15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / SOSYAL DEĞİŞİM VE İSLAMİ KİMLİĞİN KAYBI
SOSYAL DEĞİŞİM VE İSLAMİ KİMLİĞİN KAYBI

SOSYAL DEĞİŞİM VE İSLAMİ KİMLİĞİN KAYBI Prof. Dr. Mehmet Şener

İnsan, Bilgi ve İnanç

Bilgi, insanın fizikötesi âleme uzanabildiği yegâne yoldur. Aslında bilgi, insanın kendisini keşfetmekle başlar ancak, bu noktada kalmaz. İnsan idrakinin uzanabildiği her noktada bilgi ile elde edilmiş zenginlikler bulunmaktadır. İnsanın kâinata bakıp ta, gerek kendisi ve gerekse yaşadığı âlem içerisindeki çeşitli olaylara yönelik değerlendirmeleri, yaşama felsefesini manalandırmakta ve hadiseleri derinliğine kavrama konusunda büyük bir perspektif ortaya koymaktadır.

Bütün mesele, insanlığa yeni ve huzur getiren mutlak bilgi kaynaklarını keşfedebilmek ve bu kaynaklar ile inanç değerleri ve akıl arasında sürekli bağlar kurmaya çalışmaktır. Çünkü inanç ve akıl, birbiriyle çatışma içerisinde olursa, insanın huzuru ve dengesi kaybolmaktadır. Eğer hayatın rotası, belirsiz ve faydasız bilgiler üzerine kurulursa, bu yapı uzun süre devam edemeyecek; çok yönlü sarsıntılar; insanın ve toplumun yaşayış düzenini bozacaktır.

İnanç (iman) sisteminde değişim; medeniyet düşüncesinin bilgi ile olan üretken ve uyumlu münasebetiyle büyük ölçüde alakalıdır. Çünkü insan, sürekli kendi dışındaki dünyayı izleyecek; kendi iç âlemi ile bu dünya arasındaki en uygun ahengi kurmaya çalışacaktır. Bunu yaparken de, sahip olduğu inanca göre bir değerlendirme ve yaşama tarzı içinde olacaktır. Bu mücadele, aslında onun dünyaya gelmesinin en önemli sebebidir: ve insanın “imtihanı” olarak adlandırılır.

Bilginin kaybı, gerçek hayat dünyasının kaybolması manasına gelmektedir. Bu olayın bir başka yönü, ilim adamının erozyonudur. İlim adamı, tabii ve sosyal gerçeklere uygun hareket etmek zorundadır. Onun bu tavrı, bütün bir toplumu ve geleceği tehlikelerden koruyacak yegâne güvenlik engelidir. İslami literatürde, “âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” prensibi yer almaktadır.

Bugün, toplumun bilgi ile ilgili çok yönlü problemleri bulunmaktadır. Toplumlar, gerçek bilgi’den uzaklaştırılmakta, faydasız ve gereksiz bilgi ile meşgul edilmektedir. Bilgi adına bilgisizleştirme, günümüz sosyal yapısını alt-üst etmektedir. Bu konunun temelinde, çoğunlukla; toplumu ait olduğu medeniyet bilgisinden uzaklaştırma ve başka medeniyetlere benzeme duygusu yatmaktadır.

Bilgide farklılaşma, giderek değerlerde de farklılaşmayı sonuçlandırmakta ve budurum, sonu gelmeyen olumsuz bir değişim hareketine insanı ve toplumu, ister istemez sürüklemektedir.

Batı’nın sezgici anlayışı, zaman içinde İslam düşüncesini de etkilemiş ve batı’da olduğu gibi, bazen aklı da devreden çıkararak bazen de akla, gereğinden fazla değer vererek düşünce ve hayatta bir dengesizliğe yol açmıştır:

İslami epistemolojide, geleneksel metodolojinin en ciddi eksikliklerinden birisi, Müslümanların aklı feda ederek, sezgiye aşırı önem vermeleridir. Bu da imanın yozlaşmasına sebep olmuştur. Akıl ile imanı, saçmadan, batıl inançlardan ve karıkoca hikâyelerinden ayıramayınca, bunlar hakikatler olarak görüldü ve inancın içine nüfuz etti. Aynı şekilde, bu defa sezgici inancın aleyhine aklın gereğinden çok vurgulanması onu, materyalizme, faydacılığa, mekanizme ve anlamsızlığa indirgeyerek akıl hayatını tahrif etti. (Faruki, 1987:36)

Sosyal Değişim Veya Değiştirme

Sosyal değişme, herhangi bir toplumun dinamik fonksiyonlarından biridir. Toplum bazen ileriye bazen de geriye doğru bir değişim içerisine girer. Toplumdaki değişim çok yönlü etki ve tepkilerin meydana getirdiği bir hadisedir. Toplum kendini canlı bir organ gibi, bu değişimlere karşı uyanık tutmak ve değişimin istikametini olumlu bir yöne çevirmek durumundadır. Yani değişmenin asıl aktörü insan ve toplumdur. Böyle bir durumda toplum, olayları kendi değer yargılarına göre değerlendirmek ve ona göre bir tavır almak zorundadır.

Bir toplumda değişim, kendi tabii süreci içerisinde ve toplumdaki münevver ve entelektüellerin bilgi, tecrübe birikimi ve çabaları ile gerçekleşmesi beklenirken; değişimin, zoraki ve çeşitli politikalar yoluyla, yabancı fikir ve değerler empoze edilerek gerçekleşmesi; olayı, sosyolojik değişim boyutlarından çıkarıp, zoraki ve sun’i bir değiştirme ameliyesine dönüştürmektedir. Batı sosyoloji literatüründe pek yer verilmeyen “alteration”, yani değiştirme olayı, Batı dışı ülkelerde gerçekleştirilen fakat sosyal olmayan bir değişiklik türünü gündeme getirmektedir. Olay, toplumsal ve tabii dinamiklerin dışında gerçekleşmeye başladığında da, o topluma ait ideal, beklenti ve arayışların çerçevesi dışına çıkılıyor ve bir “sosyal mühendislik” çalışması başlamış oluyor.

İslam toplumu, kendi iç bünyesinde ortaya çıkan ve itikadi görüşlerine ters bazı rahatsızlıklarla belli bir ölçüde sapmaya uğrarken, yabancı hayat tarzlarının benimsenmesiyle de içten içe bir çözülmeye uğruyordu. Prof. Nedvi’ye göre, Müslüman cemiyet, diğer toplum ve kültürlerle temasa geçmeye başladıktan sonra, bu tür tehlikeler kendisini hissettirmeye başlamıştı. İlk zamanlar inancın güçlü oluşu ve sosyal yapının sağlamlığı sebebiyle yabancı düşünce veya felsefeler fazla etki yapmıyordu. Fakat zamanla müslümanların iman ve düşünce alanlarında zayıflamaya başlamaları, dış tesirlerin bünyeyi tahrip etme noktasına gelmelerini sağlamıştı:

Yabancı görüşlerin, felsefelerin insan ruh ve aklına değer verici yönü, nefisleri memnun eder vaziyetteydi. Dolayısıyla bu görüşler, İslami şuuru zayıf olan kafa ve gönüllerde bir etki yapıyordu. Böylece, gerek müslüman milletler kanalıyla, gerek taklit ve cehalet yoluyla cahiliyet ve şirk'e kadar varan unsurlar kabul görmeye başlamıştı. Cahiliyet hayatının inanç ve yaşayışı, Müslüman değerleriyle karıştırılmıştır. Toplum daha sonra, Emeviler devrinden itibaren maddeci zihniyetle, son hadde varan azgınlıklarla, zevk ve eğlencelere yönelmekle imtihan geçirmek zorunda kalmıştır. (Nedvi, 1979)

Tarihçi Asım'a göre III. Selim ve reformcuların Fransız taraftarlığı yüzünden bir Frenk taklitçiliği başlamıştı. "Ananevi kişilik giysisinden soyunmuş yenilik heveslileri Frenk hocalardan yabancı dil öğrenip korkusuzca konuşuyorlar, Frenk siyasi fikirlerini yayıyorlardı. İslam ve Osmanlı düzenine ve şeriat’e inanmıyorlar; kitap ve sünnette yargıların ya insan aklı ile konmuş kurallar, ya da "İsrailiyat" hurafeleri olduğunu söylüyorlardı. (Asım Tarihi II, 2010: 9-10)

Bu durum, Said Halim Paşa’nın, şu cümlesindeki çok önemli analizi aklımıza getirmektedir: Yenilikçilerimizin en büyük hatası şudur: Onlar, memleketin siyasi vaziyetini istedikleri gibi değiştirmekle, içtimai durumunu da arzu ettikleri gibi değiştireceklerini zannettiler. Sadece bazı kanun ve nizamların bir milletin içtimai yapısını istenildiği gibi değiştireceği safdilliğine düştüler. (Said Halim Paşa, 61-62: 1991)

Modernleşme, öyle hızlı ve plansız başlamıştır ki; onun sonuçları işte bu yönelişten büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Bunun belirtileri, özellikle Cumhuriyetin ilk nesilleri üzerinde fazlaca görünmektedir. Modernleşme ve batılılaşma, bir "nas gibi" o devrin insanlarının kafalarında yer etmiş ve değerlendirmeleri de bu devrimci nassın ışığında yapılmıştır.

Prof. Dr. M. Turhan'a göre, kültür değişmeleri, taşkın heyecan ve ihtirasların karşılığı bir inkılâp çerçevesi içinde meydana geldiği zaman, aynı cemiyete mensup bir şahsın bunları objektif bir tarzda da olsa tetkik etmesi, muhtelif sebeplerden dolayı kolay olmayacaktır. (Turhan, 1969: 189)

Modernleşmenin sadece teknolojide ve bilgi aktarımında kalmadığı zamanla görüldü. Batı, Müslüman toplumları kendi değer ölçülerinden koparmak üzere, İslami konuları incelemeye ve güya İslam toplumlarının gelişmesine yardımcı olmak üzere, oryantalistleri görevlendirmeye başladı. Oryantalistler, çalışmalarını iki medeniyetin birbirlerine yardımı şeklinde gösteriyorlardı. Aslında bütün hedef, Müslümanları İslami değerlerden koparmaktı. Bunların tesiri ile İslam ülkelerinde Batıcılar ve laikler gibi, Batıya dönük iki akım ortaya çıktı. Batıcılar; her şeyi ile Batıyı örnek almak isterken, laikler, din, ahlak ve ibadet dışındaki unsurların Batıdan alınmasını istiyorlardı. Son tahlilde her iki akım da, İslam’dan uzak bir noktada birleşiyorlardı.

Müslüman topluluklarda toplumların değişmesinde önemli roller oynayan bir akım ve bu akımın temsilcilerine işaret etmek gerekir.

S.N. Attas’a göre, İslami manasıyla rönesans, geleneksel çerçevesi içinde bir yenileyici veya müceddid’in fonksiyonuyla özdeşleşen tecdid, yani yenilenme olabilir. İslam tarihi, kelimenin gerçek manasıyla, İslam dünyasının şu ya da bu yöresinde bir müceddid’in eylem biçimi şeklinde pek çok rönesanslara tanık olmuştur. Bu değişim olayında müstesna insanlar önemli roller oynamışlardır.

Nasıl Bir Yol İzlenmesi Gerekiyor

Medeniyetler çerçevesinde olaylara bakmak, aslında büyük bir perspektiften toplumları değerlendirmek gibi farklı bir metodolojiyi gündeme getirmektedir. Günümüzde bu konu, batı’nın küreselleşme veya globalleşme adı altında yapmak istediği tekmerkezli bir birliktelikten farklı bir şeydi: Bu yaklaşım, özellikle farklı büyük dinlerin istikametinde gelişen ve bu dinin de katkısıyla, benzer kültürler etrafında oluşan bir yaşama perspektifinin genel çizgilerini içine almaktadır. (Davutoğlu,1999:34 )

İnsanımızın öncelikle kendi medeniyetini seçmesi gerekiyor. Ortadoğu bölgesinde hakim faktör olan ve genel çizgileriyle İslam medeniyeti adına alan bu zaman dilimi; inanç, bilgi, ekonomi, siyasi sistem ve idealler noktasında onu karakterize etmekte ve biçimlendirmektedir. Ama bu medeniyet; medeniyetler arası çatışma olayında tarif edilen türde bir medeniyet olmaktan çok; başka inanç ve kültürlerin insanına da, en az kendi insanı kadar değer verebilen bir “birlikte yaşayabilme” örneği ortaya koymuştur. Türkiye insanı, uzun ve ciddi hayat devrelerini; bu medeniyet temeli ile yoğrularak şekillendirmiştir.

İslam medeniyeti, yeni gelişmeler karşısında aciz ve tepkici bir tutum içinde olmamıştır. Fetih hareketleri ve buna bağlı çabalarla çeşitli kültür ve medeniyetlerle karşı karşıya gelmiştir. Bütün bunlar karşısında İslam, özünden bir şey kaybetmeden pek çok yeni müesseseleri, hükümleri özümsemiş ve onlara kendi mantalitesini yerleştirerek İslamileştirmiştir. Çünkü İslam anlayışı, insanları yaratılış amaçları doğrultusunda gerçek kulluğa ulaştırmak ve kullara kulluktan kurtarmak düşüncesindedir. Böylece kendi değerleri ile çatışan değer yargılarını ıslah veya değiştirmek suretiyle sosyal yapıyı yenilemek istemiştir. İslam, bir yeniliğin kendi bekasını ortaya kaldırmaya çalışmadığı müddetçe onu kabul eder. İslam detaylar konusunda milli örf ve adetlere, zaman ve mekâna önemli bir yer ayırmıştır.

İnsanımızın ve toplumumuzun kendini yenilemesi konusunda İslami tercihi, onun sadece sosyal yönden ve tarihi tecrübe ile kendini ispat etmesinden kaynaklanmamıştır. Aynı zamanda, insanın temel yapısı ve toplumun köklü dinamiklerine en tabii ve uygun açıklamalar getiren bu dinin, insan tabiatına uygun bir sistem hazırlama özelliğine de sahip olduğu görülmektedir. Toplum ve insan, bu bakımdan ruhi ve anlayış itibariyle “İslami bir diriliş" i temel yaşama felsefesi olarak görmektedir. Bu öyle bir yenilik ve değişimdir ki, çağların değişiminden etkilenmeyen; fakat insanın iç âlemi ve fikri yapısını besleyen "manevi bir enerji " halinde hayata cevap vermektedir.

Cevdet Said, bu konuda şöyle bir değerlendirme ile meseleyi daha da psikolojik boyuta indirgeyerek açıklamaktadır:

Kur’an, insanların yaratıldıkları gibi temiz kalmayarak karakter ve yapısını bozduğunu kabul ederek menfi bir değişime müsait olduklarını söyleyerek, nefislerini arındırmaları gereğine temas eder. Kur’anî yöntem, tüm yönleriyle müslümanların zihninde gerçek manada ve apaçık biçimde yer tutmaktadır. Hatta bazen bu kavrayış, İslami gerçeğin aksi bile olabilmektedir. İşte bu yüzden İslam’a nisbetle müslümanların nefislerinde olanı az yada çok değiştirmesi gerekmektedir. (Said,1972 ; 8). Türkiye’de sosyal fıkıh çalışmaları, yakın tarihi süreç içerisinde sosyal hayatı önemli ölçüde yönlendiren ve toplumsal problemleri değerler ve gelenekler çerçevesinde çözmeye çalışan dinamik bir çalışma ve uygulama alanı olarak görünmektedir. Sosyal bilimlerin uzun süre gündeminde tutulan bu hareket, batılılaşma doktrinlerinin birer kurtuluş reçetesi olarak idrak edilmesiyle, ani bir şekilde gündemden kaldırılmıştır. Hâlbuki sosyal fıkıh, toplumun kültüründen ve geleneklerinden oluşan sosyal çözüm metodolojisi olarak tarihi ve sosyolojik bir niteliğe sahipti. Fıkıh, genelde İslam ve özelde Osmanlı toplumunun “sosyal ilmi” dir.

İslam dünyasındaki değişim ve dönüşüm olayını, batılı şartlar ve öncelikler listesi içerisinde izah etmek mümkün değildir. İnsanın irade ve tercihleri doğrultusunda gerçekleşen sosyal sistemleri; genel bir kurallar sistemi ve şablonu içerisinde değerlendirmek, sosyal ilim mantığına da aykırıdır. Çünkü her sosyal varlık, kendisine has özellikler taşımaktadır. Bu yüzden İslam toplumlarında sosyal değişimin dinamikleri, kendi tarihi ve sosyal şartları ve değer tercihleri doğrultusunda açıklanabilme imkânına sahiptir.

Aslında Kur’an’ın mesajı, sosyal ve kültürel hayatın ahlaki bir saha olduğudur. Mesaj; biyolojiyi ruhla, maddeyi ahlakla, bireyseli kollektifle, kolektifi insanüstüyle birleştiren önemli ilişkileri tanımlar. (Dawies,1991, 147)

İnsanlığın müsbet değişimi hususunda peygamberler en çarpıcı örnekler olmuştur. Onlar, insanları fiilen ve zorlayarak değiştirmeye çalışmamış, güzel yaşayışlarıyla toplumlara örnek model olmuşlardır.

Peygamberler örnek insan tipi ortaya koyar ve bu arada bir davet metotu ile gelirler. İnsanlar, Peygamberlerin durumuna bakar ve bu örnek insanların yaşayışı ile kendi yaşayışlarını mukayese ederler. Bu mukayesenin getirdiği değerlendirme ile durumlarını gözden geçirirler. Böylece, tabii bir değişime kendiliklerinden razı olurlar. Değişim olayına böyle bir açıklama getirilmezse, insandaki cüz’i iradenin fonksiyonunu kabul edilmeyerek, olayı yanlış bir şekilde başka dinamiklerin bir versiyonu olarak değerlendirme durumuna gidilebilir.

Sonuç

Türkiye’de toplumun fikri, ahlaki ve manevi değerlerden uzaklaştırılmasıyla meydana gelen hadise, sosyal değişme değil, açık bir “zoraki değiştirme” olayıdır. Bu yüzden, toplumun kendi değer ve düşünce sistemine yönelik talepleri, haklı ve gerçekçi talepler olarak ortaya çıkmaktadır.

Fakat yerli ve değerlere dayalı bir sosyal ilim çalışması ile halkın huzur içinde ve kendi gerçeklerine uygun bir değişimin sağlanması, halkın kaderine ortak olan sosyal ilim mensupları tarafından gerçekleşebilecektir. Bilgi sistemi olarak İslam’ın bilinmesi ilk şart olurken, bu ilmin hayatın ve toplumun gerçeklerine uygun bir şekilde inşa edilmesi ayrı bir uzmanlık alanıdır.

Bu yüzden ilim, ahlak, iman ve toplumun sosyal gerçekleri bu tür bir çalışmada en önemli temel alanlar olarak karşımızda bulunmaktadır. Yeni bir değişimin olabilmesi, problemlerin iyi tesbit edilmesi ve insan ve toplumun bu gerçeklerle iyi bir şekilde buluşturulması ile mümkün olabilecektir.

Kaynaklar:

. Asım Efendi (2010) Asım Tarihi, (II.III), İstanbul

. Binnebi, Malik (1990) İslam Dünyasına Bakış, Çev. Muharrem Tan, Yöneliş Yayınları, İstanbul

. Davutoğlu, Ahmet (1999) Tarih İdrakinde Metodoloji, Divan Dergisi, Sayı 2, Bilim Sanat Vakfı, İstanbul

. Dawies, MerrlyWyn (1991) Kendimizi ve Başkalarını Tanımak, Çev. T.Doğurkargın, Endülüs Yayınları, İstanbul

. Faruki, İsmail Raci (1987) Bilginin İslâmîleştirilmesi, Çev. Fehmi Koru-Nureddin Yıldız, Risale Yayınları, 3. bsk., İstanbul

. Said, Cevdet (1972) Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İnsan Yayınları,İstanbul

. Şener, Sami(2009) Sosyoloji, Sosyal Bilimlere Alternatif Yaklaşım, İnkılab Yayınları, İstanbul 2009

fakültesi dergisi , XX (1)

. Şener, Sami (2016) Sosyal İlim ve Değerler, Strateji Danışmanlık Yayınları, İstanbul

. Turhan, Mümtaz (1969) Kültür Değişmeleri, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul