tirmizi,Zühd 56;İbni Mace Fiten 23; Darimi,Rikak 68; Ahmed,Msned,1/72-74-184; Hakim, Müstedrek,1/40-41
Münziri, Et-Terğib vet-terhib, 4/284
Buhari, Merda 1,Müslim, Birr 49.
Ebu Davud, 3090
Buhari
İbn Receb, İstinşâku Nesimu’l-Üns,sh.36
Salâhu’l-Umme fi Uluvvi’l-Himme,IV,516
Ahmed b. Hanbel,V,428.Hadis sahihtir.Bak.Elbâni, Sahihu’l-Camii’s Sagir, no:1814.
Tirmizi, Zühd 58; Taberani, el-mu’cemu’s-Sagir; Beyhaki, Şuabu’l iman,VII,180;Hadis Hasendir. Bk. Elbâni, Sahihu’l-Câmii’s Sagir, no: 8177