09 Şubat 2025 - Pazar

Şu anda buradasınız: / ABDULLAH AZZAM VE ÜMMETE HEDİYE ETTİĞİ CİHAD TECRÜBESİ
ABDULLAH AZZAM VE ÜMMETE HEDİYE ETTİĞİ CİHAD TECRÜBESİ

ABDULLAH AZZAM VE ÜMMETE HEDİYE ETTİĞİ CİHAD TECRÜBESİ Abdulkadir Şen

Okuyacağınız yazı yeryüzüne ayak basmış en değerli insanlardan biri olsa da bir alimin kronolojik biyografisi değil “Dostları sevindiren bir yaşam, düşmanları öfkelendiren bir ölüm” ile bizlere haykıran bir önderin mesajını anlamaya yönelik bir çabadır.

“Ey İslâm davetçileri! Ölüm tutkunu olunuz ki, size hayat bağışlansın.” Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nafileler sakın sizi aldatmasın.
Abdullah Azzam, 1941 yılında Filistin in Siletül Hasiriye kasabasında doğdu. Buradaki ilk ve orta öğretiminden sonra 1966’da Şam Üniversitesi Şeriat fakültesini bitirdi. 1967’de Amman’da öğretmenlik yaparken Batı Şeria ve Mescid-i Aksa’nın Yahudilerin eline geçmesi üzerine Müslüman Kardeşlerin mücahid birliklerine katıldı. Ancak Fedaiyyün ve Ürdün ordusu arasında meydana gelen Kara Eylül olayları yüzünden cihadı sürdürmesine imkan kalmayınca 1969 yılında Usul-i Fıkıh’ta master yaptı. Amhud Şeriat fakültesinde öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra “Doktora” yapmak üzere Kahire’ye gitti. Kahire’de Usul-i Fıkıh dalından birincilikle mezun olup 1973’te doktorasını aldı. 1973- 80 arası Ürdün Şeriat Fakültesinde Öğretim üyesi olarak bulundu. Ürdün’den askeri Yargıtay kararıyla sürülünce 1981 de Cidde Kral Abdulaziz Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Burada istediği ortamı bulamayan Abdullah Azzam İslâmabad’daki Uluslarlararası İslâm Üniversitesinde ders verirken aynı zamanda yeni başlayan Afgan Cihadı ile yakından ilgileniyordu.1
Abdullah Azzam’ın İslâm âleminde tanınması onun Afgan Cihadında aldığı kritik rol ile başlamıştır. Abdullah Azzam, Sovyet işgalinden sonra kaleme aldığı “Müslüman Halkın Savunulması” isimli kitabında, Müslüman beldelerin küfrün kirli çizmelerinden kurtarılmasını imandan sonra en önemli farz olarak tanımlıyordu. O’nun bu fetvasına İslâm Âleminin rabbanî âlimleri destek verdiler.2 Artık onun Afgan serüveni başlamıştı. Bir süre sonra üniversitedeki görevini tamamen bırakarak Peşaver’e taşındı. Şehadetine kadar tüm ömrünü kah cephede savaşarak, kah Arap ülkelerinden gelen gençlerin eğitim kamplarında, kah muhacirlerin kamplarında geçiriyordu. Açtığı, “Mektebe-l Xizmat Li’l Mucahidin (Mücahidlere Hizmet Bürosu)” isimli kurum aracılığıyla Arab ülkelerinden gelen gençleri ve yardımı organize ediyordu. Açtığı bu kurumun ismi onun mücahidlere verdiği değeri göstermekteydi. O, alçak gönüllülüğü ve sabrı ile kendini her zaman ümmetin hizmetkârı olarak görmekteydi. Öğrencileri ise onu nasihat alınacak bir âlim, izinden gidilecek bir önder ve mücahid aynı zamanda şefkatli bir baba olarak görüyorlardı.
Abdullah Azzam, cihad ile alakalı görüşlerini, şeriatın temiz kaynaklarından seçer ve bunu yaparken de selefin temiz yolunu takip ederdi. Ancak o, ümmete yüzyıllar boyunca ictihâdlarıyla yol gösteren mezheb imamlarının görüşlerini asla göz ardı etmezdi. O’nun “Tevbe Suresi Işığında Cihad Dersleri” isimli kitabını okuyan herkes, derin bir ilmi gelenekten beslendiğini, dört mezhebe ait görüşleri teker teker belirttiği ve böylece cihadı, sadece bir düşünsel ekolün görüşlerine göre değil, bütün İslâm mirasının ortak düşüncesine göre algılayıp anlattığını görür. O, ömrünü zalim sultanların zindanlarında geçiren İmam Ebu Hanife’yi, ilmi hakikatlerden asla taviz vermeyen İmam Şafiî’yi, Moğollara karşı destansı mücadele veren İbni Teymiyye’yi, ve diğer âlimlerin tümünü örnek alır ve onların tertemiz yaşamlarından süzülen berrak hakikatleri takipçilerine meşale olarak sunardı.
O, cihadı ve inandığı değerler uğruna pratik mücadele vermeyi hayatı anlamlandıran yegâne unsur olarak görmekteydi. Kendisine, Cihadın adama ihtiyaç duyup duymadığı sorulduğunda: “Cihad’ın mali güce, insanların ise cihada ihtiyaç duyduğunu” ve hayatın mücadeleyle anlam bulabileceği cevabını vermişti.
“Kendimi dokuz yaşındaymış gibi hissediyorum. Yedi buçuk yıl Afgan mücadelesinde bulundum, bir buçuk yıl da Filistin’de cihad ettim. Toplam dokuz yıl yaşadım. Hayatımın geri kalanı ise bana göre değersizdir.” “İslâm tarihi şehitlerin kanlarıyla yazılmıştır”
O, yaptığı hesapları çok ince detaylarına kadar inceler ve hakkını vermeye çalışırdı. O’nun hayatını inceleyenler tam bir istikrara şahit olurlar. Filistin’de başladığı cihad ve ilim tahsiline Ürdün, Suudi Arabistan, Pakistan ve Afganistan’da devam etmiş, başladığı işi, şehadetle kemale erdirmiş ve yarıda bırakmamıştır. O, cihadın da tıpkı namaz gibi vakti gelmeden ve gerekli ön hazırlıklar yapılmadan ifa edilmeyeceğini, planlı olmayan ve fevrî olan her hareketin ümmetin maslahatını tehlikeye atacağını bilir ve buna göre davranırdı. Hayatında ilim ile cihadı birleştiren çok az mücahit âlimden biriydi.
Beraber mücadele verdiği Afgan halkını sosyolojik açıdan detaylıca incelemiş, onların tarihlerini öğrenmiş ve onlara kendi gerçeklerine uygun bir üslubla yaklaşmıştır. Afgan halkına kendi tarihlerinden lider ve âlimleri örnek veriyor ve onlara izzetli tarihlerini hatırlatıyordu. Mesela Hanefi taassubunun yaygın olduğu ülkede, yabancı mücahitlere halkı ürkütecek ve taassup noktalarını derinleştirecek davranışlardan çekinmelerini, içtihâd konusu olan meseleleri bayraklaştırmamalarını, detaylarla uğraşmamalarını ve gözlerini daha ileriye dikmelerini öğütlerdi. O’nun bedeni, Hindikuş dağlarındaydı, ancak gözü, hep Kudüs’e bakıyordu.
Abdullah Azzam, cihada devam ettiği sürece savaş psikolojisi ve ümmetin kendilerini düşmanlarıyla yüzüstü bırakmasından dolayı terkedilmişlik duygusu yaşayan ve Müslümanlara karşı sert ve tekfirci söylemler geliştiren kişilere geçit vermemiş, onları uyarmış ve mutedil çizgiye çekmiştir. Ümmet, kendisi ilim ehli olmasına rağmen Abdullah Azzam’ın ağzından hiçbir Müslüman’a karşı ağır bir söz işitmemiştir. Hatta O, mücahid gruplar kendi aralarında çatışırken arabuluculuk yapmış ve fitnenin gerçek sorumlusu olarak ABD ve Batı’yı işaret etmiştir. Müslümanların asıl düşmanı bırakıp aralarındaki ihtilaflarla uğraşmalarını engellemeye çalışmıştır. Abdullah Azzam, dikkatleri ümmetin içinde bulunduğu duruma çekmiş ve içinde bulunduğumuz zilletin ve başımıza gelen felaketlerin, ihtilafları bir kenara bırakıp birlikte hareketi etmeyi gerektirdiğini her fırsatta dile getirmiştir. Sadece içinde bulunduğumuz zulüm bile, birleşmemiz için yeterli bir sebeptir. “Müslümanlar asla düşmanlarına mağlup olmazlar. Biz Müslümanlar sadece aramızdaki ihtilaflara mağlup oluruz.” 3
O, bozuk fikirli gruplarla birlik kurulamayacağını, bunun davanın tertemiz zeminine kir bulaştıracağını söyleyen dava arkadaşlarının endişelerini haklı buluyor ve onlara ön gördüğü birlikteliğin akidevî birlik değil, stratejik işbirliği ve şerri geciktirmek olduğunu anlatıyordu.
Abdullah Azzam’ın mücadelesi, toprak ve çamur mücadelesi değildi. O, bir beldenin yabancı işgalcilerin elinden kurtarılıp, yerli ifsad rejimlerinin eline teslim olmasını talep etmiyordu. Bilakis O, toprak için savaşanların hayatının çamurlu bir hayat olacağını düşünüyordu. Bir beldenin yerli ve yabancı işgalcilerden kurtarılıp İslâm’ın egemenliğine sunulması taraftarıydı. “Bu görev, Afganistan’da zaferin kazanılmasıyla sona ermeyecek; Cihad, bir zamanlar Müslüman olan diğer bütün topraklar bize dönene, İslâm’ın yeniden hüküm süreceği güne dek, bireysel bir yükümlülük olarak kalacaktır: Önümüzde Filistin, Buhara, Lübnan, Çad, Eritre, Somali, Filipinler, Burma, Güney Yemen, Taşkent ve Endülüs var.”
Batılı kaynaklar, Abdullah Azzam’ın bu serüvenini şöyle tanımlıyorlar: “Marksist ideolojiyi takip eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nde seküler ve bölgesel bir savaş vermek yerine Abdullah Azzam, uluslar ötesi ve İslâmi bir hedefle Orta Doğu’da koloni güçler tarafından çizilmiş haritaları değiştirecek bir mücadeleye girişti”4
Düşmanlarının, Abdullah Azzam’ı ve hedeflerini çok iyi anladıkları kesin. Ancak dostlarının O’nun, İslâm ümmetine sunduğu engin tecrübeleri ve cihad usulünü hakkıyla anlayamamaları ve bu tecrübeleri uygulama noktasında eksiklikler taşımaları ümmet için büyük bir bahtsızlıktır.
“Bizim savaşımız, sadece Afganistan’la sınırlı değildir. Bilakis bu mücadelemiz, İslâm Dini’nin düşmanlarına karşı her yerde devam edecektir. Bizler hakkımızı her platformda savunmaya devam edeceğiz.”5
Bununla birlikte O, Afganlının kanı ile Filistinlinin kanının aynı değerde olduğunu biliyor ve gayret açısından her iki davaya da eşit derecede sahip çıkılması gerektiğine inanıyordu. Onu bir gün Afgan cephesinde amansız bir savaşta, başka bir gün direniş karargâhında tefsir dersleri verirken, bir başka gün de Peşaver’de Filistin hakkında konferans verirken görebilirdiniz. O’nun işi zamanından fazlaydı ve O gece zahid, gündüz mücahid, dağda savaşçı şehirde davetçi, üniversitede hoca ve medresede müderris olabilen çok yönlü bir âlimdi.
Yine Abdullah Azzam, “El- Cezire” tarafından yayınlanan ve hayatını ele alan belgeselde şunları söylüyordu:
“Filistin’in kurtuluşunun yolu, Afganistan’ın kurtuluşundan geçer. Bunun aksini düşünenler, ciddi bir yanılgı içersindedirler. Filistin’de kurtuluş için önümüzde sadece bir seçenek vardır. O da: Filistin’de de, Afganistan’da olduğu gibi sağlam akideye bağlı bir cihadî oluşumun temellerini atmaktır. Dün taşlarla başlayan mücadele, bu gün füzelerle devam etmektedir. 6
Abdullah Azzam, 24 Kasım 1989 Cuma günü her zaman namazını kıldığı “Seb’u’l-Leyl Camii” ne gitmek üzere evinden çıktı. İki oğlu Muhammed ve İbrahim ile birlikte arabasına doğru yaklaştı. Arabaya bindikten kısa bir süre sonra büyük bir patlama duyuldu. 20 kg. ağırlığındaki TNT’ nin uzaktan kumandayla patlatılmasıyla araba ânında parçalandı. Abdullah Azzam, oğlu Muhammed ve İbrahim ile birlikte şehit oldu. O, yaşantısıyla da, şahadetiyle de bizlere çok şeyler öğretti.
Abdullah Azzam’ı hedef konumuna getiren temel görüşlerinden biri de, O’nun Filistinli direnişçileri Afganistan’a getirip eğiterek, Filistin direnişine taze kan akışını sağlamayı amaçlamasıydı. Böyle bir süreçte uzun süre savaştığı Sovyetler, yılanın başı olarak gördüğü ABD ve onun Afganistan’da geçmişte Stringer füzeleriyle desteklediği muhalif güçler, O’nun şahadetinden sorumlu sayılmaktadırlar. Ancak Kudüs’ün kurtarılmasını ümmetin birinci önceliği olarak gören Abdullah Azzam, en başta bu düşüncesi nedeniyle Yahudilerin öfkesine maruz kalmıştı. Bugün Filistin’de işgale karşı cihad eden hemen her genç, Abdullah Azzam’dan ilham almıştır.
Abdullah Azzam, düşmana karşı yapılan savaşın sağlam akidevi temellere dayanması gerektiğinin bilincindeydi. Kendisi fıkıh usûlü alanında uzman bir kişiydi, ancak mücadelede başarının genel geçer kuralları vardı. Coğrafyalara ve inanca göre değişmeyen bu kurallardan biri de, uzun vadeli stratejiler geliştirmek, hem düşmanını, hem de beraber mücadele ettiğin toplumu tanımak, iyi analiz etmek ve basit ihtilafları devre dışı bırakmaktır. Sovyetler ve Batılı devletler birinci dünya savaşı sonrası işgal ettikleri İslâm ülkelerinde eğitim müfredatlarına bile müdahalelerde bulundular. Onlar, işgalin en önemli amacının ve aynı zamanda aracının İslâm ümmetini yozlaştırmak ve inancından uzaklaştırmak olduğunun bilincindeydiler. Allah yolunda cihad ise işgalcilerin bu fikrî savaşını hezimete uğratmak, İslâm toplumunun irade ve özgürlüğünü elde etmek, İslâmi esasları hâkim kılmak ve halklarla İslâmî davet arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Abdullah Azzam bu sürecin çok dikkatli işletilmesi gerektiğini ve bir yönüyle tedavi edilecek halka çok hassas bir yaklaşımla; doktorun hastaya yaklaştığı gibi davranılması gerektiğini biliyordu. Hangi doktor hastalığından ötürü hastasını suçlar ki? O’nun büyük stratejisi içersinde küçük detayların ve ayrıntıların önemi yoktu. O, önündeki engellere değil, çok ilerdeki hedefine odaklanmış, bu süreçte ayağına takılan engelleri hiçe saymıştı. Hasan el- Benna’dan edindiği terbiye olan: ihtilafları değil, ittifak noktalarını ön plana çıkarmak, Abdullah Azzam’ı halklar ve nesiller nezdinde bu kadar kıymetli bir konuma ulaştırmıştı. Abdullah Azzam, hakkını savunmak için yollara düştüğü ve Sovyetlerin fikri işgalinden kurtarmak için mücadele ettiği Afgan halkının oldukça taassupçu ve diğer milletler gibi sahih İslâmî esaslar dışında ihdas ettikleri bazı hurafelere gömülmüş bir halk olduğunu biliyor, fakat bu halkın ancak merhametle değiştirilebileceğini öngörüyordu. O, uzun yıllar boyunca edindiği davet tecrübeleri ve usûlü sayesinde kitlelerin ve nesillerin bir gece de ya da birkaç yılda değişmeyeceğinin, ancak uzun vadeli eğitim politikaları ve davet çalışmaları neticesinde tedrici bir şekilde düzeltileceğinin farkındaydı.7
Çevresinde bulunan gençlerin, sürekli Afgan toplumunda oldukça fazla hurafe olduğu, bazen bu hurafelerin şirk bile sayılabileceği yönündeki şikâyetlerine hep merhametli bir baba şefkatiyle cevap veriyordu. Cihadın asıl amacının Rusları Afganistan’dan çıkarmak değil, Rusların ve batının serpiştirdiği yozlaşmış fikirleri, Afgan halkının ve ümmetin kalbinden ve dimağından çıkarmak olduğunu belirtiyordu. O, hayata dair her güzelliği terk edip peşlerinden koşan dünyayı elinin tersiyle itip, hiç tanımadıkları bir toplumun, gasp edilmiş haklarını savunmak için Afganistan’a gelen bu yeryüzünün en hayırlı gençlerinin şikâyetlerinde haklı olduklarını biliyordu.
Ancak yüzyıllar boyunca İslâm medeniyetine büyük hizmetlerde bulunan, Allah’ın emirlerini “işittik ve itaat ettik” ciddiyetiyle uygulayan, ne var ki son yüzyılda esen batıl rüzgârlardan ve İngiliz işgalinden nasibini alan Afgan halkının geçirdiği bu zulüm dolu sürecin hesaba katılması gerektiğini belirtiyordu. Abdullah Azzam, onların sert bir uyarıcı ve hâkime değil, merhametli bir öğretmen ve şefkatli bir nasihat ediciye ihtiyaçları olduğunu belirtiyordu.
Afgan halkının kültürel açıdan yozlaştığını ve bidatlerle dolu olduğunu iddia eden kişilere, işgalin devam etmesi durumunda halkın tamamen yozlaşacağını ve İslâm’dan tamamen koparılacağını anlatıyordu. Ve soruyordu: “Hangisi daha kötü?”8
Bir akademisyen, bir davetçi, bir öğretmen, bir hatip, bir fedaî ve mücahid olarak Abdullah Azzam, bir bireyden çok daha fazla şey ifade ediyordu. O, üzerine zillet tozları serpiştirilmiş, ehlileştirilmiş, yabancılaştırmış İslâm ümmetinin, cihad ruhuyla yeniden tanışmasını sembolize eden cihad öğretmenidir. O’nun fikirleri, Hindikuş dağlarını aşmış, Tacikistan’da, Somali’de, Yemen’de Bosna’da, Keşmirde ve daha birçok coğrafyada yankılanmıştır. Peki, Abdullah Azzam’ı, 20. yüzyılın en önemli şahsiyetlerinden ve cihadın sembol isimlerinden biri haline getiren şey neydi? O, tutarlı dünya görüşü ve düşünceleriyle yaşamı tam bir uyum içinde olan bir âlim ve mücahid olarak muhaliflerinden bile büyük bir saygı görüyordu.
Afgan cihadı, İslâm ümmeti için oldukça önemliydi. Osmanlı ordusundaki çok çeşitlilikten uzun yıllar sonra ilk defa dünyanın değişik yerlerinden Müslümanlar, tek bir fikir etrafında hiç tanımadıkları bir coğrafyada, hiç tanımadıkları bir halk için canlarını ortaya koyuyorlardı. Bu hareket, ancak güvenilir ve tutarlı önderlerin temsil ettiği bir çağrıya cevap olabilirdi. Adanmışlığı, ilmî yetkinliği, tutarlılığı ve kucaklayıcılığıyla işte bu çağrıyı yapan ve ümmetin temiz gençlerinin dikkatini çeken kişi, Abdullah Azzam’dan başkası değildi. Düşmanları da, onun ifa ettiği bu önemli rolün bilincindeydiler.
“Abdullah Azzam, 20. Yüzyılda cihad şuurunu yeniden uyandıran adamdır.” (Time Dergisi)
Sovyetler Birliği çekildiği zaman, hayallerini evrensel bir İslâm Devleti süsleyen milyonlarca Müslüman, Kudüs’ün özgürlüğüne gidecek yolda Afgan mücahidlerinin kuracağı İslâmî yönetimin önemli bir başlangıç olacağını düşünüyorlardı. Ancak savaş süresince ABD Stringer’larıyla Ruslara karşı savaşan, İslâmi davadan ziyade, millî davalar güden grupların ABD adına fitneler çıkaracakları, ortalığı karıştıracakları ve bu mücahid liderler olarak bilinen bazılarının, 11 Eylül sonrasında cadı avına dönen teröre karşı savaş sürecinde ABD’nin yanında yer alacaklarını kim bilebilirdi ki? Peki, Afgan mücahitlerinin kendi aralarında çatışmaları ve ümmeti hayal kırıklığına uğratmalarının tek sorumlusu, milliyetçi hareketler ve ABD taşeronları mıydı? Zaten gücünün üzerinde yük alan ve gençliğini rutubetli mağaralarda ümmetin zaferi için tüketen Abdullah Azzam’a bir görev daha düşmüştü. O, bazı grupların Afgan cihadının meyvelerini ümmetin dermesine ve cihadın kazanımlarını diğer bölgelere aktarmasına karşı bazı karanlık eller tarafından kullanıldığının bilincindeydi. Fakat samimi Müslümanların da ihtilafları ön plana çıkararak, bu fitnenin büyümesine neden olduklarını biliyordu. Afgan mücahidlerinin kendi aralarında çatıştıkları bir süreçte, her grubun arabuluculuğuna güvendiği ve sözünü senet kabul ettikleri bir kişi vardı. O da, Abdullah Yusuf Azzam’dı. O, bu haliyle, “El- Emin” olarak anılan Muhammed (s.a.s.)’in övdüğü kişiliğe ne kadar da benziyordu.
Birbirinden Ayrılmayan İki Kavram: Cihat ve İctihâd
“Mü’minlerin tümünün öne fırlayıp çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, çıktığında (bir grup da), dinde derin bir kavrayış edinmek (tafakkuhta bulunmak) ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde onları uyarmak için (geride kalabilir). Umulur ki onlar da kaçınıp sakınırlar.” (Tevbe,9/ 122)
Savaş çetindir, savaş zordur ve savaş, savaşanları kendi şartlarına alıştırır, katılaştırır. İşte bunun için savaştan dönenleri uyarmaları için Allah, bir grubun ilmî çalışmalara devam etmesi gerektiğini bildirmektedir. Cihad, başlı başına bir davet hareketidir. Cihad edenler, başkalarının görmediklerini görürler, çünkü onlar, şehrin fitnelerinden ve küfrün propagandalarından uzaktadırlar. Ancak cihad, her amel gibi titizlikle icra edilmesi gereken amellerin zirvesidir. Ve cihad, ilmî yetkinliğe en çok ihtiyaç duyulan amellerden biridir. Bu açıdan bir grup cihad ederken, diğer grup ilmî mücadele olan ictihâd ile meşgul olur. Cihad ile ilmi çalışma ictihad asla birbirinden ayrılmamalıdır. Abdullah Azzam’ı, âlimlerin, toplulukların ve gençlerin gözünde bu kadar meşru kılan temel neden, O’nun ilmî yetkinliğidir.
Abdullah Azzam, cihad süresince ilmî gelişmelerden uzak kalan halkın eğitilmesine büyük önem veriyordu. O, bir yandan cihad ederken, öte yandan zafer sonrası cihadın mirasını devralacak ve kazanımlarını yönetecek olan genç neslin eğitim görmesi amacıyla hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da medreseler inşa etmek için kampanyalar yürütüyordu.
O, cihadın doğru araçlarla, doğru usûllerle ve doğru zamanda yapılmasına inandığı gibi, doğru anlaşılması ve cihad mesajının kitlelere kesintisiz ve net olarak ulaştırılması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle, cihadın serüveni ile alakalı bilgiler verme noktasında otorite olacak bağımsız ve güvenilir bir medya organına ciddi anlamda ihtiyaç olduğunu sürekli dile getirmekteydi. 9
Âlim, davetçi, mücahid ve komutan olarak Abdullah Azzam’ın hayatında, ilmini cihadla birleştirip süsleme cesareti gösteremeyen âlimlere, cihadı mutedil çizgiden çıkararak usûl hataları yapan gençlere, davetle cihadı birbirinden ayıran davetçilere ve mücahidlere, sadece bir bölgenin kurtuluşu için mücadele edip ulusal birlik, bölgesel kurtuluş gibi ciddiyetsiz tutumlara girişen bölgesel direniş hareketlerine ve ümmetin nice yiğitler ve önderler yetiştirdiğini küçümseyen haçlı cephesine büyük dersler vardır.
Abdullah Azzam’ın şehadeti, bazı düşmanlarını başlangıçta sevindirmiş olabilir. Ancak onun değerli talebelerinin sınır tanımayan mücahidler olarak Abdullah Azzam’ın yolunu sürdürdüklerini, ümmetin izzet ve onurunu müdafaa etmek için Afganistan, Filistin, Çeçenistan, Somali, Yemen ve Irak gibi birçok bölgede hâlaâ canlarını Rableri Allah Teâlâ’ya sunduklarını gören düşman, fikirlerin asla öldürülemeyeceğini elbette anlamıştır. Bu ümmetin değerli kadınları, yeni Abdullah Azzam’lar doğurmakta kısır değildirler elhamdülillah…
Abdullah Azzam’ın Vasiyeti
“Yüce Allah’ın rahmetine muhtaç Allah’ın kulu Abdullah Yusuf Azzam’ın vasiyetidir. Kahraman komutan Celaleddin Hakkanî’nin evinde ve Şubat 1406 Şaban ayının (20 Nisan 1986) pazartesi ikindi vaktinde şu sözleri yazıyorum:
Hamd, yalnız Allah’ındır. O’na hamd eder ondan yardım diler, mağfiretini isteriz. Nefislerimizin şerlerinden Allah’a sığınırız. Her kime hidayet verirse, onu saptıracak yoktur. O, bir ve tektir... Şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Resulü’dür. Allah’ım, Senin kolay kıldığından başka kolay yoktur. Sen, dileyecek olursan zoru da kolaylaştırırsın. Bireyin, Allah yolunda savaşa çıkmamak konusunda nefse gerekçeler bulmak, nefsin kendisini uyuşturacak birtakım gerekçeler bularak, Allah yolunda savaşmayıp, evinde oturmaya razı olması bir oyun, bir oyuncak edinmektir. Daha doğrusu, Allah’ın dini ile oynamak, onu oyuncak edinmek demektir. Bizler, Kur’ân vasıtasıyla bu gibi kimselerden de yüz çevirmekle emrolunmuş bulunuyoruz. Dinlerini ciddiye almayan, oyun ve eğlence edinmiş dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bir kenara bırakın. Cihad için gerekli hazırlıkları yapmaksızın geleceğe dair umutları gerekçe göstermek, zirvelere ulaşmayı ve oralara yükselmeyi arzulayan küçük nefislerin yapacağı işlerdendir. Nefisler büyük olduğu takdirde, cesetler, o muradı gerçekleştirmek için yorulur. Yani, Allahu Alem bugün için, Allah yolunda savaşmayı terk eden kimseyle, namazı, orucu ve zekatı terk eden kimse arasında hiçbir fark görmüyorum. “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.”(Tevbe, 9/32)
Dipnot
http://www.religioscope.com/info/doc/jihad/azzam_defence_2_intro.htm
Müslüman Halkın Cihadı
Cihad Kervanı
http://en.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Yusuf_Azzam#Life_in_Jordan_and_Egypt
 El Cezire Abdullah Azam Belgeseli
Peşaver’de düzenlenen bir Filistin Konferansındaki Konuşmasından bir kesit
Tevbe Suresi Tefsiri Cihad Dersleri
The Combating Terrorism Center United States Military Academy West Point, NY http://www.ctc.usma.edu
http://www.ctc.usma.edu

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul