
Günümüzde Müslümanlar arasındaki en dramatik gerçeklerden biri de; İslam (nedir?), Müslüman (kimdir?) kavramları hususunda kafaların oldukça karışık olmasıdır. Kur›an (nedir?), mü›min (nedir?), tevhid (nedir?) hususunda ise ciddi bir bilgi eksikliği, hatta cehalet hali söz konusudur! Müslümanlar arasında bundan daha acı olanı var mıdır derseniz, o da her geçen gün kendi aralarında “hakikatin sesinin” kısılmasıdır deriz! .
Zira herkes zoraki tevillerle, zoraki yorumlarla süslediği kendi İslam algısını tek hakikat olarak sunmaktadır! Başta klasik cemaatler olmak üzere, modern eğitimden (İlahiyat, İmam Hatip) geçmiş gruplar ve kanaat önderleri de aynı durumdadır! Yegâne doğruya sahip olduğunu iddia eden her kesim, muhatabını “saf dışı bırakmak”, kendi fikrini dayatmak uğruna ilmî tartışma ortamını sabote ederek, farkında olarak ya da olmayarak “hakikatin sesini” kısmaktadır!
Müslümanların, Kur’an ve Sünnetin hakemliğinde hakikatin temsilcileri olmaları gerekirken, camiayı sarıp sarmalayan bu durum tabiî olarak yozlaşmanın itici unsurlarından biri haline gelmektedir. Bu yozlaşma gerçeği aslında yirmi yıllık muhafazakâr/dindar iktidarın tasarruf ve icraatlarının da bir sonucudur. Zikrettiğimiz “kafa karışıklığı”, -elbette geçmişi olmakla birlikte- bu iktidar döneminde yaşananlardan kaynaklanmaktadır. Her iki unsur birbirini karşılıklı beslemiştir; o kadar ki, iktidar da, cemaatler ve STK’lar da bu karşılıklı alışverişten memnun kalmış, hatta siyasîlerin elinde kukla durumuna düşmekten rahatsızlık duymamışlardır. Bu karmaşık ilişki sayesinde muhafazakâr iktidar, kendi döneminde hepten de başıboş davranmamış; bu yozlaşma, kirlenme sürecinde gerekli gördüğü dinî referansları, fetvaları destekçisi olan cemaatlerden ve din adamlarından almayı başarmıştır. Haliyle, dinî yaşam tarzına aykırı olan, kamu imkânlarını şahsî servet haline getirmeyi kolaylaştıran, makam ve nüfuz kullanımına imkân veren, dünkü taşra garibanlarını servete boğan birtakım “kolaylaştırmalar” –fetva adı altında olmasa da- iktidarın hizmetine sunulmuştur. Bu konuda Hayrettin Karaman Hoca, yaptığı “kolaylaştırmalar” ve verdiği “referanslarla” iktidarın şeyhülislamı gibi görünmekten geri durmamıştır. İktidardan nemalanan kitleye istismar kapısı aralayan bu tür makalelerine Yeni Şafak gazetesi arşivinden hala ulaşılabilir. Mesela, “Yolsuzluk başka hırsızlık başkadır” başlıklı makalesi gibi.1
Söz açılınca, “bu ülkenin yüzde doksanı Müslümandır” demek kolaylığına düşeriz. İslam’ın hükümleri, emir ve yasakları kesindir ve eğilip bükülmeye gelmez. Müslüman ise tanımı gereği, İslam’ın hükümlerine teslim olup yaşadığı topluma ahlakıyla örnek olan kişidir. Oysa bunca İslam’a aykırı icraatın, Müslümana yakışmayan davranışın “muhafazakâr iktidar” döneminde alenen sergilendiği bir toplumda, servet sahibi olma yollarının helal-haram noktasında sorgulanmadığı bir süreçte toplumdaki İslam ve Müslümanlık algısını, cemaatleri/STK’ları, din adamlarını ve elbette siyaseti ve dindar siyasetçileri yeniden konuşmak iktiza eder. Hz. Âdem’den günümüze kadar değişmeden gelen tevhid dininin temel meselelerini göz ardı ederek, Kur’an ve Sünnete tâbiyiz diyen insanlar maalesef “istikamet üzere” (Fatiha 1/6) olmaktan, “vasat ümmet” ve “insanlar üzerine şahitler” (Bakara 2/143) olmaktan uzağa düşmüşlerdir!
Bütün bu çelişkilere, yolsuzluklara, ahlaksızlıklara rağmen herkes kendisini Müslüman olarak nitelendirmektedir! Günümüzün tuhaf işlerinden biridir bu; İslam ile bir şekilde yolunu kesiştiren herkesin Müslüman ve her Müslümanın da “din uzmanı” olması! Elbette ki beyan esastır, ancak söz ve davranışları Kur’an’ın ölçülerine arz etmekle yükümlüyüz. Belli konularda “Ben dedim bitti” demekle mesele bitmiyor. Evet, sen dedin ama bakalım bu konularda Kur’an gerçekten ne diyor? Hz. Peygamber’in hayatını ölçü olarak alınca; senin yaşam ibren hangi yönü gösteriyor? Tam bu noktada tartışma, kahvehane muhabbetinden bir seviye üste çıkıyor. Bu sefer de kifayetsiz olmasına rağmen herkes âlim kesiliveriyor. Koca koca adamlar arasında teviller, tefsirler, dezenformasyonlar hatta işkembeden atmalar alıp başını gidiyor.
Elbette işin içine hamaset söylemleri giriyor; bu defa da siyasî ve dinî kanaat önderleri, sahabe kadar imanlı ve fedakâr, falanca İslam büyükleri kadar cesur ve gözüpek ilan ediliyor. Göz gözü görmez arbede arasında iş gavslığa, kutupluğa, mehdiliğe, halifeliğe kadar gidiyor. Etraf sahte şeyhlerden, sahte mehdilerden geçilmiyor. Hatta ilgili yüce şahsa(!) sevgi abartmalarında iş iyice zıvanadan çıkıyor! Şeyhler arasından kendini mehdi ilan edenlere alışığız da, bir politikacının mehdi ilan edilmesi bu döneme nasip oldu. Sami Özçelik’in ilgili iddiaları topladığı şu yazısı gerçekten ilginç; Cumhurbaşkanı Erdoğan İçin O “Mehdi”dir Diyenler Var!..2
Yazdıklarımızdan kimse(ler) alınmasın, kimse de kusura bakmasın. İslam dini herkesin kafasına, egosuna, hevasına göre “yol tutturacağı” bir inanç sistemi değildir! Hükümleri kesin, emir ve yasakları son derece keskin ve köşelidir! Bir o yana bir bu yana çekmek, sözü eğip bükmek, kafasına göre yorum/tevil yapmak, görüşlerini hurafe, hikâye ve İsrailiyata dayandırmak, bid’atlere sığınmak, şeyhten/gavstan medet ummak, bunların tek hareketi ile yanlış yollara düşmek (samimi ve doğru yolda olanları tenzih ederim) Yüce İslam’ın kaldıracağı türden şeyler değildir! İslam dini herkesin kafasına göre hüküm çıkaracağı, öyle sanıldığı gibi, Batı tarzı “özgürlükler” anlamında sınırsız hürriyet bahşeden bir din değildir! Müslümanlar öyle zor bir dönemden geçiyor ki; Kur’an ve Sünnetin hilafına inançlar ve fikirler zorlanıyor, ahkâm ve ibadetler zoralnıyor, ticaret ve kazançlar zorlanıyor, tesettür ve giyimler zorlanıyor, bu toz duman içinde ister istemez kalplerimiz zorlanıyor! Tam yirmi yıldır binilen muhafazakâr/dindar iktidarın kayığında, “Müslümanların iktidarıdır” diyerek hem siyasete-ticarete gönül verenler, hem cematler-STK’lar, hem de kanaat önderleri önü alınamaz bir değişime uğradılar. Önü alınamaz görünüyor; zira bu devrin imkânlarıyla makamlar atlandı, servetler katlandı, Devlet kapıları cemaatlere, STK’lara ve din adamlarına sonuna kadar aralandı. Ve herkes, her kesim (pek azı müstesna) bu iktidardan sonuna kadar nemalandı. Artık kimse geriye dönemez ve bu imkânlardan vazgeçemez! Bu saatten sonra Talut’un aymaz askerleri gibi “yasak nehirden su içen” (Bakara 2/249) hiç kimsede ve hiçbir cemaatte bırakın kötülüğe/yozlaşmaya karşı çıkmayı, muhasebe yapacak, hakkı yüceltecek takat kalmamıştır! Bu da muvahhidlerin üzerinde bir sorumluluktur! “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberi’ne, Peygamberi’ne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.” (Nisâ 4/136) âyeti celîlesi hükmünce, Müslümanlardan yolunu şaşıranları, seküler sisteme entegre olanları, iktidara eklenenleri, iktidardan nemalananları, yozlaşmanın boyutlarının farkında olmayanları, Kemalizm’e payanda olanları, şaibeli servetinin sınırını bilmeyenleri “yeniden imana” davet etmek üzerimize vecibedir.
Şükür ki âciz değiliz, çözümsüz, umutsuz ve bitmiş değiliz. Umutsuzluğumuz da, zaaflarımız da İslam’dan değil, kendimizden kaynaklanmaktadır. Kur’an ve Sünnet tüm gerçekliği ile önümüzdedir; düşüncelerimize istikamet ve gönüllerimize inşirah vermeye devam etmektedir. Bütün savruluşların, yozlaşmaların, pozitivist ve seküler kuşatmaların zıttına, vahiy ikliminden esen o ilahî rüzgâr bizi diriltmektedir! Gözlerimiz bütün dikkatimizi toplayarak yine ve yeniden İslam’ın üzerine odaklanmış durumdadır. Bizi diriltecek olan da odur, kurtaracak olan da. O yöne, bu yöne, kendi hevasına çekenlerin hilafına, İslam dini –haşa âciz olması bir yana- “Tevhid eksenli bir hayatın” formülünü açıkça vermektedir. En anlamı açık âyetlerle ve en anlaşılır kavramlarla bu yaşamın yol haritasını önümüze koymaktadır!
Batı güdümlü modern/seküler hayat ve üzerimize bir heyula gibi çöken Kemalizm’in gölgesi bizleri Mehmet Akif’in deyimi ile bir “seyl-i huruşan” gibi silip süpürürken, Müslümanlar olarak tutunacak bir dalımız, sığınacak emin bir limanımız olmalı değil mi?!
Rabbimiz dinini indirip sonra -haşa- bizi terk mi etti ki, coşkun selin önündeki bir çöp gibi savrulalım? “Rabbin seni terk etmedi.” (Duhâ 93/3) “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyâme 75/36)
Elbette hayır! Bizi hangi döneme gönderdiğini ve bu dönemin özelliklerini iyi bilen Rabbimiz, bizi kötülüğe ve yozlaşmaya karşı ne ile donatması gerektiğini bilendir. Kurtuluş reçetesini mutlaka önümüze koyacaktır. Kur’an bize bu hususta kaynak ve Sünnet bize bu konuda rehberdir!
O halde, giriş kabilinden tevhid eksenli bir hayatın inşası için yol haritası nasıl olmalıdır? Buna bakalım. Zikredeceğimiz Kur’anî kavramları detaylı inceleyecek değiliz, ancak bu kavramlar çirkefe, kötülüğe ve yozlaşmaya karşı mücadelede bizlere hidayet-istikamet yolunu bulmada rehberlik edecek şekilde “yoldaki işaretlerimiz” olacaktır.
a) İman bilgisi: Tevhidî dünya görüşünü benimsemiş muvahhidlerin, öncelikle iman konusunda bilgilerini tamamlamaları olmazsa olmazdır. Kur’an’ın çerçevesini çizdiği imanın bilgisine vakıf olarak yaşadığı dünyaya bakmalı, inancından kaynaklanan tavır ve davranışlarını da bu bilginin ışığında geliştirmelidir. Muvahhid, bu titiz bakışı Müslümanlara da yöneltmeli, tavır ve davranışlarının inançlarını ne kadar yansıttığına bakmalıdır. Müslümanın “duruşu” toplum nezdinde imanının aynası, tevazu ve vakar, izzet ve şeref ise hayat şiarı olmalıdır. Müslümanlar, günümüzde olduğu gibi imanı ayrı, ameli ayrı yahut bunları birbirinden uzak iki kavram gibi değerlendirmekten derhal vazgeçmelidirler! İlmihal kitaplarımızda yer alan “büyük günah işleyen küfre girmez” hükmünü, “Müslümanın günah işlem özgürlüğü vardır!” safsatasıyla istismar eden tuhaf, pişkin ve cüretkâr bir zihniyetle karşı karşıyayız! Üzücü bir örnek olması kabilinden kilisevarî bir “günah çıkarma” tarzını ihsas eden ve bir zaman gündemi meşgul eden şu habere bakınız: Külünk, “günah işleme özgürlüğü”nü anlattı.3 (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ak-partili-kulunk-gunah-isleme-ozgurlugu-nu-anlatti-25959636)
Tabiki bu tür aykırı fikirler birdenbire ortaya çıkmaz, öncesi vardır. Bunlar CIA’ye bağlı think-thank kuruluşlarında “ılımlı İslam” adı altında özel üretilir. Sonra da, bu enstitülerde yine özel yetiştirilen (varlığı kendinden menkul) Mustafa Akyol gibi devşirmeler eliyle servis edilir. Nitekim Newyork Times’da yayınlanan ve adı geçen kitabına da alınan “Müslümanın günah işleme özgürlüğü” deyimini Star Gazetesi aracılığıyla ülkemize ilk servis eden de kendisidir.4
İman ile amel arasında doğrudan ve karşılıklı bir ilişki vardır; bu ilişki Müslüman bireyde özgün bir “duruş” olarak ortaya çıkar/çıkmalıdır! İmanından kaynaklanan bir “duruşa” sahip Müslüman, ne günaha, ne yolsuzluğa, ne haksız kazanca tevessül eder! Ne namaza, ne başörtüsü emrine, ne faiz, ne zina yasağına bahane uydurmaya tenezzül eder! İman Müslümanın şahsiyetine yön verir ve adeta bir mıknatıs gibi onu “istikamet (doğru yol)” üzerinde tutar. Kısacası biz deriz ki; evet, büyük günah işleyenler, ciddi davranış bozuklukları gösterenler küfre girmez, ancak yaşam biçimlerinin İslamî olduğu da söylenemez! Şu bir hakikattir ki, amel imanın ayrılmaz bir cüzüdür! Bundan dolayı, günah işlemekten, İslam’ın emirlerine ve yasaklarına, şiarlarına aykırı davranmaktan sakınmayan insanların “duruşu” Müslümanca nitelendirilemez! İnanç ve amel planında İslam’a uzak, hatta düşman kesilen, Lgbti gibi çağdaş sapkınlıklara sempati besleyen/propagandasını yapan, sakalla, örtüyle, namazla, faiz ve zina hükmüyle dalga geçen, İslam Peygamberi’ni istihza konusu yapan kâfir/müşrik tipler ve gruplarla el ele, kol kola girip poz veren insanların Müslüman “duruşundan”, karşı cenahtan bir mikrofona, bir aferine tav olan insanların “izzet ve şerefli” Müslümanlar olduğundan söz edilebilir mi?
b) Amelî tekâmül: Bir muvahhidin içinde yaşadığı dünyayı eksileri ve artılarıyla tanıması üzerine bir farizadır. İçinde yaşadığı siyasî ve toplumsal yapıyı, sosyo-ekonomik sistemi çözümlemeli, kendi ülkesi dışındaki dünyayı da yeterince tanımalıdır. Yerel ve evrensel çapta dünyanın bilgisine asgarî düzeyde sahip olmalıdır ki; inancı açısından «lehinde ve aleyhinde olan şeyler” hakkında tercihler yapabilsin, gerektiğinde davranışlarına yön verebilsin. İnsanın amelleri yaşam şartlarından doğrudan etkilenir; helal-haram, eğri-doğru, iyi-kötü karşısındaki tutumu böylece şekillenir. Bir muvahhidin hayat karşısında aldığı insiyatifler, “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd 11/112) emr-i ilahîsince amelî tekâmülünü sağlayacaktır. Ve onu diğer Müslümanlara karşı da dikkatli kılacaktır. Müslümanın amelleri, gayr-i İslamî toplumun gayet de yıkıcı seküler/pozitivist/Batıcı etkileri de göz önüne alınarak bizzat imanından kaynaklanmalıdır. Kur’an’ın ve Sünnet’in aydınlığında şekillenmeli ve gayr-i İslamî kesimlerden böylece ayrılmalıdır! Nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya, kendisine lüks ve konfor va‘deden hayat tarzlarını benimsemeye teşebbüs etmek yerine, böyle bir durumda “dünyada ve ahirette lehime ve aleyhime olan şey nedir?” sorusunu sorarak hidayet yolunu seçmelidir! Hayır yolunu seçen muvahhide yol gösterecek bazı kavramları burada kısaca zikredelim.
Takva: Bir Müslüman Allah’tan gerektiği gibi çekinmeli ve kendisi için bir kurtuluş yolu olarak “takva”yı seçmelidir. Takva sahibi olmak imanın gereğidir ve sevap-günah, helâl-haram konusunda derin bir hassasiyeti gerektirir. Kur’an’da ve hadislerde takva bazen sözlük anlamında (sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak), bazen de “Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak azabından korunma” anlamında kullanılır. Genellikle peygamberler ümmetlerine, “Allah’tan sakının ve bana itaat edin” diye hitap etmiştir: (Şuarâ, 108, 179). Peygamber’e itaat eden Allah’a da itaat etmiş olacağından (Nisâ, 80) takva, Allah’a ve Resûlü’ne itaat etme anlamını içerir. Kur’an’da takvâ sahibi mü’minlerden bahsedilirken Allah’ın onları cehennem azabından koruduğu anlatılır (Duhân, 56; Tûr, 18; İnsân, 11). Kelimenin kökü korku anlamını içermekle birlikte, bu korkunç bir şeyden çekinmeyi değil seven birinin sevdiğinin gönlünü incitmekten çekinmesini, yaratanına karşı saygı ve sorumluluk duyma hassasiyetini ifade eder. Bu anlamda takva süreklilik arz eden bir yaşam şeklidir; mü’minleri kötülükten ve günahtan vazgeçirir, iyiliğe ve hayra sevk eder. Takva, kötülük ve zarar gelebilecek her şeye karşı ilahî korumayı talep etmektir. Bu da ancak günahlardan kaçınacak titizliği göstermek ve iyiliğe yönelmekle gerçekleşir. Anlaşılacağı üzere takva, Müslümanın yaşamında vazgeçilmez bir yer tutar ve istikamet üzere yaşamak için gerekli olan bilinç, samimiyet ve dikkati ifade eder. “Allah takva sahibi olanlarla beraberdir.” (Bakara, 194; Tevbe, 36, 123). “Onları korur ve yardım eder; Allah takva ehlini sever.” (Âl-i İmrân, 76; Tevbe 4, 7) “Allah takvâ ehlinin dostudur.” (Câsiye, 19).5
Kur’an takva sahiplerini muttakî olarak isimlendirir. Görülüyor ki gerçek bir Müslüman kendisi için malayani bir hayatı değil, kendisini dünyada ve ahirette kurtuluşa erdirecek takva yolunu seçendir.
Salihat ve Hasenat: Bir muvahhid salihat ve hasenat ile yola devam etmeli; gerek dışa yönelik iyilik ve taatte gerek içe yönelik iyilik ve taatte bulunmalı, İslamî terbiyesini bu şekilde tamamlamalıdır. Salih kavramı iyi, hayırlı iş ve davranış, dinî ve ahlakî bakımdan iyi davranışlara sahip kişi anlamında kullanılır. Birçok âyette sâlih/sâlihât kelimesinin amelle birlikte ve çoğunlukla iman kavramının hemen arkasından zikredilmesi, esas itibariyle fiillerin ahlâkî mükemmelliğini ifade etmekle birlikte imanla da yakından ilgili olduğunu göstermektedir. Salih amel, imanın yalnız gönülde ve dilde kalmadığının göstergesidir ve Allah’ın rızasına, ahkâmına uygun, kişinin kendisi ve diğer insanlar için hayır ve fayda sağlayan işler yapması babında her türlü iyiliği kapsar. İnsan ancak salih amelleriyle cenneti kazanabilir: “İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için; içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele...” (Bakara 2/25) “Allah, iman edip salih ameller işleyenler hakkında, ‘Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır’ diye vaadde bulunmuştur.” (Mâide 5/9)
Hasenat ise, iyi hal ve hareketlerle hoşa giden, ulaşılmak istenen nimet ve imkânları ifade eden bir kavramdır. Râgıb el-İsfahânî insanın ruhu, bedeni ve halleriyle ilgili olarak elde ettiği, kendini mutlu kılan nimet türünden her şeye hasene dendiğini, karşıtının seyyie olduğunu, bu kavramların her türlü iyilik ve güzelliği, kötülük ve çirkinliği ifade eden müşterek lafızlar durumunda bulunduğunu belirtmiştir.6 Müslümanın şiarlarından biri olan hasenat, bir fiil veya gayenin hoşa giden, tatmin eden, gözü ve gönlü okşayan, hayranlık uyandıran yönünü ifade eder; böylece ahlak alanında kullanıldığında ahlakın estetikle ilgisini de çağrıştırır.7
“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez; o zerre, bir iyilik ise (hasene) onu katlar, kendi katından da büyük mükâfat verir.” (Nisa 4/40) “Sabret! Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” (Hûd 11/115)
Şüphe yok ki Müslümanın dünyasını, haliyle toplumu abad eden amellerin en güzel ifadesi salihat ve hasenattır, ahirette de bunların mükâfatı o denli yüksek olacaktır.
Zikir: Müslümanın hayatının her anının bir parçası olması gereken zikir, sürekli Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluşu ifade eder. Zikir Allah’ı dille hamd, tesbih ve tekbir şekliyle övmek; nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve âyetlerin ışığında tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek şeklindeki mânaları ihtiva eder. Kur’an’da, Allah’ı içten yalvararak ve korkarak alçak sesle sabah akşam çokça zikir ve tesbih etmek emredilmiş (A‘râf, 205; Ahzâb, 41-42), O’nun zikrinin her şeyden üstün olduğu vurgulanmıştır (Ankebût, 45). Zikrin kalp huzuruna, kurtuluşa ve bağışlanmaya vesile olacağı (Enfâl, 45; Ra‘d, 28; Ahzâb, 35; Cum‘a, 10), mal ve evlâdın mü’minleri Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiği (Münâfikūn 9), gerçek mü’minlerin ticaret ve alışveriş gibi dünya işleri sırasında bile Allah’ı anmaktan geri durmayacakları (Nûr 37) belirtilmiştir.8
Muazzam bir süreklilik arz etmesi gereken zikir; gece gündüz, ayakta, oturarak, yatarak, abdestli abdestsiz birçok yoldan yapılabilecek bir ibadet türüdür. Bu şekilde Yaradan ile adeta kozmik bir bağlantı kurulurken, insanı çepeçevre saran, mütemadiyen terbiye eden bir ruh ikliminin varlığı hissedilir. İşte insanı kötülükten alıkoyan, zulme ve istikametten sapmış bir topluma karşı dirençli kılan, takva, seyyiat ve hasenat ile kulluğunu kâmilen yerine getirmesini sağlayan bu ruh iklimidir. “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla sükûn bulur.” (Ra‘d 13/28)
Tevbe: Elbette Müslüman zaafları olan, günah işleyebilen, zaman zaman istikametten ayrılabilen bir varlıktır. İnsanın bu nakıs yönü Kur’an’da defalarca vurgulanır ve Müslümanlar sürekli uyarılır. Günah işlemek bir Müslümanın hayatının ayırıcı vasfı, alamet-i farikası olmadığı sürece onun için umut vardır. Zira tevbe etmek, günahları için bir daha yapmamak şartıyla af dilemek gibi bir imkân verilmiştir Müslümanlara. Günahlara batmış, kirlenmiş bir ferdin ve toplumun tek kurtuluş yolu tevbe’dir. Allah Teâlâ, şirk haricindeki bütün günahları bağışlayacağını va‘detmiştir. Bu insanın ve toplumun temizlenmesi için büyük bir imkândır. Sonuçta Allah’ın kimsenin ibadetine de tevbesine de ihtiyacı yoktur. Tevbeden amaç, ferdi ve toplumu ifsat eden, saptıran, birbirine ezdiren/kırdıran ve zalime yol açan her türlü davranış bozukluklarını ortadan kaldırmaktır. Her kim ne yaparsa kendine yapar, zira Allah “Samed’dir”, yani hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Günümüz Müslümanları arasında en işlevsiz İslamî kavramlardan birisi de maalesef tevbe kavramıdır. Günahkârların iltifat gördüğü, el üstünde tutulduğu bu dönemde tevbeyi hatırlatmanın bir anlamı kalmamıştır. Ancak muvahhid gönüllerin vazgeçilmez ilacıdır tevbe! Fertleri ve toplumları fıtrî ayarlarına döndürmenin, pisliklerinden temizlemenin, pişmanlık duyulmasını sağlamanın ve geleceğe umut besleyebilmenin tek yoludur tevbe. “Onlar ki bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkesini yutanlar, insanları affedenlerdir. Allah güzel davrananları sever. Onlar ki çirkin bir iş yaptıkları zaman veya nefislerine zulmedince Allah’ı zikrederler ve hemen günahları için istiğfar ederler. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir? Onlar işlediği yanlışta bilerek ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı Rablerinden bağışlanma ve cennetlerdir ki onun altından nehirler akar. Orada kalıcıdırlar, ne güzeldir amel edenlerin ücreti.” (Âl-i İmrân 3/133)
c) Emr-i bilmaruf ve Nehy-i anilmünker: Muvahhidin yol güzergâhında bulunan önemli işaretlerden birisi de iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır. Bu Allah’ın bizlere emridir. Tebliğ, irşad, vaaz ve döneme uygun yöntem ve araçlarla, ancak her zaman “Hikmetle ve güzel öğütlerle Rabinin yoluna davet et; onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl 16/129) uyarısını rehber edinerek bu sorumluluk yerine getirilmelidir. “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân 3/104)
Allah Resûlü buyuruyor ki: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle buğzetsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”9
İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak Müslümanlar üzerine bir farizadır ve dinin temelidir. Bunun farziyeti Kur’an ve Sünnet ile sabittir. Müslümanın şahsiyeti ve cemaatin nizamı bu sayede kemale ulaşır. Bu sorumluluğu yerine getirecek bir grubun teşekkülü de Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. Dünyanın neresinde nolursa olsun, İslam toplulukları bu görevi yerine getirecek bir grubu yetiştirmek mecburiyetindedir. Aksi takdirde, ümmet olarak bu işin mesuliyetinden kurtulamayız. Hakikat böyle iken, Müslümanlar arasında her türlü herzeyi yiyen, her çeşit dalavereyi çeviren, İslamî hükümleri eğip büken insanların baş tacı edilmesini açıklamak imkânı yoktur. Günahla, yalanla, dolanla hemhal insanımıza Müslümanca bir tavır koymak, onu uzağımızda tutmak (berî olmak) gerekirken, onu mükâfatlandırırcasına yakınımıza girmesine müsade ediyoruz. Oysa, en yakınımız olsa bile, İslam’a uymayan hayat tarzlarından dolayı onlardan berî olduğumuzu belirtmeli ve onları tevbeye ve hayır yoluna davet etmeliyiz. Emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkeri, kınayıcıların kınamasından korkmadan, tehditlere aldırmadan günlük yaşantımızın bir vasfı, hatta olmazsa olmazı haline getirmeliyiz. Aksi takdirde encamımız yok olmaktır. Yanlışını düzeltemediğimiz bir aile, çevre ve toplumda bir arpa boyu yol alamayacağımız aşikârdır.
d) Cemaat olmak: İslamî bir kökene sahip olan cemaat kavramı son yıllarda içi boşaltılmış ve Gülen gibi bazı bedbahtlar tarafından suistimal edilmiş olsa da taşıdığı özel anlam itibarıyla benzeri bir kelimeyle karşılık bulunması çok zordur. Zaten gerçek İslam cemaatinin varlığı yeni bir kavram arayışını gereksiz kılacaktır. Ne topluluk, ne örgüt, ne vakıf vs. gibi kavramlar cemaat kelimesini karşılamaktan uzaktır! Bu kelimenin kapsadığı “toplanmaktan” öte anlam, iman-amel-hikmet ekseninde canlı bir organizasyonu ifade eder. Sembolik anlamını ise camide/mescitte bulur! Tabii kastettiğimiz, namaz kılmak dışında bir işlevi olmayan günümüz camileri değil, rutin ibadetler dışında her türlü görüşme, hatır sorma ve toplantının organize edildiği Allah Resûlü’nün Mescidi’dir.
İslam, fertleri muhatap alan bir din olmakla birlikte ideal yaşam örgüsü ancak topluluk halinde yaşamakla mümkün olur. Fertler ancak bu şekilde emniyete kavuşur, ihtiyaçlarını karşılayabilir, kendilerini ifade edebilir, sıkıntılarını dile getirebilir, çözüm arayabilir ve kemale ulaşabilir. İslam›da fert ve toplum birbirini karşılıklı besler; fertlerin iyiliğe yahut kötülüğe talip olması toplumun gidişatını düzenler. Devlet denilen mekanizma da böyledir! Allah Resûlü’nün hayatında gerçekleştirdiği gibi Müslümanca yürüyüşün; fertten aileye, aileden çevreye, çevreden cemaate, cemaatten devlete doğru olması fıtrî bir yöntemdir. Bizler de sorunlarımızın üzerinden ancak bu şekilde gelebilir, en sıkıntılı süreçlerimizi ancak bu yöntemle giderebiliriz.
e) Fitne yok oluncaya kadar: Müslümanın nihaî hedefi yahut görevi; yeryüzünden fitne silininceye kadar mücadele etmek ve gerekirse savaşmaktır. Müslümanın yaşam amacı, kendi ideal toplumunu kurmayı başardığı zaman köşesine çekilmek yahut yaşayaduruken bulduğu sisteme bir şekilde, bir yanından eklemlenmek değildir. Çaresizlik içerisinde, zalim düzenlerin güya iyi ve insanî taraflarını bularak oradan kendine bir yaşam alanı açmak değildir. Her türden “tağutî düzenle” mücadele etmekle mükellef Müslümanların, “la İlahe” emr-i ilahîsini unutarak yahut gözardı ederek kurdukları konforlu yaşamları temize çıkarmaları da imkân dâhilinde değildir!
Kendi coğrafyasında İslam nizamını tesis ettikten sonra, Allah Teâlâ’nın kendisine nihaî hedef olarak, yakın coğrafyalardaki kötülüğü üreten ve yayan fitne odaklarını göstermesi ferdî olarak Müslümanların ve İslam toplumunun kemale erdiğinin bir göstergesidir. Âyetlerde görüldüğü üzere Müslümanlara, fitnenin giderilip iyilik ve adaletin bütün dünyada ikamesi emredilmektedir. Müslüman, dünyanın neresinde olursa olsun kötülüğü görmezden gelemez, zulme ve savaşlara sırtını dönemez! Aman aldırma; geç git diyemez, hatta sadece kendi derdine yahut keyfine kapılamaz! Mehmet Akif’i tekrar anarak;
Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
“Adam aldırma da geç git” diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu?
Allah Teâlâ gayet açık şekilde şöyle buyurur: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın; fakat vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına saldırmak yoktur.” (Bakara 2/193) “Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür.” (Enfâl 8/39)
f) Zalim-Mazlum ayrımı: İslam›da haksızlık karşısında temel esas zalim-mazlum ayrımıdır. Zalim-mazlum ayrımı ve fitnenin yeryüzünden silinmesi hedefi; Müslümanların yüzünü dışarıya, gayr-i müslim dünyasına çevirir!
İslam’ın amacı adaletsiz, eşitliksiz ve zalim bir dünyada adaleti ikame etmektir. Nereden ve kimden gelirse gelsin, nerede ve kime karşı yapılırsa yapılsın; inanç ve ideoloji farkı gözetmeksizin her türlü kötülüğe ve zulme karşıdır! Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde etraflarında ve başka coğrafyalarda yaşanan zulümlere asla sessiz ve kayıtsız kalmamışlardır, kalamazlar! Burada esas; inanç ayrımı değil, zalim-mazlum ayrımıdır. Zalim elinde ve haksızlıklar kıskacında inleyen, malı, kanı, canı, namusu paymal edilen halkların yanında olmak, onların gözyaşını dindirecek barışı ve adaleti tesis etmek Müslümanların arkasını dönemeyecekleri bir sorumluluktur. Bakara 193 ve Enfâl 39 âyetleri bu sorumluluğu Müslümanların omuzlarıma yüklemiştir. Hz. Peygamber’in gayr-i müslimlere hakemlikleri bu nevidendir. İslam tarihinde de II. Bayezid’in sadece İspanya’dan kaçan Müslümanlara değil, Yahudilere de ülkesinin kapılarını açması, onlara yurt gösterip iskân etmesi gibi bunun pek çok örneği görülür! Zalim-mazlum ayrımı hem gayr-i müslimler için de adaletin ikamesi açısından güzel bir örnek, hem de kalplerinin İslam’a ısındırılması açısından önemli bir “duruştur.” Şu âyet-i kerîmenin mesajı oldukça açık ve çarpıcıdır: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir koruyucu sahip gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmış ezilenler adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ 4/75)
g) Mü’min-Müslim ayrımı (Mü’min olmak/Mü’min olmanın bilincinde olmak): Mü’min olmak “müslim” olmaktan farklı bir durumu ifade eder. Bu sandığımızdan çok daha önemli bir konu ve önemli bir ayrımdır. Elbette bir muvahhidin amacı ve niyeti gerçek bir mü’min olmaktır. Bunu bihakkın anlarsak, günümüzde Müslümanların niçin bu halde olduğunu da anlamış oluruz. İslam’ın bütün emir ve yasaklarını kabul ederek iman eden, Müslümanların otoritesine teslim olan, ancak İslam’ın şiarlarını yerine getirmekte gevşek davranan kişiye Müslüman denir. “Çünkü iman onun kalbine yerleşmemiştir.” (Hucurât 49/14) Allah’ın indirdiklerine, zerre şüphe duymaksızın gönülden iman ederek, savunarak, uğrunda ölümü göze alacak şekilde hâkim kılma mücadelesi veren kişiye de mü’min denir. “Mü’minler ancak, Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İçleri dışları bir olanlar işte bunlardır.” (Hucurât 49/15)
Mü’min olmak için ibadetleri, sevapları, günahları öğrenip içine sindirmek ve şüphe etmeden benimsemek gerekir. Mü’minler kalbindeki iman ışığı sebebiyle; şirk, hurafe, cehalet, zulüm gibi karanlık şeylerden rahatsız olur. İnsanlığa faydalı olmak için malını hayra harcar, canını dişine takar, iyiliği emreder kötülükten men eder, dine hizmet eder, ibadete devam eder, günahlardan sakınır. Ne iş güç ne de başka bahaneler mü’minleri cihad etmekten alıkoyamaz. Bu kararlılıkla devam edince muttakî/takvalı olur. Müslümanlar ise daha çok kendi hayatını düşünür. Önce kendimi kurtarayım, işime gücüme bakayım, düzenimi kurayım sonra dine bakarım, çocuklar büyüsün dindar olurum, yaşlanınca ibadete başlarım gibi ertelemeler ile ömrünü geçirir. Kalbine iman yerleşmediği için harekete geçemez, dine hizmet etmez, hurafelerden rahatsız olmaz, pasif iyi olmaktan gocunmaz, bir sohbette delil sunamaz. Bu aşamada kalmak ise Musa Peygamber’e “Sen ve Rabbin gidip birlikte savaşın, biz burada oturup kalacağız.” (Mâide 5/24) diyenler gibi olmaktır.10
Ne yazık ki, günümüzde Müslümanların durumu hem mü’min, hem müslim olmaktan başka bir durum arz etmektedir. Müslümanların zihin dünyası her türlü aşırılığa (ifrata ve tefrite) fetva verecek durumdadır. Toplumun haline bakınca bu durum rahatça müşahede edilebilir. Son yirmi yılda, Müslümanlarda meydana gelen değişim gerçekten şaşırtıcı düzeydedir! Faize «kâr payı» yahut «ticaret» demekten, Kur›an’da “başörtüsü emri yoktur” safsatasına kadar, irtikap, ihtilas, nüfuz kullanımı gibi yollarla haksız kazanç edinmekten yakası açılmamış yolsuzluklara kadar İslam’a aykırı birçok karar ve davranışa fetva bulmakta hünerler sergilendi! Yine de bu kısımdakiler her halükârda Müslüman olduklarını, Müslüman kaldıklarını ısrarla söylemektedir! Amacımız İslam›ın şiddetle reddettiği «tekfir» yoluna başvurmak, birilerini -haşa- «tekfir» etmek değildir! Ancak ülkemizde Müslümanların içinde bulunduğu durumu tespit etmek, yaşanan içler acısı hali gözler önüne sermektir! Her aykırı karar, kabul ve davranışın, maalesef yine Müslümanlar tarafından rahatlıkla “Müslümanlığa” mal edildiği, İslam budur denildiği bir zamanda bunları söylemek üzerimizde bir vecibedir.
Müslüman ailelerin çocukları, bırakın -güya İslam’a uyma titizliği gösteren- bu tür karar ve davranışları, büyük günahları işlemekten deizme hatta ateizme kaymaya kadar son derece uç ve marijinal görüşlere savruldular! Dünyada Müslümanların durumu vahim, hatta içler acısıdır. Maalesef günümüzde Müslüman dünyanın çoğunluğu bu durumdadır. Hatta bazı durumlarda inanç, tavır ve davranışları Ehl-i Kitab’ın durumunu çağrıştırmaktadır. Burada sözü, yaşanmış bir olaydan hareketle Muhammed eş-Şârâvî’ye bırakalım ve meseleyi vuzuha kavuşturan şu çarpıcı hikâyesini dinleyelim:
“Mısırlı âlim Muhammed Mütevelli eş-Şârâvî şöyle anlatır: “Ben San Francisco’dayken bir müsteşrik bana sordu:
- Sizin Kur’an’ınızda bulunan şeylerin tamamı doğru mu?
Dedim ki: - Kesinlikle evet.
Tekrar sordu: - O halde Allah niçin kâfirlerin müminlere galip gelmesine imkân veriyor? Halbuki Kur’an Nisâ 141. âyette diyor ki: “Allah kâfirlerin mü’minlere galip gelmesine asla imkân vermez.”
Dedim ki: - Çünkü bizler Müslümanız, mü’min değiliz de ondan.
O sordu: - O halde mü’min ile Müslüman arasındaki fark nedir?
Dedim ki: -Günümüzde Müslümanlar namaz, zekât, hac ve Ramazan orucu gibi İslam’ın ibadet cinsinden bütün ritüellerini yerine getiriyorlar fakat onlar tam bir sıkıntı ve yokluk içindedirler! İlmî, iktisadî, sosyal ve askeri sıkıntılar vs.
Bu yokluk ve sıkıntıların sebebi nedir? Bir âyette şöyle buyrulur:
“Göçebe Araplar “biz iman ettik” diyorlar. Onlara de ki: Siz iman etmediniz. Fakat Müslüman olduk, deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurât 49/14).
Bana sordu: -O halde onlar niçin sıkıntı ve yokluk içindedirler?
Dedim ki: -Bunu Kur’an-ı Kerim açıklıyor. Çünkü Müslümanlar mü’minler merhalesine yükselemediler. Şunları iyi düşün:
● Onlar gerçek mü’min olsalardı Allah onlara mutlaka yardım ederdi.
Bunun delili şudur:
“Biz mü’minler yardım etmeyi üzerimize borç kıldık.” (Rûm 30/47).
Eğer mü’min olsalardı diğer ümmetler ve halklar arasında daha önemli ve saygın bir konumda olurlardı.
Bunun delili şudur:
“Gevşemeyin/yılgınlık göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Eğer (gerçekten) inanıyorsanız üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân 3/139)
Eğer mü’min olsalardı Allah Teâlâ diğer milletlerin onların üzerinde herhangi bir hâkimiyet kurmalarına izin vermezdi.
Bunun delili şudur:
“Allah, kâfirlerin müminlere galip gelmesine asla imkân vermez.” (Nisâ 4/141)
Eğer mü’min olsalardı Allah Teâlâ onları bu hor ve hakir durumda bırakmazdı.
Bunun delili şudur:
“Allah mü’minleri içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir.” (Âl-i İmrân 189)
Eğer mü’min olsalardı Allah Teâlâ her durumda onlarla beraber olurdu.
Bunun delili şudur:
“Muhakkak ki Allah mü’minlerle beraberdir.” (Enfâl 8/19)
Fakat onlar Müslümanlık aşamasında kaldılar, mü’minlik aşamasına yükselemediler. Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“Onların çoğu mü’min değildirler.” (Şu‘arâ 26/8)
O halde mü’minler kimlerdir?
Buna da Kur’an-ı Kerim şöyle cevap veriyor:
“O mü’minler: Günahlarından uzaklaşan tövbekârlar, ibadetlerine devam eden âbidler, Allah’a hamd edenler, lezzetlerden uzaklaşarak oruç tutan zahidler, rükû ve secdeleriyle Rablerine boyun eğenler, iyiliği emredip, kötülüğü engelleyenler ve Allah’ın belirlediği sınırları aşmayanlardır.” (Tevbe 9/112)
Yani Allah Teâlâ zaferi, galibiyeti, hâkimiyeti ve yüksek bir durumda bulunmayı mü’minlere va‘detmiştir, Müslümanlara değil!”11
Tuğyan eden bir dünyanın, bu tuğyandan payını alan ülkemizin ve bu imtihanı oldukça ağır geçiren Müslümanların hikâyesini anlattık. Bu durumda, tevhidî dünya görüşünü benimsemiş muvahhidler için tevhid eksenli bir mücadelenin yol haritasını belirlemeye çalıştık. Böylesine aciliyeti olan bir konuda mutlaka söylenecek çok söz vardır. Sözün güzelini, dergimizin kapak konusu olan diğer sayfalarına bırakarak dua ile bitirelim.
“Ey Rabbimiz! Gücümüzün yetmediği şeyleri bize yükleme. Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim Mevlamızsın; kâfirler güruhuna karşı bize yardım et.” (Bakara 2/286)
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi cehennem azabından koru.” (Bakara 2/201)
“Peygamber (s.a.s) şöyle dua etti: “Allah’ım! Beni, iyilik yaptıkları zaman sevinç duyan, kötülük yaptıkları zaman da bağışlanma dileyen kullarından eyle.”12
https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/yolsuzluk-baka-hirsizlik-bakadir-2006694.
http://www.08haber.com/makaleGoster.php?yazid=46&id=4005.
https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ak-partili-kulunk-gunah-isleme-ozgurlugu-nu-anlatti-25959636.
Özgürlüğün İslamî Yolu, Mustafa Akyol, Doğan Kitap.
TDV İslam Ansiklopedisi, Takva Maddesi.
el-Müfredât, “ hsn” Maddesi.
TDV İslam Ansiklopedisi, Hasene Maddesi.
TDV İslam Ansiklopedisi, Zikir Maddesi.
Müslim, Îmân, 78.
Referans: https://bumudin.blogspot.com/2019/07/musluman-ve-mumin.html.
Al-Ahram’dan tercüme edilmiştir.https://alahramaldawly.com/2020/07/20/109833/.
İbn Mâce, Edeb, 57.