15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / İSLAM VE MODERNLİK EKSENİNDE İNSAN VE ŞİDDET
İSLAM VE MODERNLİK EKSENİNDE İNSAN VE ŞİDDET

İSLAM VE MODERNLİK EKSENİNDE İNSAN VE ŞİDDET Prof. Dr. Prof. Dr. Celalettin VATANDAŞ

Şiddetin kesintisiz devam ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Maalesef hemen her gün denebilecek sıklıkta ve yeryüzünün hemen her noktasında, ulusal yapıların içinde ve ulusların arasında, karada, denizde, caddede, pazarda, sokakta, okulda, evde… Şiddet insanın olduğu hemen her yerde boy gösteriyor. Komşusunun doğal kaynaklarına el koymak isteyen bir ülke diğerine saldırıyor, öfkeden şuurunu kaybetmiş bir koca karısını bıçaklıyor, istediği cevabı alamayan bir öğretmen öğrencisini dövüyor, isteklerine hayır denilmesine katlanamayan bir evlat anasını tokatlıyor, ölümü kutsallaştıran intihar eylemcisi kendileriyle birlikte onlarca masumun hayatına son veriyor... Cinayetler, yaralamalar, bombalamalar, intihar eylemcileri, linç girişimleri, dayak, tokat, tekme… Gündelik hayatın her an işitilen veya görülen rutin unsurları haline gelmiş bulunuyor. İlginç olan ise tüm bu şiddetlerin faili de insan, mağduru da insan. Ne gariptir ki hemen her zaman şiddetten yakınan insan, yakındığı şeyin faili olmaktan hiç vazgeçmiyor. İnsanın şiddetten yakınmasını anlamak mümkün ve kolay, fakat yakındığı şiddetin faili oluşunun sebeplerini anlamak ise son derece zor. Bu çelişkiyi izah etmeden de birçok bireysel veya toplumsal problem çözüme kavuşturulamıyor. Böyle olduğu için, uzun yüzyıllar ve hatta binyıllar boyunca filozofların, beşeri bilimlerin gelişim aşamasında önemli bir süreci teşkil eden son yüzyıl boyunca da bilim insanlarının ilgi alanlarından birisini hemen her zaman insandaki şiddete eğilimin sebep veya sebeplerini tespit etmek oluşturdu. “İnsan özü itibarıyla iyi midir, yoksa kötü müdür?” sorusu ise, şiddet konusu her açıldığında öncelikle cevabı aranan temel soru oldu. Zira bu soruya verilen cevap, insanı anlamada ve insan ilişkilerinin muhtemel seyrini tespitte esası teşkil ediyor. Binlerce yıldır cevabı aranan söz konusu sorunun cevabı niteliğinde olmak üzere sahip olunmuş görüş ve kanaatler, ulaşılmış bulunan tespitler ise pek çok. Bazılarına göre insan özü itibarıyla “iyi”, diğer bazılarına göre ise “kötü” bir varlık. İnsanı özü itibarıyla “iyi” olarak niteleyenlere göre şiddet, çevresel faktörlerin ürünü; insanı özü itibarıyla “kötü” olarak niteleyenlere göre ise şiddet, insanın doğal eylemi. Şiddet, bazılarına göre gelişmenin, ilerlemenin dayanağı olan dinamizmi oluşturduğu için hayatın olmazsa olmaz unsuru; diğer bazılarına göre ise yok edilmesi gereken bir bela. Bazılarına göre şiddetin olmadığı bir dünya tamamıyla ütopya, diğer bazılarına göre ise insanın “gelişim” çizgisinde ulaşılabilecek bir aşama…Şiddete ilişkin görüşler, inançlar, tespitler böyle uzayıp gidiyor. En azından şiddetin kaynağı konusunda bugüne kadar herkes tarafından kabul edilen açık ve kesin bir sonuca ulaşılamamış bulunuluyor. Dolayısıyla insanlık, şiddetin özellikle de kaynağı konusunda geçmişe oranla bugün daha bilgili değil. Hala bilim insanları yaptıkları binbir türlü deneylerle, düşünürler zihinsel çabalarıyla şiddetin kaynağının, şiddetin açığa çıkmasını sağlayan temel faktörlerin ve şiddetin gücünü belirleyen unsurların neler olduğunu tespit etme çabasını kesintisiz sürdürüyorlar.

Ancak ilginç bir şekilde, özellikle de 2000’li yıllarla birlikte, gerek Türkiye’de ve gerekse küresel düzeyde faaliyet yürüten bazı medya kuruluşları, gazeteciler, yazarlar, ideologlar, entelektüeller ve siyasetçiler için şiddetin “kaynağı” problemi tamamen denecek düzeyde çözüme kavuşturulmuş bulunuluyor. Bunlar gazetelerdeki köşe yazılarında, boy gösterdikleri TV programlarında, sesleri kısılacak kadar bağırarak konuştukları miting meydanlarında “keşiflerini” okurlarıyla, izleyicileriyle ve dinleyenleriyle doğrudan paylaşıyor ve ülkenin veya insanlığın karşı karşıya kaldığı tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekiyorlar. Sahip oldukları iletişim teknolojileri, ekonomik imkânları ve siyasi güçleri sayesinde ulusal veya küresel düzeyde şiddetin kaynağına ve faillerine ilişkin ortak bir kanaat oluşturmanın çabasıyla yazıyorlar, konuşuyorlar.

Sahip oldukları imkânlarıyla ve zihinleri manipüle etmede son derece mahiryetenekleriyle bu bazı kesimler için her yeni günle birlikte bir başka bölgesinin daha kan gölüne döndüğü bu günün dünyasındaki bireysel veya kitlesel düzeyde yaşanmakta olan hemen tüm şiddetlerin kaynağı “İslam”, failleri ise “Müslümanlardır”. “Yeşil tehlike” yer kürenin her bir noktasını tehdit ediyor; insanlığın hâlihazırdaki durumunu ve geleceğini korku cenderesine almış bulunuyor. Örneğin, ulusal düzeyde faaliyet sürdüren bazı “büyük” medya kuruluşlarını dikkate alarak ifade etmek gerekirse; bir erkek sokak ortasında karısını dövüyor veya bir kadın evinde kocası tarafından bıçaklanmışsa bu şiddetin sebebi “kadını aşağılayan İslam”dır. Herhangi bir yerde bir sanat sergisine saldırı varsa, paha biçilmez değerdeki sanat eserleri tahrip ediliyorsa, bunu ancak “sanata düşman Müslümanlar” yaparlar. Kız çocuklarına baskı yapılıp eğitimleri engelleniyorsa veya çocuk yaşta evlendiriliyorlarsa bunu “bağnaz Müslümanlardan” başkası yapmaz. Mini etekli bir kadın metroda veya otobüste saldırıya uğramışsa, bunu ancak “yobaz Müslümanlar” yapmıştır… Küresel ölçekte faaliyet sürdüren “büyük” medya kuruluşları dikkate alındığında ise; eğer bir yerde bomba patlamış ve insanlar katledilmişse, faili kesinlikle“cihatçı Müslümanlardır”. Dünyayı huzur ve barış gezegeni haline getirme çabalarının önündeki hemen tüm engeller “bağnaz Müslümanlar” tarafından inşa edilmektedir. Bunlara göre “İslam”, bağnazlığın, ilkelliğin, baskının, zorbalığın egemen olduğu bir dünyanın teorik düzeyde ilke ve yöntemlerini teşkil ederken, “Müslümanlar” ise tüm bunları inşa etme çabası içerisindeki kesimleri teşkil etmektedir. “İnsanları domuz bağıyla katleden” Hizbullah, “Kadınları sokaklarda kırbaçlayan” Taliban, “kız çocuklarını kaçırıp tecavüz eden” Boko Haram, “sokağı, çarşıyı, alışveriş merkezlerini kan gölüne dönüştüren” el-Kaide, “kafa kesme seansları düzenleyen” Deaş, “jetleri ve tankları ile sivilleri katleden” Fetö… gibi örgütler ise, ulusal veya küresel ölçekteki mevcut şiddetlerin kaynağına ve faillerine ilişkin iddia ve görüşlerin somut örnekleri olarak takdim ediliyorlar. Bu somut örnekler üzerinden “mutedil Müslümanların” zihinleri her geçen gün biraz daha fazla ve güçlü bir şekilde, iman ettikleri dinleriyle ilgili bir yığın sorunun altında ezildikçe eziliyor; gönülleri daraldıkça daralıyor.

İsmi “barış” ve “esenlik” olan; insanlığı adalete, akletmeye, güzel ahlaka, doğruluğa, hakkaniyete, iyiliğe… çağıran; dünya ve ahiret esenliğini hedefleyen; zorbalığı, zulmü, sömürüyü, bencilliği… reddeden, hatta bir kişinin mağduriyetini tüm insanlığın mağduriyetine denk bir suç kabul eden; teorik olarak söylediği ve çağırdığı tüm bu benzeri ilke ve ölçüleri uygulamaya dönüştürmeyi kendisine mensubiyetin olmazsa olmaz bir şartı kabul eden; insanlık katındaki son1400 yıllık süreçteen sistematik şekilde vücut bulmuş adalete, şefkate, iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, güzel ahlaka, hakkaniyete somut bir şekilde referans olan İslam’ın, şiddet ile böylesine ilişkili hale ge(tiri)lmesinin sebebini araştırmak son derece önemlidir. Elbette ki bu sebeplerin içerisinde İslam’a mensup olan veya olduğu iddiasında bulunan “cahillerin” veya “hainlerin” payı son derece büyüktür. Çünkü bu cahil veya hainler, İslam’ı şiddetle ilişkilendirerek iradelerini hepten tartışılmaz kılmayı amaçlamış ulusal veya küresel düzeydeki insanlığın mağduriyetinden beslenen emperyalist, kapitalist, sömürücü güç odakları için son derece değerli birer gerekçe, eşi-benzeri bulunmaz malzeme olmuş ve olmaya da devam etmektedirler. Bağlamından koparılmış ayetlerle veya hadislerle şiddet tellallığı yapan “cahilleri” veya Müslüman gibi görünüp zulmün, kötülüğün, akılsızlığın değirmenine su taşıyan “hainleri” kesin çizgilerle birbirinden ayırmak hiç de kolay değil. Ancak şurası açık; birisi bilmeyerek, diğeri ise iblisçe niyetlerle ve bilerek aynı amaca hizmet ediyorlar. “Cahiller” sadece maşa, “hainler” ise kısmen maşa kısmen de asıl faillerin kanatları altında varlıklarını sürdüren küçük ölçekli güç merkezleri durumundalar. Fakat büyük ölçekte düşünüldüğünde, her iki kesim de özelde ulusal sınırlar içerisinde, genelde ise tüm yerkürede zulmün, batılın, kötülüğün egemenliği için çaba sarf edenlere hizmet ediyorlar. Bunlar üzerinden iş gerçekleştirenler ise, insanlığın tek ve son umudu olan İslam’a ilişkin kanaat ve inançları tahrip ederek, tüm yerkürede mutlak ve alternatifsiz bir irade haline gelmeye çalışıyorlar; kendilerinin “cenneti”, insanlığın “cehennemi” olacak bir dünya inşa etmeye çalışıyorlar.

Bireysel ve toplumsal hayatı kuşatacak, insan bireyinin maddi ve manevi boyutunu huzur ve güvene kavuşturacak ilke ve ölçülere sahip olan İslam’ın insanlık katındaki hedeflerini beş maddede özetlemek mümkündür (mekasıdü’şşeria). Bunlar “can”, “mal”, “akıl”, “nesil” ve “hayat tarzı” emniyetidir. Bunun gerçekleşmesi ise “dünya ve ahiret esenliği” olarak anlam kazanmıştır. İslam, insanlığı bu beş somut alanda güvenlik içerisinde varlığını sürdürebileceği bir dünyayı inşaya davet etmiş ve bu inşa faaliyetinin ilke, ölçü ve yöntemini de hem teorik boyutuyla, hem de uygulamaya aktarılmış örneği üzerinden ortaya koymuştur. İslam’ın hedeflediklerinin gerçekleşmesinde insanlardan kaynaklanan eksiklikler veya kusurlar olsa bile, insanlık bu beş alanda en üst düzeyde güvenlikte olduğu dünyaya ancak İslam sayesinde tanık olmuş ve yaşamıştır. 1400 yıllık bir süreçte çok farklı coğrafyalarda, kültürlerde İslam’ın rehberliğinde vücut bulmuş bireysel ve toplumsal hayatlarla şekillenen tarih de bunun şahididir.

Ancak buna rağmen; İslam ile şiddeti bir araya getirmek hiçbir şekilde mümkün olmadığı halde; ulusal veya küresel güç odakları niçin İslam ile şiddeti bir araya getirmenin yoğun çabası içerisindeler? Niçin, tarihte ilk kez ve hem de her an ve en yüksek sesle, “İslami terör”den bahsedilmeye başlandı? Niçin, hemen her gün dünyanın bir yerinde “İslami terör” söylemini haklı kılacak birçok terör olayı yaşanmaya başlandı? Niçin, “cahiller” ve “hainler” adeta el birliği halinde “İslami terör”ü insanlık sahnesinde oynanmakta olan oyunun en temel unsuru haline getirebilmenin yarışına girmiş durumdalar? Oldukça kapsamlı ve derinlikli bu sorulara verilebilecek birçok cevap var. Zamana, şiddetin failinin veya mağdurunun kimliğine, şiddetin gerçekleştiği mekânın veya bölgenin özelliğine göre değişik kapsamda ve derinlikteki söz konusu cevapların arasında bazı farklılıklar olsa bile, verilen veya verilebilecek tüm cevapların nihayette işaret ettikleri kesim aynıdır. Bu kesim, üzerinden güç devşirdikleri çelişkileri, sömürüleri, zulüm ve haksızlıkları, kötülük ve ahlaksızlıkları, kapsamını sınırsız denecek boyutta büyüttüğü ve çeşitlendirdiği şiddetleri gizleyerek patronu oldukları mevcut gidişatı devam ettirme amacı taşıyan ulusal/küresel güç odaklarıdır. Çünkü İslam, insanı insani özüne yabancılaştıran, insanı binbir türlü köleliğin nesnesi haline getiren, insanı atomize edip korunaksız ve savunmasız bırakan… Sömürücü, zorba, kötü, ahlaksız mevcut dünya sistemine “dur” deme bilgi ve yöntemine sahip tek Din, Müslümanlar ise görünüşteki bütün sefalet ve dağınık hallerine rağmen, aralarında büyük problemler olsa bile “dinleri” sayesinde mevcut gidişata “dur” deme pozisyonuna en yakın kesimi teşkil ediyorlar. Mevcut dünya sisteminin geçmişteki ve bugünkü ideologları önlerine çıkmış ve çıkabilecek tüm engelleri tarihin malzemesi haline getirmeyi başarmış olmalarına rağmen, sadece İslam konusunda başarısız oldular. Mensuplarının neredeyse tamamına yakınını ulusal ve etnik kimlikler üzerinden dağıtıp, birbirlerinden koparmayı başarmalarına; akıllarını işlemez, güçlerini kullanmaz hale getirerek tüm hayatlarını adeta çözümü imkânsız problem yumağına dönüştürmelerine; kimliklerini problemli, kişiliklerini çelişkili hale getirmelerine; sefalet ve onursuzca bir hayatı “kader” olarak kabullenmelerini sağlamalarına rağmen, İslam’ın adaletin, hakkaniyetin, iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, akıllılığın, ahlakın… teminatı olan sesini kısamadılar. Mevcut gidişata “dur” diyecek bu potansiyel gücün bir gün hayatta somut bir şekilde yer bulmasından korkuyorlar. Çünkü o zaman mevcut gidişat son bulacak, küresel güç odakları tüm insanlığın aleyhine olan imkân ve imtiyazlarını kaybedecekler.

Mevcut dünya sisteminin nasıl işlediğini, tüm dünyada yürürlükte olan sistemin neler gerçekleştirdiğini anlamak için bazı araştırmaların tespitlerini hatırlamak önemlidir. Bu konuda İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın tespitleri dikkat çekicidir. Oxfam’ın tespitlerine göre mevcut dünya sistemi sayesinde 2014 yılında 86, 2015 yılında 61, 2016 yılında ise 8 kişinin sahip olduğu maddi servet, tüm insanlığın yarısını teşkil eden 3,6 milyar insanın sahip olduğu mal varlığına denk bir eşitsizlik oluşmuş bulunuyor.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından her yıl yayımlanan İnsani Gelişme Raporundan 2015 tarihlisine göre Dünya çapında 795 milyon kişi kronik açlıktan mustarip; dakikada 5 yaş altı 11 çocuk ve saatte 33 anne hayatını kaybediyor. Yaklaşık 37 milyon kişi HIV ile ve 11 milyon kişi de tüberkülozla yaşıyor. Dünyanın her yerindeki insanların yaklaşık %80’i dünya zenginliklerinin yalnızca %6’sına sahip. İnsani güvenlik pek çok farklı kaynaktan gelen tehlikelere karşı tehdit altında. 2014 yılının sonunda, dünya çapında 60 milyon insan yerinden edildi. İnsani gelişme, çok sayıda şok, kırılganlık, risk—salgın hastalıklar, sağlıkla ilgili ortaya çıkan riskler, ekonomik ve finansal krizler ve gıda ve enerji güvensizlikleri—nedeniyle sekteye uğruyor. Örneğin, kronik hastalıklar günümüzde her yıl yaklaşık dörtte üçü (28 milyon) düşük ve orta gelirli ülkelerde olmak üzere 38 milyon insanın ölümüne neden olan küresel bir sağlık riski yaratıyor. 2009 yılında 30 milyon AB çalışanı taciz, göz korkutma, tehdit ya da fiziksel şiddet gibi çalışmaya ilişkin şiddet türlerine maruz kaldı. Çalışanların 10 milyonu bu sıkıntıları iş yerinde yaşarken, 20 milyonu da iş yeri dışında yaşadı. Dünyada 100 milyonu erkek çocuklarından ve 68 milyonu da kız çocuklarından oluşan 168 milyon çocuk işçi var. Bu rakam, dünyadaki çocuk nüfusunun yaklaşık %11’ini oluşturuyor. Çocuk işçilerin neredeyse yarısı tehlikeli koşullarda çalışıyorlar. 2012’de dünya çapında yaklaşık 21 milyon insan zorla çalıştırıldı, zorla ya da seks işçisi olarak çalıştırılmak üzere insan kaçakçılığına maruz kaldı ya da kölelik benzeri şartlar altında çalıştı.14 milyonu emek sömürüsüne ve 4,5 milyonu cinsel istismara maruz kaldı. Kadınların ve kız çocuklarının payı erkekler ve erkek çocuklarından daha fazla oldu. Zorla çalıştırmanın yılda 150 milyar dolar yasa dışı kazanç sağladığı düşünülüyor. Silah ve uyuşturucu kaçakçılığından sonra insan kaçakçılığı dünya çapında en çok kazanç sağlayan yasa dışı iş olarak göze çarpıyor. 2007-2010 yılları arasında 118 farklı ülkede 136 milletten kaçakçılığı yapılan kurbanlar olduğu belirlendi, bu kişilerin %55-60’ı kadındır.2000-2013 yılları arasında küresel ve ulusal şiddet eylemleri nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı beş kattan fazla artarak 3.361’den 17.958’e yükseldi. Kadına karşı şiddet, insani gelişmeye yönelik en ciddi tehditlerden biri. Her üç kadından biri fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor. Bazı temel sanayilerde—çiftçilik, balıkçılık ve ormancılık gibi—dünya çapında günde 1,25 dolardan daha az bir parayla geçinen, 1 milyardan fazla insan çalışıyor. Sektör, sera etkisi yaratan gaz salınımlarının büyük bir kısmından sorumlu, sürdürülemez su ve toprak kullanımları ile ilişkili, ormansızlaşma ve biyolojik çeşitliliğinin yok olmasıyla bağlantılı ve iklim değişikliğiyle ilgili sorunlara karşı da özellikle hassas.

İnsani Gelişme Raporunda çok daha ilginç ve önemli bilgilere de yer verilmiş durumda. Rapor’a göre dünyada temel koruyucu sağlık ve beslenme masrafları için yılda 13 milyar dolara ihtiyaç varken Avrupa ve ABD’de evcil hayvan yemine 17 milyar harcanıyor. Dünyada tüm kadınların doğum ve sağlık harcamaları için yıllık 12 milyar dolar gerekirken, Avrupa ve ABD’de parfüme harcanan para bu kadardır. Dünyada su ve sağlıklı hijyen şartları için yıllık 9 milyarın biraz üstünde harcama gerekirken, Avrupa’nın yıllık dondurma tüketimi 11 milyar dolar. Dünyada sigaraya yılda yaklaşık 200 milyar dolar harcanıyor. Avrupalılar sigaraya yılda 50, alkole 105 milyar dolar harcıyor. Dünyada narkotiğe/uyuşturucuya 400 milyar dolar harcanıyor. Dünyada ordulara ve silahlanmaya/savunmaya 780 milyar dolar yatırılıyor. Japonlar eğlenceye yılda 35 milyar dolar harcıyor. Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4.4 milyar insanın yüzde altmışı hijyenik temizlik imkanlarından ve yüzde 25’i sağlıklı içme suyundan, yüzde 25’i kendine ait meskenden, yüzde 20’si modern sağlık imkanlarına erişimden yoksun yaşamaktadır. Dünyada 1 milyar insan gecekondularda yaşıyor. Bu oran 10 yılda üç kat artmıştır…

Merkezi Avustralya’nın Perth kentinde bulunan WalkFree örgütünün yayınladığı 2014 Küresel Kölelik Endeksi’ne göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 5’i zorla çalıştırılarak, fuhşa zorlanarak, borçlandırılarak ya da insan kaçakçılarının eline düşerek hayatlarını köle olarak sürdürüyorlar. Örgüt, araştırmanın yapıldığı 167 ülkenin tamamında söz konusu biçimleriyle modern köleliğin var olduğunu ortaya koymuş durumda. Küresel olarak modern kölenin sayısı 35,8 milyon olarak tahmin edilmekte.

Birlemiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu'na göre dünyada yaşayan her 100 kişiden 11'i yani yaklaşık 800 milyon insan yetersiz beslenmeyle karşı karşıya. Her yıl yaklaşık 6 milyon çocuk, yani günde 16 bin 500 çocuk yetersiz beslenme veya açlık sebebiyle hayatını kaybediyor. Yetersiz beslenme nedeniyle ölmeyen çocukların önemli bir kısmı da gelişim bozukluğu, vücut ve beyin gelişimlerinin eksik olması gibi temel sorunlarla mücadele ediyor. İnsanlık her yıl dünya nüfusunun tamamını besleyecek kadar gıda üretiyor ancak ne yazık ki üretilen bu ürünlerin üçte biri yani 1,3 milyar ton gıda finansal, teknik sınırlar ve gıda önlemlerinin alınmaması nedeniyle yok oluyor. Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nde israf edilen gıda miktarı 222 milyon ton. Bu da yaklaşık olarak Sahra Altı Afrika'da üretilen bütün gıdaya eşit. Rapora göre her yıl dünyada açlık nedeniyle ölen insan sayısı tüberküloz, AİDS ve sıtma nedeniyle ölen insanların toplamından daha fazla. Dünyada her yıl 11 milyon kişinin açlık veya yetersiz beslenme yüzünden öldüğü tahmin ediliyor. 300 milyonu çocuk olmak üzere, 800 milyon açlığa maruz insanın 203 milyonu Sahra Altı Afrika'da, 519 milyonu Asya ve Pasifik'te, 53 milyonu Latin Amerika ve Karayipler'de, 33 milyonu ise Yakın Doğu ve Kuzey Afrika'da yaşamakta. Esasen yapılacak küçük bir fedakârlıkla açlık sorununu büyük ölçüde hafifletmek mümkün görünmekte. Dünyada açlık çeken kişi sayısını yarı yarıya azaltarak 800 milyondan 400 milyona indirmek için, 24 milyar dolara ihtiyaç olduğu hesaplanmıştır. Bu rakam her yıl silahlanmaya harcanan yüzlerce milyar doların yanında "devede kulak" mesabesindedir.

İnsanlığın durumuyla ilgili olarak söz konusu kuruluşların resmi raporlarından hareketle çok daha ayrıntılı bilgilere ulaşmak mümkündür. Tüm bu istatistikler, yaşanmakta olan modern dünyaya ilişkin bazı temel özellikleri ortaya koyuyor. Bunlara ilaveten gerçekleşenleri ve gerçekleştirilenleri doğrudan “şiddet” üzerinden incelemek gerekirse; modern zihniyet ve hayat tarzı, insanı ilgilendiren tüm alanlarda doğrudan ve en güçlü haliyle bir “şiddet” dünyası inşa etmiş bulunuyor. İnsanlık hiçbir zamanda ve dönemde modern zamanlardaki kadar yoğun şiddete ve daha önce benzeri görülmemiş bu kadar farklı şiddet türlerine tanık olmamıştır. Şiddet, eskiden daha çok savaş meydanlarındaydı, şimdi ise her yerde. Şiddetin “geleneksel” türünde fail de insandı, mağdur da. Ancak modern zamanlardaki şiddetin faili doğrudan veya dolaylı bir şekilde hep insan olmakla birlikte; insan, faili olduğu şiddetin mağdurlarından sadece birisidir; insanın faili olduğu şiddetin bin bir mağduru vardır artık; bazen kişilikler, bilinçler, iradeler; bazen düşünceler, inançlar, dinler; bazen hayvanlar, bitkiler; bazen de yeryüzü, gökyüzü, çevre, atmosfer…

Şiddet, modern zihniyetin karakteristik özelliklerinden birisidir; modern insanın düşüncesinde, felsefesinde hep şiddet vardır: hastalıklarla savaşır, zamanı öldürür, var olmak için mücadele eder, ayakları üzerinde durmak için savaşır, evreni fetheder, dünyayı kuşatır, yaşadığı çevreyi temizler…

Modernitenin inşa ettiği hayat tarzı doğrudan veya dolaylı bir şekilde şiddet eğilimlidir. Bu durum örneğin aile kurumu açısından incelenecek olursa; aile iki kişinin çok yönlü birlikteliğinden doğan bir yapıdır. Bu yapıda eşler söz konusu birlikteliğin gerektirdiği sorumlulukları yardımlaşma, fedakârlık, tahammül gibi duyguların eşliğinde yerine getirerek mutluluğun esas olduğu aileyi oluşturur ve devam ettirirler. Sorumluluklar ve haklar bağlamında tarafı teşkil eden iki kişi de birbirine “eş”tir. Kadim kültürlerin ve dinlerin bu “eş” anlayışının yerine, modern zihniyet, birbiri karşısında ve birbirine karşı “ayakta duran”; potansiyeli de aşarak fiilen birbirine “rakip” olan birliktelikler inşa etmiştir. Ailenin fiziksel mekânı olan evi “sıcak bir yuva” olmaktan çıkarmış, kutsadığı çalışma ideolojisi üzerinden kadını evden uzaklaştırarak evleri önce otele, takiben de arenaya dönüştürmüştür. Aileyi fiziksel anlamda parçalayıp küçültmüş, büyük aile yapıları içerinde hemen hiçbir zaman gündeme gelmeyen veya çoğu zaman varlığı bile bilinmeyen kuşak çatışmaları, ergenlik problemleri evrensel birer olguya dönüşmüştür. Modernlik, insanlık için her zaman en güçlü ve önemli sığınak olan evin üzerinden gönülleri küçültmüş, bilgi ve tecrübesiyle genç kuşakların maddi ve manevi sığınağı olan büyük anneleri ve babaları adeta kusarcasına aile kurumunun dışına atıp; soğuk, mekanik ilişkilerin egemen olduğu huzur evlerinin huzursuz ortamına müebbet mahkûm etmiştir.

Bir diğer örnek olarak kentler dikkate alınırsa, modernliğin beşiği olan kentler boğazına kadar şiddet doludur. Doğayla iç içe ve dostça yaşayan kadim insanın yerini modernliğin beşiği olan kentlerde doğayla kavga halinde olan insan almıştır. İnsan, modern kent hayatıyla birlikte doğaya yabancılaşmış ve düşmana dönüşmüştür. Örneğin doğayla iç içe yaşayan kırsaldaki insan için yağmur rahmet, bereket, bolluk olmasına karşılık, kentte yaşayan için felakettir, seldir, baskındır… Doğayla iç içe yaşayan kırsaldaki insan için kar, bolluk, güzellik, rahmet olmasına karşılık, modern kenttekiler için beyaz felakettir… Doğayla iç içe yaşayan kırsaldaki insan için komşu dost, sığınak, külüne bile muhtaç olunan bir rahmet olmasına karşılık, modern kentte yaşayan için gürültü, sıkıntı, potansiyel tehlikedir… Doğayla iç içe yaşayan kırsaldaki insan için insan insanın dostu, yardımcısı, sığınağı olmasına karşılık, kentte yaşayan için rakip, tehlike, ötekidir… Doğayla iç içe yaşayan kırsaldaki insan için doğa ana, bereket kaynağı, dost, rızık kapısı olmasına karşılık, modern kentte yaşayan için potansiyel tehlike, çöp, kanalizasyondur…

Modernlik her şeye egemen olmak istemekte, bunu ise tamamen güç temelinde gerçekleştirmektedir. Ama “güç”ü dar ve sığ fiziksel güç anlamının çok dışına taşımış; insanlık tarihinde hiç kimsenin aklına gelmeyen yeni güç kaynakları ve araçları bulmuş veya inşa etmiştir. Bilgi bunlardan sadece birisidir. Ama gücü kontrol edecek değer yargıları, ahlak sistemi inşa edemediği için her şeyi şiddetle selamlar hale gelmiş, tüm dünyayı ve hayatı şiddetle doldurmuştur. Böylelikle çevre sorunlarında, ailenin parçalanmasında/yıkılmasında, cinsiyet rollerinin altüst olmasında, akıl hastalıklarında görülen baş döndürücü artış, kanser ve AIDS’in gittikçe daha da yaygınlaşması, küresel iklim değişiklikleri, radyasyon ve daha niceleri… İnsanlığın değişmeyen problemlerine dönüşmüştür. Egemen dünya kültürünü inşa eden modern zihniyet ve hayat tarzının sekülerliği neredeyse sadece şiddet ürettiği içindir ki, modern insan “yok edebilir gücüyle” övünür hale gelmiştir. Bugün modern insanın elindeki patlayıcı maddeler yerküreyi yüzlerce kez yok edebilecek düzeydedir. İşte yaşanmakta olan dünya bu; modern küresel sistemin inşa ettiği dünya budur.

Tüm bunlar, insanları her türlü kölelikten kurtarma ve “Cenneti” yeryüzünde inşa etme vaadiyle işe başlayan modernliğin gelip dayandığı son duruma ilişkin bazı bilgilerdir. İlginç olan ise, yaşanmakta olan bu dünyanın ideologlarının ve patronlarının, insanlık için can, mal, akıl, nesil ve hayat tarzı güvenliği vadeden ve tüm bu vaatlerinin gerçekleştiği asr-ı saadeti inşa etiği gibi, 1400 yıllık süre içerisinde de vaadinin farklı toplumlar ve zamanlarda gerçekleşme imkânını tarihsel bir gerçeklik olarak ortaya koyan İslam’ı “muhtemel” sefaletlerin, korkuların, endişelerin, kötülüklerin potansiyel kaynağı olarak göstermeye çalışmalarıdır. Faili oldukları mevcut sefaletleri, kötülükleri, sömürüleri, zorbalıkları görmezlikten gelip, “potansiyel” bir tehlike olarak İslam’a dikkat çekmeye çalışmalarıdır. Aslında bunu yaparken, insanlığı her bakından kelimenin gerçek anlamıyla bir çıkmaza sokan modern düşünceyi ve hayat tarzını “güzel”, “iyi”, “doğru” gösterme ve buna karşılık yaşanmakta olan durumları gizleme illüzyonunu gerçekleştiriyorlar. Göründüğü kadarıyla bunda da oldukça başarılılar. İşte yaşanmakta olan bu gerçekler bağlamında mevcut dünya sisteminin ideologları ve patronları, konumlarının ve imkânlarının devamının, İslam’ın insanlığın zihnindeki ve umutlarındaki potansiyel gücünün yol edilmesinden geçtiğinin bilincindeler. Tüm insanlığı mağdur eden modern illüzyonun yok olmasının İslam ile gerçekleşeceğinin farkındalar. Bu sebeple de Müslümanları güçsüzleştirmeye, İslam’ı itibarsızlaştırmaya özel bir önem veriyorlar. Biliyorlar ki, Müslümanlar, faili de mağduru da bizzat kendileri olan yapay problemlerle boğuşurlarsa; İslam, mensuplarını dahi “kurtaramayan” bir dine dönüşürse, mevcut dünya sistemi alternatifsiz bir şekilde var olmaya devam edecek.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul