09 Şubat 2025 - Pazar

Şu anda buradasınız: / ÇOBANLAR VE SÜRÜLERİ
ÇOBANLAR VE SÜRÜLERİ

ÇOBANLAR VE SÜRÜLERİ İBRAHİM DÖNERTAŞ

Yeryüzünde varlık sebebi Allah’a iman etmek olan insanoğlundan birçoğu Allah’ın varlığına inanmakla birlikte, Allah’tan başka makamları da yücelterek O’na şirk koşmaktan uzak duramamışlardır.

Bu durumu şu ayetle Allah (c.c.) bizlere bildirmiştir:

 “Onların çoğu, şirk katmadan Allah’a iman etmezler” (Yusuf,12/106).

Allah (c.c.) gerçek manada iman etmiş ve imanlarına şirk karıştırmamış Müslümanlara, aile reislerine, anne ve babalara şu uyarıyı yapmaktadır:

 “Ey iman edenler; kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakacağı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun”(Tahrim,66/6).

Her bir Müslümanın görevi ilk önce kendi şahsında, daha sonra sorumlu oldukları aile bireyleri ve yakın akrabaları, komşuları, yakın çevresi ve dünyanın tamamında “şirk” denilen olguyu yok etmek için mücadele etmesidir. Fakat sıralamada genel ölçü önce kendisinden başlayarak aile bireyleri ile devam ederek bu “pisliği” yaşam alanlarımızdan mümkün olduğu kadar kaldırmak için gayret sarf etmesidir. Bir ebeveynin asıl görevi çocuklarının bedenlerini her türlü kötülükten muhafaza etmek olduğu gibi, ruhlarını da temiz tutmak, kirletmemek, en güzel biçimde şekillendirmek üzere çaba sarf etmesidir. Nasıl ki çocuklarımızın vücut temizliğine riayet ediyor, onların fiziki yapılarına zarar gelmesin diye azami dikkat ediyor ve onları sıcak sobalardan, kaynar sulardan muhafaza ediyorsak, ebedi hayatlarında mutsuz edecek, onlara acılar çektirecek durumlardan daha fazla korumalı değil miyiz? Onlar bizlere Allah (c.c.)’den bir lütuf olarak tertemiz bedenlerle ve kirlenmemiş kalbler ile teslim edilmiştir. İlk doğdukları anda onlarda pislik ve pisliğin gelişmiş boyutlarını göremezsiniz. Hatta görülen tek fiziksel pislik, dışkıları bile sonradan olduğu gibi pis kokmaz. Onları günlerce yıkamasan bile mis gibi kokarlar. Terleri kötü kokmaz, ta ki baliğ olup günahları başlayıncaya kadar bu durum böyle devam eder. İnsanı kokutan, günahlarıyla beraber kendisi ve çevresidir. Yaşadığı ortamdaki olaylar ve sapık fikirler onun bedeniyle beraber ruhunu da kirletir. Bu yüzden kâfirler için “necistir” ifadesi kullanılmıştır. Onlar hem ruhen, hem bedenen necistirler. Kendileri pis oldukları için çevrelerini de aynı şekilde madden ve manen kirletirler. Girdikleri yeri kokuturlar. Yaşam alanlarında, çevrelerinde ne varsa bu karakter onlara da nüfuz eder.

Çevre şartları insanları etkileyen bir durumdur. Çevre faktörünün insanların inancına yön verdiğini, tesir ettiğini peygamber efendimizden rivayet edilen şu hadisi şerif ile görebiliriz:

“Hiçbir çocuk yoktur ki İslâm fıtratı üzerine doğmuş olmasın. Ancak sonradan anne ve babası onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar. Nasıl ki hayvanlarda ilk doğuşta derli toplu ve tam doğarlar. Siz onları damgalayıp işaretleyinceye kadar, onlarda hiçbir kertik görüyor musunuz?”1

Allah (c.c.) tarafından insanlara nimet olarak verilen hayvanlar bile, kusurdan uzak ve temiz olarak insanların faydasına sunulur. Onun fıtratındaki temizliği hormonlu yemlerle ve aşılarla insan bozarak onu zararlı hâle getirir. Kulağını, kuyruğunu keser, onları kısır yapar, temiz tüylerinin üzerine sıcak damga vurarak dağlar, boyayarak onu çirkinleştirir. İşte insan da aynı şekilde doğuştan tertemizdir. Hatta artı bir faktör olarak “İslâm” üzerine doğar. Günahsızdır. Tahrif edilmiş Hristiyan inancında olduğu gibi Hz. Âdem ve Hz.Havva’nın işlemiş olduğu hata sebebi ile günah üzere doğmazlar. Hıristiyan inancına göre doğan her çocuk kirli doğar, günah üzere doğar. Vaftiz edilir, kutsal su ile yıkanır ve temizlenir!? Ancak ondan sonra Hristiyan olur. İslâm ise doğruyu ve güzeli getirerek her doğan çocuğu “İslâm” üzere kabul eder. Bu yüzden daha doğuştan şeytana karşı bir adım önde yer alarak ve artı sıfatlarla dünyaya adım atarız.

Bu şekilde bizlere temiz bir şekilde emanet olarak teslim edilen evlatlarımız hakkında Peygamber efendimiz (s.a.s.) onların “çobanı” olduğumuzu ve onlardan sorumlu olduğumuzu ifade etmiştir.

Bir hadisi şerifte:

Abdullah İbn Ömer (r.a)’dan Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“Her birileriniz çoban ve her birileriniz sorumludur. İmam (İslami devlet başkanı) bir çobandır, oda (yönettiklerinden) sorumludur. Erkek, kendi aile fertleri üzerinde bir çobandır, oda, bunlardan sorumludur. Kadın da, kocasının evi üzerinde bir çobandır. Oda eli altındakilerden sorumludur. Köle de efendisinin malı üzerinde bir çobandır. O da, sorumludur. Dikkat edin! Her birileriniz çoban ve herbirileriniz sorumludur.”2

Hadise dikkat edersek, babanın, eşinden ve aynı zamanda çocuklarından “çoban”ın güttüğü koyunlardan sorumluluğu olduğu gibi sorumlu olduğu kısmına dikkat kesilelim. Çoban ne yapar? Sürüsünü en güzel otlaklarda otlatmaya ve aynı zamanda onları kendi içlerinde birbirlerine karşı ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korumakla yükümlüdür. Bunun için ücret alır. Bu gayretinin sonuçları olarak da o sürüden en yüksek verim alınır. Gerek et fazlalığı ve lezzeti, gerekse süt ve yün kalitesi hemen kendini belli eder. Aksi durumda randıman düşer, istenen sonuç elde edilemez ve hatta “hüsran” gündeme gelebilir. Gürültü kirliliği içinde otlayan hayvanlar bile strese girerek hasta olurlar, onlardan beklenen fayda oluşmadığı gibi birde sahiplerini uğraştırırlar. Elinde değneği ya da silahı olmayan çoban her an sürüsünü kurtlara, yabani hayvanlara kaptırma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Sürüsünü uçurum kenarlarında otlatan çobanın sürüsü de her an tehlike altındadır. Bir de bütün bu tehlikelerin üzerine sürü içerisinde bulunan özellikle “koyunlar” grubu kendilerine daha çok dikkat edilmesi gereken bölümdür. Bunlar sürü psikolojisine daha yatkın olduklarından özel bir ihtimam gösterilmesi gereken kısımdır. Aksi halde “toklu” denilen lider “koyun” uçurumdan bile atlasa diğerleri de aynen peşinden atlar, yeter ki bir panik hâli yaşamasınlar. Akılları ile değil duyguları ile hareket ederler ve helak olurlar. Bu yüzden çobanın akıllı olması ve kendisine emanet edilen sürüyü böyle bir tehlikeye maruz bırakmamak için her an tetikte ve şüpheci bir tavır ile tehlikelere karşı muhafaza etmesi gerekir. Koyunlarını yanlış yerde otlatmaması gerekir.

Yoksa bu durumu ifade eden bir başka Hadis-i Şerif’te Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den şöyle bir haber vardır:

 Ebu Abdullah Numan bin Beşir (r.a.) demiştir ki, Rasulullah (s.a.s.)’i şöyle söylerken işittim:

“Helâl olan açıkça beyan edilmiştir. Haram olan da açıkça beyan edilmiştir. İkisi arasında ise helâle de, harama da benzer durumu olan ve insanların çoğunun hükmünü bilmediği işler vardır. Kim bu şüpheli olanlardan sakınırsa dinini ve namusunu muhafaza etmiş olur. Kim de şüpheli olanlara dalarsa neticede harama dalar. Sürüsünü koruluğun etrafında otlatan bir çoban gibi ki koruluğa dalması pek uzak değildir. Dikkat edin her sultanın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haram kıldıklarıdır. Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman vücudun tamamı iyidir. O bozulduğu zaman vücudun tamamı da bozulur. Dikkat edin o kalbdir.”3

Dikkat edersek Rasulullah ( s.a.s.) hadiste sürüsünü otlatan çobanın Allah’ın haram sınırlarını değil çiğnemek, yakınına bile yaklaşılmamasını bir uyarı olarak biz ümmetine ikaz etmektedir. Aksi halde haram lokma yiyen, haramlarla iştigal eden sürü, zehirli otları otlayan hayvan ya tamamen zehirlenecek ya da hasta olarak bozulacaktır. İçinde bulunduğumuz İslâm topraklarında sürüsünü yanlış alanlara sevk eden demokrat ve lâik çobanlar da maalesef toplumun ifsad olmasına sebep olmuşlardır. Allah’ın haram kıldığı korulukta şeytanlarla beraber cirit atan çağdaş milletvekilleri ve parlamentolar yönettikleri halkın ruhlarını İslâm dışı sistemlerle kirletmişler ve kalb hastalıkları özellikle günümüzde zirve yapmıştır. Herhalde kalb’den kasıt ruhun hayat merkezi, imanın yuvası, ebedi hayatın mutluluk anahtarı manevi kalbin kastettiğimizi anlamışsınızdır. İşte bizler de aile yuvalarımızın idarecisi, çobanları olarak çocuklarımızı özellikle “ruh hastalarına, kalblerinde maraz olanlara” teslim etmeyerek yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından onları ve kendimizi koruyalım.

İçinde bulunduğumuz alanlarda Müslümanlar çocuklarını bidatçilerin, fasıkların ve hatta sapıkların kurslarında eğitim görsün diye gayret sarf etmekteler. Bu durum asla uygun değildir. Çünkü çocuklarımızın yanlış eğitilmesi söz konusudur. Evet, onlara bu eğitim kurumlarında birçok faydalı şeyler öğretilmekle beraber, azıcıkta olsa ve hatta bol miktar da din adına yanlış şeyler öğretilmektedir. Gerçek tevhidi ve tağutu tanımış bir Müslüman çocuğunu tağutları gerektiği şekilde fikren ve amelen reddetmeyen, onların sistemleri içinde yer alarak asimile olmuş bir fikre teslim edemez. Dejenere olmuş bir yapı ve Müslüman tiplemelerin verdiği eğitim ile yetiştiremez. Zahirde bakıldığı zaman Kur’an’ı baştan sona Arapça olarak ezbere bilen, tilaveti gayet düzgün, kılık kıyafet olarak tam tekmil, fakat ruh olarak kirletilmiş, tağuti sistemlere entegre edilmiş, bozuk fikirler içerisinde yetiştirilmiş “Kabuk Müslümanlarına” Allah’ın rızası yoktur. Okuduğu Kur’an’ı gırtlağından, ses tellerinden aşağıya indiremeyen, kalb ile idrak edemeyen “vitrin mollarından” uzak durmakta fayda vardır. Mecelle’de bir kaide vardır: “Mazarratı def, menfaati celb’den evladır” Yani bir işte hem fayda, hem de zarar söz konusu ise, o faydalı iş zararın gelmemesi adına terk edilir. Çünkü zararın def edilmesi, iyiliğin elde edilmesinden daha önceliklidir.

Bu hususta Maide suresi 35. Ayeti tefsir ederken Fahruddin er-Râzi, tefsirinde şu açıklamayı yapar:

 “Ey iman edenler, haramlardan kaçın, farzları yaparak ona yaklaşmaya vesile arayın” (Maide, 5/35) şeklinde açıklama getirdikten sonra “Def’i mefsedet, celb’i menfaatten önce gelir” diyerek bu durumu izah eder. Çünkü ayette öncelikli olarak haramlardan kaçmak zikredilmiştir. Bizler çocuklarımızın din ilimleri elde etmesini arzu etmekle birlikte onların akidelerini bozacak şeylerle kafalarının karıştırılmasını istemiyorsak o gelecek faydayı ya başka yerlerde aramayı ya da farz olan ilimlerden değilse terk etmeyi uygun görmeliyiz. Kur’an’ın tamamını manasını hiç anlamadan ezberlemek güzeldir, fakat farz değildir. Hatta Kur’an okumayı öğrenmek dahi sevap olmakla birlikte, farz değildir. Farz olan onun manalarını, fıkhını öğrenmektir. Sahabenin çoğu Kur’an’ı yüzünden okuyamıyordu, ümmi idi. Ama manalarını ve hükümlerini biliyorlardı. İmam Burhanuddin, “İlimlerin en üstünü ilmihal bilgisidir” yani fıkıh ilmidir diyerek, tefsir, hadis, kıraat ilimlerinden de önce kişinin üzerinde bulunduğu hâlin ilminin farziyetini beyan eder. Bunların en başında da tevhid gelir ki bu da hâlinin ilmidir. İnsanlara ameli bilgileri içine sokulmuş bidatlerle birlikte veren, en önemlisi onların akidelerini bozan sapkın inanışlara yataklık eden kurslar ilim yuvaları değil, şeytanın mevzileridir. Şeytan Müslümanlara yaklaşırken nefsimiz gibi doğrudan değil, tuzak kurarak yaklaşır. Bizlere ikram edeceği zehiri üzerinde kuru kafa, kocaman kırmızı yazı ile “Dikkat Zehirdir” diye vermez. Meyve suyu şişesinin içine katacağı birkaç damla zehir ile içirir. Adamı yavaş yavaş öldürür de haberimiz bile olmaz. Zannederiz ki dost bize meyve suyu ikram etmiş, ama dostunu iyi tanımaz isen, kargayı kılavuz eder isen, burnun gübreden kurtulmaz.

Çocuklarımıza daha küçük yaşlardan itibaren eğitim ve öğretim vermek hem tesir etmesi yönünden, hem de kalıcı olması yönünden oldukça önemlidir. “Ağaç yaş iken eğilir” atasözü de bunu anlatır. Akıl denilen nimet daha pisliklerden etkilenmeden ona boş bir sahife gibi istediğini rahatça yazabilirsin: “Bil ki kalb, bu âleme gönderilirken, tıpkı bomboş bir levha, kağıt gibi, nakış ve yazılardan hali ve beri, boş olarak gönderilmiştir.”4 Diyen İmam Râzi ilk yaratılışın temizliğine işaret ediyor. O halde başkaları tarafından kirletilmeden biz dolduralım. Aksi halde kirlenen kâğıt temizlendiğinde nasıl iz kalıyorsa, kalbler deki kirin izi üzerine yazılan yazılar, hiç kirlenmemiş temiz kâğıt üzerine nakşedilen çizgiler gibi güzel olamaz. “Ebu Derda (r.a.)’nın bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.s.) “Küçüklüğünde ilim öğrenen kimsenin misali taş üzerine kazılan nakşa benzer5 Hadiste bildirilen ana fikir küçük yaşta öğrenilen bilgilerin daha kalıcı olduğudur. O halde bu döneme çok dikkat etmek gerekir. Sonradan çocuğun kafasını düzeltirim, bidatleri silmek için telkinde bulunurum diyen ebeveyn sonra bu imkâna kavuşamayabilir.

Kafası hurafelerle ve bidatlerle sulandırılmış ve bulandırılmış bir çocuk için tekrar geriye temiz fıtratına dönmesi oldukça zordur. Arap eğitimcilerin bir sözü vardır: “Tahliye olmadan, tahliye olmaz”. Bu sözde birinci “Tahliye” deki “h” harfi Arapçadaki noktalı “h”dir ve “boşaltma” anlamına gelir. İkinci “tahliye” kelimesi ise Arapçada ”yerleştirmek, güzelleştirmek” demektir. Yani pis olan bir mekân içindeki pislikler dışarı atılmadan, oraya koyulacak güzel ve temiz şeyler orayı güzelleştirmez.6 Ne kadar çok pislik dışarı atılırsa o kadar çok güzellik olur. İçeride kalıpta dışarıya atılamayanlar ise hep orada çirkin bir görüntü olarak kalacaktır. Bu yüzden kafasının içi yanlışlarla dolu kimse, tamamen boş zihinli kimseye göre daha zor ikna edilir.

 İslâm dini Müslümanları her zaman kötülüklerden veya kötülük bulaşma ihtimali olan yerlerden daima temiz olan yerlere “hicret” etmesi için yönlendirmiştir. Kelime manası ile “Hicret” Ayrılma, terk etme demektir. Ragıp El İsfahani’nin “Müfredat” isimli eserinde, “insanın başkasından bedenle, dille ve kalben ayrılmasıdır” şeklinde tarif edilir. Ya da “ Allah’ın nehyettiği şeyi terk etmektir” (Mubârekfûri,V,248) şeklinde de açıklanmıştır. Nitekim Allah Rasulullah (s.a.s.) bir hadisi şeriflerinde: “Muhacir, kötülüğü terk eden ve Allah’ın yasakladığı şeyleri terk edendir”(Serahsi,X,6) diyerek hicreti genelleştirir. Hicret hem kalben yani ruhen, hem dil ile hem de beden ile kötülükleri terk etmektir.

 Hicret, her türlü haramı terk ederek iyiye ve güzele yönelmek şeklinde kıyamete kadar devam edecek bir ibadettir. İman eden ve tağutlardan arınan insanlar için, kendileri için haram kılınan diğer yasakları terk etmesi, onlardan uzaklaşması da bir hicrettir. Haram işleyen insanları da terk etmesi, onları fıskları ile baş başa bırakmaları da bir hicrettir. Ancak onların yanında “emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker” yapmak amacı ile bulunabilirler. Aksi halde onların fasıklığı kendilerine de sirayet edecek ve zarar verecektir. Bu durum ile ilgili Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, İsrailoğullarının bozulma sebebinden bahsederken, “onların âlimleri kötülük yapan insanları yapmakta oldukları o kötü işten dolayı uyarıyordu fakat ertesi gün o insanlar o kötü fiillerinden vazgeçmediği halde yine onlarla yemede, içmede ve sohbette bulunmaları idi. Allah’ta onların kalplerini birbirine kaynaştırdı” diyerek, lisan ile hicreti yapan, fakat gerektiği zaman beden ile hicreti yapmayanların kötü akibetinden haber vermektedir.

Gerek kötü sözlü, gerekse kötü amel sahibi kimselerle ancak onların yapmakta oldukları kötülükleri uyarmak amacı ile beraber olabiliriz. Eğer uyarı onlara fayda vermiyorsa, yada ileride fayda verme ihtimali zannı galip ile yoksa onlardan hicret etmek, onları terk etmek zorundayız. Aksi halde bizde onlar gibi oluruz. Haramlarını bize bulaştırırlar. Daha da kötüsü onların çirkin fikirlerini zamanla benimseriz. Bazı Hanbeli âlimlerin belirttiğine göre Darul Harb’den hicret etmek vacib olduğu gibi, raks (dans) ve i’tizali fikirler gibi sapık adet ve görüşlerin hakim olduğu beldelerle, baği(âsî)lerin elinde bulunan yerlerden de hicret etmek vacibdir.(el-İknâ,II,67; el-Muknî,I,485) Gerek fikri planda, gerekse amelde fasıklara ve sapıklara benzeme, onlara meyletme tehlikesi her zaman mevcuttur. İmam Mâlik’te selef’e küfredilen beldelerde ikameti mekruh addederdi. (İbnRüşd, II,613.)

Bu nakillerden anlaşıldığı üzere Müslüman için her zaman temiz bir ortamda bulunmaya çalışması, kirli alanlardan kaçmasıdır. Büyük insan için bile durum böyle olursa çocuklarımız için sapıkların, bidatçilerin ve fasıkların eğitim alacağı yerler öncelikli olarak terk edilmesi gereken yerlerdir. Değil küçük çocuklarımız için, büyük kardeşlerimizin dahi “Ehl-i Sünnet Akaidi” dışındaki yerlerden uzak durmasında fayda vardır. İçinde bulunduğumuz ortam bırakın kirli demeyi, iğrenç denecek derecede necis bir ortamdır. Bu ortamda çocuklarımızı ve kendimizi özenle korumalıyız. Bu kadar sapık fikir ve belam’ların bol olduğu bir dönem belki de hiç gelmemiştir. Bu sapıklıklardan kurtuluşun çaresi de “Ehli Sünnet vel cemaat” fıkhı içerisinde hareket eden bir cemaat ile mümkündür. Kendimizin ve çobanı olduğumuz kişilerin eğitimini emin ellere teslim etmekte fayda var. Tabiinden Muhammed bin Sirin, “Bu din gerçekten bir ilimdir, o halde dininizi kimden aldığınıza bakın” diyerek şer’i ilimlerin güvenilir kaynaklardan öğrenilmesini sağlık vermiştir.

Buhari, c. 2, sh. 94-95 hd. 1358-1359, sh. 100. hd. 1385; c. 6. sh. 114, Hd. 4475; Müslim, c. 4. sh. 2047-2048. Hd. 2658, Ebu Davut, Sünen, Hd. 4714; Malik, Muvatta, Hd.995; Ahmed bin Hanbel,Müsned, Hd. 7181-7325

Buhari (11/5266-7) K. Nikâh bab:82 Hdsno:118

Buhari, İman, 1/19; Müslim, büyu, 3/1219; İbnu Mace, Fiten,2/1318;Darımi, büyü,2/245

Fahruddin er-RâziTâhâ suresi tefs.

HeysemiMecmeu’z-Zevaid(1/332)

El Esas fi’t tefsir, Said Havva, Bakara 256 tefs.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul