21 Mart 2025 - Cuma

Şu anda buradasınız: / ÇAĞIMIZDA CİHAD OLGUSU VE SORUMLULUKLARIMIZ
ÇAĞIMIZDA CİHAD OLGUSU VE SORUMLULUKLARIMIZ

ÇAĞIMIZDA CİHAD OLGUSU VE SORUMLULUKLARIMIZ Murat Özer

İslam dünyası 11. yüzyıldan itibaren iki büyük saldırıya muhatap oldu. Birincisi Haçlı Seferleri, ikincisi ise Moğol saldırılarıdır. 1095 yılında başlayan 1. Haçlı Seferleriyle birlikte Batı’dan büyük bir felaketle karşılaşan Müslümanlar, bundan birkaç yıl sonra ise Doğu’dan Moğol saldırıları karşısında büyük bir yıkımın eşiğine geldiler. Yaklaşık 2 yüzyıl boyunca Müslüman halklar kendilerini bir cenderenin içine sıkışmış olarak hissettiler. Ümmet dağıldı, birlik bozuldu, güçlü İslam devletleri zayıfladı. Fakat yok olmadılar. Haçlı Orduları Anadolu’yu yağmalayıp Kudüs’ü işgal ettiklerinde burunlarının dibinde İspanya’da Müslümanların bir devleti hala tarih sahnesinde mevcudiyetini koruyordu.
Moğollar, Bağdat’ı yerle bir edip Halifeyi idam ettiklerinden iki yıl sonra Memluk komutanı Baybars’ın tokatını Ayn-Calut’ta yemişlerdi. Müslümanlar kimi zaman sembolik bir mevkiye düşmüş olsa da hiçbir zaman halifesiz kalmadılar. Hatta kimi zaman birden fazla kişi dahi hilafet iddiasında bulundu.
Tüm bu güçlü saldırılara karşı ümmetin yitirmediği şey, kavramlara yüklediği anlamlardı. Müslümanlar “Allah’ın nizamından” başka bir şekilde yönetimin olabileceğini asla tecrübe etmediler. “İslam Devleti” kavramsal olarak zihinlerde daima güçlü bir şekilde yer buldu. Topraklar işgal edilebilir, mahremler çiğnenebilirdi. Fakat, 
nihayetinde Müslümanlar arasında bu zillete dur diyecek kimseler çıkar ve adil bir İslam Devleti yeniden inşa edilebilirdi. Nihayetinde bu karanlık asırlardan sonra, Osmanlı Beyliği 13. yüzyılla birlikte büyümüş ve kısa bir sürede cihan devleti ve Müslümanların hamisi haline gelmişti. “Hilafet ve İslam Devleti”ne olan inanç, kavimler ya da devletler değişse de Müslüman zihninde daima kalıcı bir yer işgal etmiştir.
Milli Mücadele Çağı Kapandı, Ümmetin Varoluş Savaşı Başladı
19. yüzyılda Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya’dan başlayarak İslam topraklarının dalga dalga işgal edilmesi süreci, Birinci Dünya Savaşı›nın bitmesiyle birlikte nihayete ermişti. Artık ümmet paramparçaydı. Osmanlı toprakları üzerinde onlarca küçük sömürge devleti kuruluyordu. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar bir yandan Ruslar diğer yandan topraklarımızı bölüşüyor, işgalcilerin semirttiği azınlıklar birer birer kendi küçük devletlerini kuruyorlardı. Yaşanan her şey Haçlıların ya da Moğolların bizlere yaptıklarına benziyordu. Tek farkla: 1924 yılında hilafetin kaldırılması ve İslam topraklarında yeni ve sözüm ona milli olan devletlerin seküler bir anlayışla halklarını dönüştürmeye çalışması Müslümanların zihninde yüzlerce yıl yer etmiş kavramların silinmesini sağladı. “İslam birliği, hilafet ve İslam devleti” olguları Türkiye, İran, Afganistan ve Mısır’daki modernleşme ve “batılılaşma” tecrübeleriyle birlikte zihinlerden kazındı. İşte asıl yenilgi buydu. Bu noktadan sonra verilecek mücadelede ödenen bedel ya da kazanım ne kadar büyük olursa olsun, asla ümmetin hanesine bir artı değer olarak yazılamayacaktı. Ümmet bilincini yitirmişti.
Küresel saldırıya karşı başlayan küresel cihadı, milli mücadele anlayışlarından ayıran en temel vasıf ideolojiktir. Çünkü 21. yüzyılda Allah yolunda namusu, vatanı ve dini için cihad eden mücahid, geçmiş yüzyıllardan farklı olarak aynı zamanda yitirdiğimiz kavramları zihnimizde yeniden canlandırmak ve ümmet bilincini yeniden diriltmek sorumluluğuyla da karşı karşıyadır.
Milli mücadeleden farklı olarak sınırları belirlenmiş bir “vatan savunması”nı değil, Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyaları vatan kabul eden bir anlayışı savunmaktadır. Gayr-i müslim devletler tarafından işgal edilmiş İslam topraklarının kurtarılması mücadelenin temel belirleyenidir. Fakat, öncelik Kudüs’ün kurtarılmasına teksif edilmiştir. Kudüs başta olmak üzere, İslam beldelerinin işgalden kurtulması için iki noktaya odaklanılmıştır:
1- Dünyada İslam’ın hakimiyetinin önündeki en büyük engel kafirlerin İslam topraklarındaki istilalarıdır. Bu işgalcilerin topraklarımızdan sökülüp atılması, ümmetin tüm fertleri üzerine farzdır. Şu anda İslam dünyasının önemli bir kısmı tamamı gayr-i müslim olan devletler tarafından işgal edildiğine göre, yürütülecek savaşın sadece “işgal altındaki topraklarda” sürdürülmesi imkansız ve anlamsız hale gelmektedir. Böylece cihadın küresel bir vecheye taşınmasını savunanlar, dünyayı bütünüyle bir savaş alanı olarak görmeden fakat ateşin işgalcilerin bulunduğu noktalara da taşınması gerektiğini ifade etmiş oldular.
2- Savaşın kazanılmasının önündeki diğer bir engel ise, işgalcilerin topraklarımıza yerleştirdiği “kukla” yöneticilerdir. Filistin’deki siyonist işgalin devamının en büyük müsebbiplerinden birisi Mısır’daki diktatörlük yönetimleridir. Bunun en çarpıcı kanıtı, Mısır’daki Mübarek diktatörlüğünün yıkıldığı 1 yıllık kısa bir rahatlama döneminde Filistin mücadelesinin hızlı bir şekilde güçlenmesinden anlaşılabilir. Bu süre sonunda General Abdulfettah Sisi’nin askeri darbe ile yönetimi ele geçirmesiyle birlikte, Gazze tünellerinin kapatılması, siyonistlerin çıkarlarına uygun bir politika izlenmesi «yerel tağuti otoritelerin” zayıflatılması ve yıkılmasının zaruri olduğunu ortaya koymuştur.
Bu süreçten sonra yerel İslami direnişler için milli-ulusal mücadele çağı kapanmıştır. Çünkü bu tarz mücadeleler, küresel bir gücü karşısına alırken, bir diğer küresel gücün açık ya da zımni desteğini alırlardı. ABD’nin “ya bizimlesiniz, ya da karşımızda” ifadesiyle düşman kendi bulunduğu noktayı tanımlıyordu. Yerel İslamcı direniş öbekleri ise kendilerini karşıt bir cephede tanımlarken, tüm küresel güçleri karşılarına almış olmaktadırlar.
Yerel tağuti otoritelere karşı silahlı direnişin dozu azaltılırken, ya da bazı bölgelerde tamamen bitirilirken; namlular tüm küresel küfür güçlerine çevrilmektedir. Cezayir ve Yemen bunun en somut örnekleridir. Benzer bir durum Afganistan ve Irak’da da karşımıza çıkıyor. ABD bu cephelerde, İngiltere başta olmak üzere tüm Batılı güçleri nasıl aynı cephede toplamayı başarmışsa, direniş de ümmetin pek çok unsurunu aynı saflarda toplamayı başarmıştır. Yani İslamcılar solun hep ümit ettiği ama, kısmen bazı cephelerde başarabildiği “enternasyonalizm”i; kendi kavramımızla ifade edersek “ittihad-ı İslam”ı cephede başarmış durumdadırlar.
Sorun, yıllardır teorize ettikleri İslamcılık’ın ulusal sınırlara hapsedilemeyecek, milliyetçi kurtuluş savaşlarına indirgenemeyecek düzeyde geniş bir perspektifi kuşanması gerektiğini söyleyen İslamcıların, sonunda, kendi arzuladıkları çizgiye, İslam coğrafyalarının birer birer gelmiş olmasıdır. Bu durum bedel ödemeyi gerektiren, diğer bir ifadeyle küresel intifadanın neferleri olmayı icap ettiren yeni bir haldir. Sınanma işte tam da burada olmaktadır.
Afgan Cihadının Bereketi Ümmeti Dönüştürdü
20. yüzyılın başında, ümmetin siyasi birlikteliği dağılmış, askeri disiplini yok olmuş, cihad kavramı rafa kalkmıştı. Gençler, tüm bunları Afgan sahasında el yordamıyla yeniden keşfedecek ve buradan yeniden ümmet olma bilincini dirilteceklerdi. Şüphesiz bu gayretlerinde en büyük destekçileri Allah’tı.

1960’ların dünyasına şehadetiyle mührünü vuran Seyyid Kutub’un kutlu mirasını savaş meydanlarında pratize etmek Abdullah Azzam gibi öncü şahsiyetlerin eliyle mümkün oluyordu. Yeniden ümmet olma, sahih bir İslam inancına dönme, Kur’an’ı hayatın her alanında hüküm koyucu olarak görme davasını Afgan cihadına katılan gençler, mücahid alimlerin yol göstericiliğinde ifade etmeye ve hayata geçirmeye başladılar. İşte cihadı, sırf bir muharebe olmaktan çıkarıp, İslami bir hayat nizamını ikame etmeye, dünya Müslümanlarını «ümmetin saygın bir parçası» olarak görmeye dönüştüren ve dahi bu yönüyle «küreselleştiren» olgu budur! Ümmetimizin bu yüzyıldaki büyük bir kazanımıdır: Küresel cihad. Çünkü küresel cihad, “ulusalcılık” gibi “misak-ı milli sınırları” gibi ümmetin arasına görünen ve görünmeyen sınırlar çizen her türlü bölücülüğe ve ifsada karşı bir başkaldırının adıdır.
İki kutuplu dünyanın çöktüğü ve çökerken tüm curufatını ümmetimizin üzerine boşalttığı bir dönemde kurtuluş ümidimizdir. 52 ülkeden gelen işgalci sürülerini tarumar eden Afganistan kasırgasıdır. Amerikan kibrini, İngiliz siyasetini Felluce’nin, Ramadi’nin çöllerine gömmenin adıdır.
Bir diğer durum, bundan sonra, Müslüman coğrafyaların kaderlerinin birbirinden bağımsız olamayacağı gerçeğidir. Tüm İslami direniş cepheleri, Kudüs’ün kurtarılması hedefini, mücadeleleri için temel bir hedef ve motivasyon haline getirmişlerdir. Bu durum Irak, Afganistan, Çeçenistan hatta Somali’deki direniş hareketlerinin bildirilerinde açıkça görülebilir.
Mücahidler ve Sorumluluklarımız
Ümmeti yeniden tek bir hedefe doğu yöneltecek öncü gücün mücahidler olduğu gerçeğini sadece realite değil, tarih de kanıtlamaktadır. Bilincin yitirildiği ve kavramlarımızın, değerlerimizin unutturulmaya çalışıldığı çağımızda mücahidlerin üzerilerine elbette büyük sorumluluklar düşmektedir. Onurumuzu, namusumuzu ve dinimizi korumak için bir kalkan gibi zalim rejimlerin ve küresel emperyalistlerin önünde duran mücahidler yaptıkları amelleri Kur’an’ın çizdiği doğrultuda gerçekleştirmek durumundadırlar. Böylece hem kendi istikametlerini düzeltmek hem de ümmetimize güzel bir örneklik göstermiş olacaklardır.
Asrımızın mücahidlerinden ümmetin beklentileri 15 asır boyunca hiç bu kadar yüksek olmamıştı. “Ulema”dan teolog, münevverden “liberal çoğulcu düşünen aydın”ın anlaşıldığı yüzyılımızda tüm bu rolleri mücahidlerin üstlenmesi gerekiyor. Onlardan hem can ve mallarıyla birlikte büyük bir fedakarlık bekliyor, kendi kafa karışıklıklarımızın faturasını da kolaylıkla onlara kesebiliyoruz.
Ümmetin yapması gerek en temel şey, mücahidlerin kendileri için bir kalkan olduğu bilincine varmalarıdır. Topraklarımızı tarumar eden, mukaddesatımıza göz diken, mahremimize tasallut eden düşmanlarımız, ekonomik, siyasi ve askeri açıdan bizlerden kıyas bile kabul etmeyecek kadar daha güçlüler. Düşmanlarımız, Afganistan ve Irak örneklerinde olduğu gibi istedikleri ülkeyi işgal edebiliyor, bunun için uluslararası hukuk denen garabetten istifade edebiliyorlar. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı tüketip, milyonlarca insanı her türlü silahı kullanarak yok eden doğulu ve batılı düşmanlarımız ne beşeri ne de dini hiçbir ahlak kuralına riayet etmeden, savaş hukukunu hiçe sayarak insanı, hayvanı ve tabiatı yok ediyorlar. Bu yaptıklarından dolayı hiç kimseye hesap vermiyorlar.
Kendilerine karşı direnen mücahidlerin ellerinde ise son derece sınırlı sayıda silah ya da bir silaha dönüştürecek bedenlerinden başka hiç bir şeyleri yok. Hiroşima ve Nagazaki’nin hesabını vermeyenler, Charlie’nin hesabını soruyorlar: “Hadi karikatürü çizeni vurdun da yerdeki Fransız polisine niye ateş ettin” Kimse, yerde can veren Cezayir asıllı polise, “sadece 1945 yılından sonra ülkende 1 Milyon 500 Binden fazla Müslümanı vahşice katleden bir ülkenin nasıl olur da polisi olursun” diye sormuyor. Anneni, babanı katledip, kız kardeşinin ırzına geçenler, seni esir pazarına atar gibi Paris’in banliyölerinde üç kuruşa mahkum etmediler mi? Keşke köle olduğunun farkına varsaydın. Belki azad olmayı ümit ederdin…
Küresel küfre karşı ümmetimizin el yordamıyla sürdürdüğü bu savaşta ümmetimizin üzerine düşen en temel vazife mücahidlerine sahip çıkmaktır. Onları kendinden bir parça olarak gördüğünü tüm dünyaya haykırmaktır. Hiç olmazsa, Amerika, Rusya ya da Fransa kadar mücahidlerin de savaşlarının meşru olduğunu muhataplarına anlatmaktır. Düşmanlarının sınırsız ve sorumsuzca yaptıkları katliama dudak ucuyla itiraz edenlere bir bakın: Konu mücahidler olunca nasıl aslan kesiliyorlar.
Mücahidler de nihayetinde insandır ve hata yapabilirler. Fakat ortaya koydukları fedakarlık, basiret ve firaset hatalarının çok fevkindedir. Onlar asrımızın savaşçı dervişlerine benziyorlar. Ne ganimet hırsı, ne yeni toprakları fethetme arzusu var savaşlarında. Kaybettiklerimizi geri alabilmenin dahi çok gerisindeyiz. Heybelerindeki Kur’an’dan başka azıkları yok.
Daha ne kadar parçalanacak bedenin; papatya biçen bombalar altında; kendinin gerçek bir Müslüman, ABD öncülüğündeki küresel küfrün esaslı bir düşmanı, İslam’a gönülden iman eden yoksul ama fedakar bir mü’min olduğuna inandırmak için, konformist Müslümanlara… Daha ne kadar tıkılacaksın bir konteynırın içine yüzlerce kardeşinle beraber ve susuzluğunu terini yalayarak dindirmeye çalışacaksın; havasızlıktan ölüp, bir çölde vahşi hayvanların azığı yapacaksın cesedini. Ama yetmeyecek. Çünkü sen, büyük devletlerin piyonu, akılsız, kendi başına karar alamayan, kullanılmaya açık, ortaçağ kafalısın. Paramparça da olsa yuvan ve bedenin, yıllardır savaşsan da Büyük Şeytanla ve onun yerli işbirlikçileriyle; kanıtlamaya yetmez gücün, hakiki bir adam olduğuna kendini. Sen sanalsın hatta. Belki gerçekte yoksun bile. Dünyanın en munis, en kibar, en cömert, en yiğit, en fakir insanı olsan da, buna yalnız Ortaçağın karanlığı(!) na imrenen insanlar inanacak; kara gözlü kardeşim…

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul