Günümüzün en önemli sorunlarından birisi şüphesiz terör olaylarıdır. Hemen pek çok insan ve ülke onun endişesi içindedir. Gerçi ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta siyasal bunalımların yegâne kaynağı terör değil, aksine bu bunalımlar terörün kaynağıdırlar. Terörün alt yapısını şiddet oluşturmaktadır. Şiddetle pek çok insan veya toplumda az ya da çok karşılaşılabilir. Ama aşağıda da görüleceği üzere şiddet olgusunun Batı toplumlarında ayrı bir yeri vardır.
Gerçekten de çok eski çağlardan günümüze, yer, zaman ve toplum farkı olmadan, şiddet olarak niteleye bileceğimiz vakıalar yaşana gelmiştir. Deniz ve kara korsanlık hareketleri, yol kesici haramiler, Roma Hipodromlarındaki gladyatör çarpışmaları, bir dönemler İslâm dünyasındaki Hasan Sabbah tipi Batını örgütler, saldırgan sır cemaatleri, bunun sıradan örnekleridir. Ancak bunlar ferdi grupsal mevzii olaylardı ve şüphesiz daha önemlisi şiddetin toplumsal bir olgu olmasıdır.
Bir farklılaşma sürecine dayanan ve kendine özgü bir düşüncenin (ideolojinin) desteğinde bir güç kullanımı demek olan şiddet, bütünüyle ferdin doğasına veya toplumsal şartlara indirgenemez. Bir başka deyişle hiç kimse bir şiddet adayı olarak dünyaya gelmediği gibi, aynı sosyal politik şartlar da her yerde şiddet doğurmaz. Sosyal şartlardan herhangi birisi (meselâ eğitim) de bunun yegâne sebebi olamaz. Bu tür olgular ekonomik, sosyal, siyasal ve çok yönlü kültürel şartların bileşkesinde ortaya çıkan inşaî olgulardır. Siyasetin baştan kurgulamasının veya sonradan maniple etmesinin önemli bir rolünün olabileceği söylenebilir. Ama bir süreç içinde gelişen ideoloji ve eylem biçimlerinin hep bu manipülasyona göre gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Batının şiddetle ilgisi bu çerçevede ve çok yönlü olarak ele alınabilir.
Şiddet genel olarak güce dayanır. Güç, her ne kadar fiziksel ve beşerî iki temel kökene sahipse de şiddetin fiili kullanımındaki güç öncelikli olarak fizikseldir ve bunun en somut biçimi de silahtır. Silaha dayalı olan terör Modern dünyada yeniden üretilmiş bir şiddet olgusudur. Şiddetin insan tabiatından kaynaklandığını kabul edenler varsa da bu bir kader değildir. Şiddet ve dolayısıyla kan dökme bir ihtiyaç değildir. Çünkü Kur’an’ın da ifadesiyle insanda bir o kadar da etkin bir merhamet ve şefkate yatkınlık vardır. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği ferdin çabasına, toplumsal şartlara bağlıdır.
İlgi çekicidir ki şiddetin hammaddesini oluşturan güç, sahibine yeni düşünceler sunar, farklı kullanım alanları hatırlatır. Bir düşünürün, “elinde çivi çakmaya yarayan bir çekici olan kimse her şeye çakılacak çivi gözüyle bakar” veciz sözünde ifade ettiği gibi güç sahibi yalnızca daha çok güç istemekle kalmaz, o gücü kullanacak kendini test edecek yeni yerler arar. Güç, sahibinikendisinin çok önemli biri olduğuna inandırır, hatta bu gücün kullanımına ilişkin bir meşrulaştırma yolu/ideolojisi üretir. Çevresini ve dünyayı yeniden kurma projeleriyle donatır.
Batıda işin sistematik biçimi “doğaya egemen olmak” düşüncesi ile başlamıştı. 16. Yüzyılın Rönesans düşünürleri mesela Francis Bacon’a göre bilgi güç demekti, güç öncelikle doğaya egemen olmayı sağlıyordu. Bu paradigmaya göre doğa, insan dışı ve hatta karşıtı vahşi bir güç yığınıydı ve üstesinden gelinmesi gerekiyordu. Bu ise onun şifreleri demek olan ve onu tanıma üstüne kurulu bilgi ile mümkündü. Bir başka deyişle bilgi karşıt bir güç demekti. Bu şiddet içeren bilgi önce doğaya, sonra insana karşı kullanılacaktı ve sonuç da öyle oldu. Doğaya karşı teknik, insana karşı bilim ve beklentilerle oluşturulan ideoloji artık en önemli şiddet araçlarıydı. İnsanlık, tarihte pek örneğine rastlamadığı yeni bir çatışma ortamının eşiğindeydi.
Hâlbuki modern kültür dönemlerine kadar bütün kadim kültürler, tabiatı Allah’ın, insanın emrine verdiği bir emanet olarak kabul ediyor ve bir emanete karşı nasıl davranılması gerekiyorsa öylece davranıyordu. Yani bir sevgi ile ve dostça yaklaşıyor, onu israf ve çarçur etmiyordu. Binlerce yıldır çarçur edilmeyen tabiat, Batının bu kör savaşı karşısında yenik düştü. Emanete ihanet edildi. Havası, suyu her şeyi kirletildi. Toprakları atık maddelerle mefluç hale getirildi. Aynı tahribat insan ilişkilerinde meydana geldi. İnsan tabiatı bozuldu, insan oğlunun insanlığı tehlikeye girdi. Bu yalnızca kendilerince dünyaya bir düzen vermek için ürettikleri terör değil, genel hayatın kendisi idi. Kur’an’da yer alan “Onlar doğaya egemen oldukları zaman tabiatı ve insan neslini bozarlar” buyruğu tahakkuk etti. İnsanlık kan ve göz yaşına boğuldu.
Genelde birey ve toplumun iradesinin üzerinde bir baskı uygulama, bir şeyleri irade ve istek dışı olarak yapma veya yaptırma anlamına gelen şiddet, Batı kültüründe sadece daha sık şaşanmış örnekler bağlamında değil, bir hayat tarzı olarak karşımıza çıkar. Roma Hipodromları, gladyatörler, düellolar, sömürgecilik alanları, çatışma üzerine kurulu toplum tasarımları, modern dünyadaki terör kurguları ilk akla gelen örneklerdir. Çatışmak ve dünyayı yeniden kurmak, Batının en önemli vasıflarından birisidir.
Şiddet ve Terör İlişkisi
Modern olarak nitelendirilen son birkaç yüzyıldır şiddet ve terör yeniden üretilmiştir. Burada hemen belirtelim ki şiddet ve terör ve aynı şeyler değildir. Şiddet daha kapsamlıdır ve terörün alt yapısını oluşturur. Terör ise bir şiddet türüdür. Şiddete başvurmayan terör yoktur. Terörün inşai bir görevi yoktur, hep yıkıcı, irade çözücüdür. Daha genel bir hedef çoğu kere teröristi aşan bir üst irade tarafından kurulur. Onun için teröristin bizzat kendisi nihai olarak o eyleminin neyi sağladığını bilmeyebilir. Buna karşılık şiddet açıktır ve sahibi de kurgunun hedefi de az çok bellidir. Terörü de kullanan şiddet daha çok devletle ilgilidir. Günümüzde zaman zaman kullanılan “terörist devlet” veya “devlet terörü” ifadeleri bir devletin kural tanımayan, legaliteyle açıklanamayan güç kullanımı anlatmaktadır.
Şiddet, işi fert ve toplumların iradesinin hilafına açık ve kaba bir güçle sürdürmektir. Şiddet, tehdit, gasp, terör gibi pek çok ahlak dışı baskı eyleminin alt yapısını oluşturur. Terör ise sinsi ve çoğu kere gizli bir şiddet biçimidir. Şiddet kendini gizleme ihtiyacı duymaz, çünkü açık bir güç dayatmasıdır. “Ben yaparım”, “Ben yapmışsam o iş doğrudur” anlayışını taşır.
Teröre pek çok topluluk bulaşabilir. Bununla birlikte onunla mücadele etmek ve bir sonuç almak mümkündür. Terörün gerekçeleri ortadan kaldırılıp, onu kurgulayıp kullanan, günlük dilde “güç odakları” olarak ifade edilen şiddet yapılarına müdahale edilip engel olunabildiği takdirde terör önlenebilir. Ancak şiddetin bir kültür kodu haline geldiği toplumlarda onunla mücadele etmek zordur.
Terör, konjonktüreldir, naif bir talep değildir. Yani bir zaman aralığındaki şartlara, birilerinin kurgulamalarına bağlıdır. Buna karşılık şiddet yapısı günübirlik, geçici değildir, birisi bittiği zaman yeni saldırı alanları bulur. Kültür kodu şiddet olan toplumlar ırkçılık, mezhepçilik, paganizm gibi şiddet içeren eğilimlerden kolayca kurtulamazlar.
Şiddetin yaşandığı her ortamda kaçınılmaz olarak bir güvenlikçi sistem ortaya çıkar. Bu güvenlikçi sistemin güvensizlik sorunlarının önemli bir kısmı sistemin kendi ürettiği güvensizlik sorunlardır. İlginçtir ki hemen herkes güvenlikçi sistemin güven sağlayacağına inandırılmıştır. Yani kimse mevcut sistemi sorgula(ya)maz, çünkü sorgulama düşüncesine fırsat verilmez.
Bir Kültür Kodu Olarak Şiddet
Bu ön bilgilerden sonra Batıdaki şiddet olgusuna biraz daha yakından bakabiliriz. Önce belirtmeliyiz ki Batıdan kastettiğimiz Ege Denizinin batısında yaşamış Grek, Roma ve özellikle şu anda Avrupa’da yaşamakta olan Latin kökenli; realize bir kültür olan Grek, Roma Paganist medeniyeti ve Hristiyan dini inançlardan geçip 16. Yüzyıl sonrası içkin kültür oluşumlarını yaşayan toplumlardır. Son yüzyıllarda buna doğal olarak, Avrupa’nın Okyanus aşırı bir uzantısı olan Amerika eklenmiştir. Gerçi bazı Batılı yazarlara göre tarihte 18. yüzyıla kadar birlik ve bütünlük içinde yaşayan Avrupa diye bir blok yoktur. Grek kültüründen çağdaş Modern Avrupa medeniyetine kadar da homojen bir kültür yok, farklı düşünceler, çelişkili felsefeler var. Ama yine de denebilir ki tüm bu dağınıklığa rağmen belli özellikleri, dayandığı belli paradigmaları olan bir Batı vardır.
Avrupa kelimesi tam yerine oturmasa bile Batı olarak nitelendirilen bu dünyanın kendine has kültür kodları vardır: Özveriden çok çıkarcılık, uyum yerine çatışmacılık, cemaatten çok bireycilik, çevresine uyumdan çok dünyayı yeniden kurma tutkusu ve nihayet şiddet. Birbirini tamamlayan bu ilkeler Batı kültür kodunun toplumsal şifrelerini verir. Sömürgecilik; derebeylik, burjuvazi, vb. kavga ve çatışmalarla dolu tarihsel süreç, bu kültür kodlarının bir açılımıdır. Kültür kodu, kültürlerin derinliklerinde yer alan, uzun bir süreç içinde oluşan ve zamanla dönüşse bile kökten değişmeyen bir görüş-tarzı, bir zihniyet olgusudur. Kültür kodları eksen kavramlarla ifade edilir. Şerif Mardin “Dayanışmacılığın” bizim kültür kodumuz olduğunu söyler. Mesela yardımseverliğimiz, vakıfçılığımız, İslam ile desteklenmiş bu kültür kodumuzdan referans alırlar.
Bu açıdan bakıldığında yarım düzineyi aşkın paradigmalar içinde şiddetin Batı kültürünü belirleyici olduğu söylenebilir. Çıkarcılık, bireycilik, kurguculuk, güç ve çatışma, şiddet üzerinde kesiştirilebilir. Burada uyum ve beraberlik işlev dışıdır. Esas olan, farklı unsurları kendisi tarafından belirlenmiş bir özne etrafında, izole ederek birleştirmektir. Ayrıştıran bir kültür olmasına rağmen kendi haline bırakılmış farklılık onun için her zaman kaldırılması gerekli bir sorundur. Kaldırma ameliyesi ise doğal olarak çatışma ve tabi şiddeti getirir. Bunun için Batıdaki, Roma Hipodromları, gladyatörler, vahşi boğa güreşleri ve çılgın seyircileri, Haçlı seferleri, özellikle insanlık dışı sömürge faaliyetleri, kendi içindeki Yüz Yıl, Otuz yıl Savaşları, Serf- Senyör kavgalara, burjuva- proletarya çatışmaları, gibi örnekler her toplumda yaşananlardan daha fazla bir anlam ifade eder. Yani Batınınki ferdi bir olay değil, bir kültür kodudur ve çözümü birinin diğerini yok etmesine bağlıdır ki sömürgecilik bunun en tipik örneğidir.
Batının şiddet içeren bilinç ve davranışların arka planında, Sorokin’in ifadesiyle aksiyomatik temeller vardır. Bunlar, Yahudiliğin “insanlığın efendisi üstün topluluk” inancı, Hıristiyanlığın Mesih doktrini, Grek kültürünün rasyonelci üstün düşünce tasarımı çerçevesinde oluşmuş veya pekişmiş paradigmalardır. Tartışma dışı olan bu paradigmaların en önemlileri şu maddelerde toplanabilir:
1) Üstün (beyaz, nordik) insan mitolojisi. Yani Batılı insan, mutlak bir üstünlüğe sahiptir. Onun için, evren üzerindeki egemenlikte öncelikli hak sahibidir.
2) Bu üstünlük onun üstün bir medeniyet düşüncesine sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü kendinin dışındaki insanlık genelde ilkel bir anlayışı sahiptir.
3) Bu söz konusu kültürel üstünlük ona insanlığı medenileştirme görevini yüklemektedir. Bu görev, ilahi bir görevdir.
4) Onun gitmediği her yer, boştur, mutlak bir sahibi yoktur, bu bakir yerler üzerinde, yararlanmak ve yeniden inşa etme noktasında her türlü tasarruf hakkına sahiptir.
5) Bu önemli görevinin ifasına karşılık insanlığın ona bir diyet borcu veya onun şöyle veya böyle bir ücret alma hakkı, vardır. Yağmalama meşrudur.
Ona göre sömürgecilik gibi insanlığı aşağılayıcı, haklarını gasledici tutumları, meşruiyetini bu ilkelerden almaktadır. Batıda şiddet din ile kutsanmıştır. Batılı, üstün bir kavim olarak dünyayı kutsama görevi taşıdığından müdahale ona müdahale hakkı vermektedir. Mesela Newangelist gruplara göre kaos çıkarmak bile ilahi bir görevdir. Çünkü bu söz konusu kargaşa, Tanrıya nihai müdahale hakkı vermek veya düzeltilemeyecek hale gelmiş dünya için kıyamet ortamını hazırlamak için bir vesiledir.
Batı bu çerçevede 15. yüzyıl sonlarından günümüze, hemen tüm dünya halklarına insanlık dışı bir süreç yaşatmıştır. Bu 500 yıllık tarih insanlığın en utanç verici dönemlerinden birisidir. Bu zaman zarfında bütün dünya yağmalanmış, ülkeler harap edilmiş, insanlar köle olarak toplanıp götürülmüş, toplumlar yok edilmiş, çoğu yerde ormanları bile yakılarak yurtları, oralarda bir daha oturulamayacak hale getirilmiştir. Kızılderililer gibi bazı ırklar toptan yok edilirken bir kısmı katliamlara tabi tutulmuş, 16. yüzyılda yaklaşık 50 milyon civarında olduğu tahmin edilen Afrika nüfusu bir yüz yıl sonra 4 milyon kalmıştır. Zencilerin büyük bir kısmı gemilerle aç-susuz Amerika’ya taşınırken yolda telef olmuşlardır. Hazır servet ve güçlerin yağmalanması demek olan sömürgecilik sürecinde insan kaybının ortalama 120 milyon olduğu tahmin edilmektedir.
Batı bu tablosuyla hiçbir zaman yüzleşmemiştir. Hala sürdürmekte olduğu kristalize olmuş bir sömürgecilikle, dünyayı kan ve göz yaşına boğmuş olması böyle bir niyetinin olmadığını göstermektedir. Batıda üretilmiş pek çok teori çatışma içerir. Özgürlük üzerine kurulmuş liberalizm bile nihayet bir çatışma ideolojisidir.
Günümüzde Batı
Maalesef Batı, modern çağlara geldiğinde de saldırganlığında biri azalma olmamıştır. Batı kendi dışındaki dünya ile uyumlu yaşamayı ve hatta bir başka kültürle karşılıklı kültür alıp vermeye dayalı kültürleşmeyi bilmez. Çünkü kendisinin dışındaki kültürler rasyonel olmayan ilkel kültürlerdir, yani sağlıklı değildirler. Batı, içkin bir kültüre sahiptir, dolayısıyla her içkin kültür gibi, çıkarcılığı, güç ve şiddeti önceler. Bu nedenle ABD başta olmak üzere Batılı devletler diğer toplumlarla ilişkilerini açık veya üstü örtük bir şiddet üzerinden götürmektedirler. Sürekli kullanabilecekleri terörist grup ve kuruluşlar türetmeleri de bu temele dayanır.
Batı, “yüksek” olarak bilinen değerleri bir “araç değer” olarak kullanmaktadır. Çünkü güç, kendisi için bağlayıcı bulduğu yerde değer tanımaz. Kendi ortaya koyduğu normlara başkalarının uymasını ister ama kendisi rahatlıkla es geçebilir. İnsanlığın hak, adalet gibi kadim değerlerine aykırı hareket etmede hiç tereddüt etmez.
Modern yapılar bireysel ögelerden meydana geldiği için oluşumları bir yerde tutma kaygısı içindedir. Bundan dolayı birlik ve bütünleşme modern kültürün önem verdiği ilkelerdir. Ellerinin altındaki dünyayı bunlarla tutmak istemektedir. Halbuki dünyanın ihtiyacı “beraberlik” tir. Birliğin nihai hedefi farklılıkların onu meydana getiren unsurların farazi bir eksende izole edilip bire indirilmesidir. Hâlbuki buna karşılık beraberlik farklı unsurlarla bir arada yaşayabilme erdemidir. Batının bu beraberliğe aklı yatmamaktadır.
Batı bugün ciddi sorunların eşiğindedir. ABD her geçen gün dünya kamuoyunda itibarını yitirmekte, AB dağılmanın eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Eğer AB dağılırsa Batıda ırk ve mezhep çatışmasına dayalı yüzyıl savaşları tekrar başlayacaktır. Elindeki yegâne aracı güç olan Batı yeni bir şiddet dalgasına öykünmektedir. Bunun için bir düşmana ihtiyacı vardır ve bu da İslam’dır. Batılı yöneticiler halk kitlelerini, İslam korkusuyla şartlandırmaktadırlar. Buna göre her Müslüman bir terör adayıdır. Medya imkanlarıyla manipüle etmeye alıştıkları halklar şimdilik buna inanmaktadırlar. Tıpkı Körfez saldırısı başlarında Saddam’ın Irak’tan atacağı füzelerle binlerce mil uzaktaki New York’u gaza boğacağı iddiasına inandırılan halkın, kapı ve pencerelerini jelatinle kaplamaları örneğinde olduğu gibi. Hâlbuki doğal olarak, korkulacak bir İslam şiddeti, kendi ürettikleri örgütlerin dışında doğal bir Müslüman terörü yoktur.
Batının günümüzde şiddeti hep var kılmasının birbirine bağlı iki önemli sebebi vardır:
1) Sömürge halklarının kendilerine gelmeleri halinde intikam alacağı kaygısıdır. Akıl hocası Bernard Lewis, Müslümanlar kendine gelirse Batıdan mutlaka intikam alacaklarını iddia etmektedir. Halbuki İslam toplumlarının böyle bir duygusu düşüncesi yok. Hatta teknolojisi nedeniyle minnet duymaktadır. İntikam konusunda Batı kendinden pay biçmektedir.
2) Kendisinden üstün bir güç oluşumuna fırsat vermemektir.
Bunun için Batı dışı toplumların maddi ve manevi imkanlarının elinde tutulması gerektiğine inanmaktadır. Din, Batı dışı (ve özellikle Müslüman) toplumların önemli potansiyel imkanlarıdır. Şu anda ender çıkışların (ki onlar da kendi ürettikleri terör gruplarındandır) dışında Batı dünyasında Müslümanların terör bağlamında yaptıkları hiçbir şey yok iken tüm Müslümanları terörist ilan etmeleri bu çirkin projenin bir ürünüdür. Yani bu davranış bildik bir Batı şiddetidir. Yani kendi şiddetini tolere edecek bir gerekçe üretmektedir.
İslam terörü söylemi, İslam gibi barışçıl bir dine yapılabilecek en çirkin iftiradır ve paranoya düzeyinde bir gelişme göstermektedir. Milyonlarca Müslümanın yaşadığı Batıda bu kitlelere mal edilebilecek bir İslamcı saldırı yoktur. Ama bizzat Batılı yönetimlerin de manipülasyonuyla hemen her gün bir Batı ülkesinde Müslümanlar bir biçimde saldırıya uğramakta, camiler kundaklanmakta, sokakta kılık-kıyafetlerinden dolayı kadınlara saldırılmaktadır. Asıl şiddet budur. Suriye’de DAEŞ’in kafa kesme seansları için kullandıkları aktörlerin kimliği Müslüman olsa bile bu kendi ürettikleri bir terördür. Bugün Batının, dünyanın değişik yerlerinden ailecek gelip mücadele vermeleri için mali desteklerde bulundukları bilinmektedir. İşin ilginç tarafı Amerikalı yetkililer DAEŞ örneğinde olduğu gibi bunların önemli bir kısmının ABD kuruluşu olduğunu açıkça itiraf ederken bazı Müslümanlar bu örgüt üzerinden Müslümanları suçlamaktadırlar.
Yaşanan süreç, Batının iyi bir geleceğe doğru gitmediğini göstermektedir. Hem AB hem ABD, bir alternatiflik içinde kurgulamaya çalıştığı dünyada inanılmaz ve güvenilmez bir yere doğru gidiyor. Hızla yaşanmaz hale getirdiği dünyanın içinde kendileri de mahsur kalacakları bir duruma doğru ilerliyor. Dünya ve tabi öncelikle Batı yeni Faşizmler, Nazizmler yaşamaya namzet gözüküyor.
Batı, değerlerinin testinde sınıfta kalmıştır. Batıyı Batı yaptığı düşünülen Demokrasi, insan hakları, özgürlük, tüm değerler ıskalanıyor. Demokrasi, insan hakları, özgürlük, vb. gibi küresel hale gelmiş bu üst değerleri; hak, adalet, insaniyet, yardım severlik, şefkat, merhamet gibi evrensel nitelikteki insani yüksek değerlere bağlı olmadığı için hızla erozyona uğramaktadırlar. Söz konusu ettiğimiz küresel değerler bir yüksek değer değil, araç değer olarak kullanılmaktadırlar. Daha açık ifade etmek gerekirse mesela demokrasi kendileri için ayrı, başkaları için ayrı bir anlam taşımaktadır. Kendi çıkarlarını koruduğu oranda değer taşımakta, yoksa darbe yönetimleri, işlerine yaramayan bir demokrasiden daha iyi bulunmaktadır. Buna göre mesela Mısır’da darbe ile gelmiş Sisi yönetimi, Türkiye insanının yüzde 50’den fazlasının oyunu alarak iktidara gelmiş Erdoğan iktidarından daha değerlidir. Çünkü darbe yönetimi demokrasiyi korumak(!) için yapılmıştır. Bu süreç, “güçlü olanın değerleri hep yüksektir” anlayışına sahiptir ve Batı değerlerini hızla erozyona uğratmaktadır. Unutulmamalıdır ki yüksek değerler güçten değil, haktan referans alırlar. İslam’a düşman olduğu oranda da Batı bu yüksek değer açığını hiçbir zaman kapatamayacaktır.
Sonuç
Batı eliyle, insanlık, 20. Yüzyıla kadar, şiddete dayalı küresel- vahşi bir sömürgecilik dönemi yaşadı. 20. Yüzyılda yakın bir zamana kadar bu, hayli kristalize olmuş bir şiddetti. Şimdilerde Batı, dünyaya, tabir caizse bir post modern şiddet dönemi yaşatıyor. Barışçı görünen ama dünya barışını altüst eden, yine insanlığın kan ve gözyaşından nemalanan sömürgeci şiddet; ciddi hiçbir şey söylememekte, hiçbir şeyi de dinlememektedir. Hile ve yalanları ortaya çıktıkça da aldırış etmemekte, hatta artık bir gerekçe gösterme ihtiyacını bile duymamaktadır. En önemli araçsal yapısı ise terördür, bolca terörist örgüt üretmektedir. Terörist kavramı bile, orada duran ve anlamı bilinen bir olgu değil, onun terörist dedikleridir. Mesela bu çerçevede uluslararası fırıldaklar döndüren ve dinci olarak nitelenen Gülen örgütü bir (İslamcı) terör örgütü değildir.
Medya desteğindeki post-modern şiddet modern şiddete rahmet okutacak düzeydedir. Terör haberi verirken ekranlarda gösterilen, camilerde saf bağlamış namaz kılan masum insanlar, İslam dünyasının değişik yerlerinde çarşı-Pazar alış-veriş yapan, kendini resimleyen fitnecinin fitnesinden bile habersiz başı örtülü kadınlardır. Batı medyasına göre bunların her biri İslami terör (!) adayıdır.
Kur’an’ın ifadesiyle “Bozgunculuk yapmayın, dendiği zaman onlar, ‘Biz ıslah edicileriz derler’, halbuki onlar gerçekten bozguncudurlar”. Mesela Suriye’ye (bozgunculuk edip) müdahale etmeselerdi bir milyonu aşkın insan ölmeyecek, yaklaşık 7 milyon insan mülteci konumunda kalmayacaktı. Daha kötüsü bu sömürgeci ruhun insanca bir muhasebe yapmak, pişman olmak ve bunu telafi etmek, kendisiyle yüzleşmek gibi bir düşüncesi bulunmamaktadır. Gerçi bırakın sömürgecileri, sömürge aydınları bile, bu işten Müslümanları sorumlu tutmakta bir mağdur Müslüman toplulukları suçlamakla meşguldürler.
Evet, Batı ciddi bir tökezlemenin eşiğindedir. Ekonomik kurgu mevcut kurumsal oluşumları bambaşka biçimde dönüştürmektedir. Güvenlikçi sistem, sınai-kent, ulus-devlet vb. beklenen fonksiyonlarını hızla kaybetmektedir. Batı söz konusu kültür koduna uygun olarak bu sorunların içinden hala yine güç ve şiddetle çıkabileceğine inanmaktadır. Modern kültürün vaat ettikleri (hastalıkların aşıldığı sağlıklı bir hayat, insanca bölüşüm, toplumsal barış ve huzur, vb.) gerçekleşmemiş, sömürü, haksızlık, hastalık, terör, vb. bütün toplumları sarmıştır. Sömürgeci küresel siyaset umut pompalasa da pek çok sağduyulu düşünürün de ifade ettiği gibi modern kültürün bu alt yapısıyla, olumlu beklentiler hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Aslında Batı, sırf İslam ile çatışmıyor, insanlıkla çatışıyor. Hatta kendi içinde bir çatışmaya doğru gidiyor, 30 yıl, Yüzyıl Savaşları kapıda gözüküyor.