12 Eylül 2024 - Perşembe

Şu anda buradasınız: / SÖMÜRGECİ EĞİTİM SİSTEMİ VE İSLÂM
SÖMÜRGECİ EĞİTİM SİSTEMİ VE İSLÂM

SÖMÜRGECİ EĞİTİM SİSTEMİ VE İSLÂM Muhammed Tarik

1.Tanımlama

Sömürgecilik (Müstemlekecilik/Koloniyalizm): Güçlü bir devletin daha çok ekonomik, ticarî, siyasî ve dinî amaçlarla diğer devlet veya toplumlar üzerinde maddî, manevî bir kontrol ve nüfuz kurması veya üstünlük sağlamak için giriştiği hareketlerin tamamı anlamına gelir. Buna göre sömürgeci bir kavim, bir ülkenin kapılarını zorladığında siyasi, iktisadi, kültürel ve dini menfaatlerini gerçekleştirebileceği bir egemenlik sahası oluşturmak isteyecektir. Bu isteği gerçekleştirmek için ülkesini işgal ettiği halkı, çoğu, yavaş yavaş veya adım adım özünden uzaklaştırmak ve bunun yerine emellerini gerçekleştirmesine imkân sağlayacak bir zihniyet sistemi buna bağlı bir içtimai/iktisadi/kültürel çevre ve zemin oluşturmaya çalışacaktır.

Sömürgeciler, yerli halkın direncini kırmak, onu uysallaştırmak ve nihayet kendisinin entegre olunması istenen sistem ve değerleri savunacak konum getirmek için hem onun zihniyet dünyasını yeniden kurmaya çalışır, hem de çeşitli müdahalelerle onun için oluşturduğu dış atmosferi, onun doğal hayat zemini haline getirir.

Sömürgecilik, çoğunlukla siyasi, iktisadi ve toplumsal anlamda boşluk ve zayıflık yaşanan bölgeler üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan bir siyasi harekettir. Amaç ister siyasi, ister iktisadi, ister kültürel olsun, sömürgecilik mutlak suretle sömürenin maslahatını gözetmek, çıkarlarını temin etmektir.

2. Sömürgecilik ve Dil

Bir ülkenin dilini değiştirmek ve onu ana dilinden uzaklaştırıp kendi dilini dayatmak demek, o ülke insanının varlığının yerine kendi varlığını koymak demektir. Burada en büyük koz: “Sizin diliniz bilimsel çalışmalara elverişli değildir; bilim ve teknolojiden uzak durmak artık imkânsız olduğuna göre, bununla uyum sağlamayan kültür, dil, gelenek, örf, töre vb. şeylerin terk edilmesi zorunlu ve kaçınılmazdır” şeklinde özetlenebilir. Şu kadar var ki, her kavmin dili, onun ortak ruhudur. Her milletin maşeri ruhu onun dili şeklinde tezahür eder. Dilinden kopanın ruhu kemirilir ve asıl duyguları zedelenir.

Kişi kendisini en iyi şekilde ana diliyle ifade edebilir. Her şeyi, çevreyi, kavramları, nesneleri bu dille algılar. Ana dilinde halkın ince zekâsı, derin felsefesi, saf ahlakı, örf ve âdetleri kısacası bütün varlığı saklıdır. Bundan ötürü “halkın yaşayışı, kaderi, geleceği, ana dilinden ayrılamaz bir gerçektir.”

Bu açıdan denilebilir ki, bir toplumun hemen her yönü bir şekilde dil ile ilişkilidir: Edebiyatı, felsefesi, sanatı, tekniği ile birlikte bütün kültürü, düşünceleri, kavrayış biçimi, töre ve görenekleri dil ile bir ilişki içindedir. Düşünmemizi sağlayan da düşündüğümüzü dışa vurmamıza yardımcı olan da dildir. Kültürel birikimin sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlayan köprü yine dildir.

3. Sömürgecilik ve Kimlik

Kimlik kavramı, bir kişinin ya da topluluğun kendi niteliklerine, değerlerine, konumuna ve kökenine ilişkin bilinçli kavrayış olarak tanımlanabilir. İnsanların ortak bir ulusal kimlik altında toplanma aracı ise ulusal dil ve kültürdür. İnsan bir ırk, kültür, aile, dil ve din gibi unsurların bir üyesi olarak dünyaya gelir; aidiyet grupları denilen bu yapıların normları ve değer sistemleri doğrultusunda sosyalleşir, kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini öğrenir. Loomba’ya göre insanın doğduğu ülke ve ait olduğu soy ulusal kimliğini; inançları, değerleri ve zevkleri kültürel kimliğini oluşturur. Irka ait kimlikten renginden ziyade, dinsel, etnik, dilsel, ulusal ve sınıfsal farklılıklar konusundaki algılar tarafından şekillendirilir. Yani bir milleti oluşturan onun ten rengi ya da görünüşü değil; neye inandığı, nasıl yaşadığı, hangi dili konuştuğu, olayları nasıl algıladığıdır.

Dil, hem şahsın kimliğinin biçimlenmesinde önemli bir role sahiptir, hemde toplumsal bütünleşmenin olumlu yada olumsuz yönde şekillenmesinde önemli işlevler üstlenir.

Ana dili, milleti millet yapan ögelerin en güçlüsüdür. Nasıl toplumda tüm ilişkiler ana dili aracılığıyla sağlanırsa birey de ancak ana dili sayesinde bir toplumun bir parçası sayılır. Öte yandan dil olmazsa insanların bir arada yaşaması, bir millet oluşturması ve anlaşmaların sağlanması imkânsızlaşır. Kısaca, dil insanlığın ve toplumun temel yapı taşlarındandır. Bir ülke için onun varlığı ve önemi yadsınamaz, çünkü milleti millet, ümmeti ümmet yapan, kültürün bel kemiğini oluşturan odur.

Bu nedenle sömürenin, sömürgeye dilini dayatması onun kimliğini değiştirmeye dönük bir çabadır. Başka kültürlerle temasa geçen her dil bir şekil de tehdit altındadır. Bunun nedeni, bu tür temasların umumiyetle dil üzerinden gerçekleşmesidir. Araplar, Arap yarım adasında kapalı bir toplum şeklinde yaşıyorken dilleri, başka dillerin derin etkisine girecek düzeyde bir temasa geçmiyordu.

4. Sömürgeci Öncelikle Şahsiyet ve Benliği Yok Eder

Sömürgeciler üçüncü dünya ülkelerine girdikleri zaman iki temel inanç ve ön kabule sahip idiler.

Birincisi: Bunlar kurdukları medeniyeti dünyanın en ideal medeniyeti olarak görmekte ve bu gelişmiş medeniyetlerini Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın kendi nazarında geri kalmış vahşi halklarına götürmeyi hedeflemekteydiler.

İkincisi ise geri kalmış bu ülkeler ne kadar ilerleseler de batının kendilerinin gerisinde kalacak ve asla eksikliklerinden kurtulamayacaklardı.

Cevdet Said, Batı’nın veya Avrupa’nın Şark’a bakışını şu şekilde ifade eder: “Şark, Avrupa’nın sadece komşusu değildir. Onun en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekânı, uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en derin, en sık yinelenen öteki imgelerinden biridir. Ayrıca Şark, onun karşıt imgesi, düşüncesi, kimliği, deneyimi olarak Avrupa veya Batı’nın tanımlanmasına yardımcı olmuştur.”

1883-1907yılları arasında İngiltere’nin Mısır’daki çıkarlarını korumak üzere bir İngiliz sömürge valisi gibi görev yapan E. B. Cromer, Mısır’da bulunduğu yirmi yılı aşkın süre boyunca, Arapça namına bir şey öğrenmemiştir. Bu durum, ancak İngilizlerin kendilerini ilerlemenin, endüstrileşmenin öncüsü ve medeniyetin lideri olarak görme psikolojisiyle açıklanabilir. Cromer, sömürge altında bulunan ülkenin dili ve kültürünü aşağı görmekteydi.

Sömürgeci bakış açısını oluşturan bu esas üzerine, üçüncü dünya ülkelerine karşı geniş kapsamlı bir beyin yıkama (!) faaliyeti başlatılmıştır. Sömürülen halkların (siyah ötekinin), sömürgecileri (beyaz özneyi) taklit etmelerini garanti etmek için büyük bir faaliyete giriştirler. Fransız sömürgesinin Afrika’yı işgal ettiği süre zarfında Fransız öğretmenler, Afrikalı çocuklara, vahşi olduklarını telkin ettiler. Bu öğretmenler, Afrikalı çocuklara, onları atalarından gelen geri kalmışlık ve vahşilikten kurtarmak üzere geldiklerine inandırmaya çalışıyor ve kendilerinin taklit edilmesi gereken örnek insanlar/efendiler olduklarını söylüyorlardı. Ulaştıkları halkları (siyah ötekileri), batı yaşam tarzını tüketmeye teşvik ediyor, bu yaşam tarzını bina ettikleri değerlerle yeniden inşa olmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Bu şekilde, sömürülen halkların millî benliklerini tedrici olarak yıkmak, onları kültürlerinden, geçmişlerinden ve felsefelerinden uzaklaştırmak istiyorlardı.

Gana Cumhurbaşkanı Ahmed Sîkûturi’nin hatıratında dile getirdiği şu noktalar, sömürgecilerin/efendilerin, işgallerini ölümsüzleştirmek için sömürülen halkın zihin dünyalarını yapılandırma gayretlerine dair unutulmaması gereken önemli hususlardır:

“Biz Afrika’nın kültürlüleri/okumuşları, Fransızca eğitim gördük, Fransız sömürge okullarında Fransa’nın tarihini, Gal savaşlarını, JanDark’ın hayatını gördük; Lamartine’in şiirlerini ve Moliere’in tiyatrolarını okuduk. Fransız idare şeklini öğrendik. Sanki kendi ülkemiz Afrika’da tarihsiz, yersiz, herhangi bir değer ve ahlaki öğretiden yoksunmuşuz gibi. Sömürgeciler bizden, kendi çıkarlarına hizmet edebileceğimiz düzeyde bilim, kültür eğitimi verdiler. Sömürgeciliğin gölgesinde eğitim öğretim bu tarzda şekillenmişti. Sömürgeciler Afrikalı bir öğretmenden, kendisi gibi düşük seviyeli öğrenciler yetiştirmesi için basit düzeyde bir bilim ve kültür eğitimi görmesini uygun gördüler. Sömürgeciler Afrikalı ruşen-fikrin Descartes’ı ve Bergson’u düşünmesini istediler, onların kendi değerlerini kültürlerini ve zenginliklerini öğrenmelerine müsaade etmediler, bu nedenle gençlerimizin çoğu el-Hacc Umar ve Ahmed Sâmûrî gibi millî Kahramanlarımızı bilmezler. Biz bu minvalde devam edince kalkınma ve ilerlememizi sağlayacak kendi şahsiyetimizi geliştiremeyeceğiz.”

Sömürgeciler, ümmet ve millet benliği ile kendilerine dayatılan yabancı benlik arasında gelgit yaşayan, dillerine ve kimliklerine sahip çıkma imkânları neredeyse tamamen elinden alınan bir nesil, bir millet meydana getirmeye çalışırlar. Sömürgeciliğin ırkçı, ötekileştirici tahribatları karşısında ortaya çıkacak tablo elbette ki çatışma, kimlik bunalımı ve aidiyet sorunları olacaktır.

Sömürgeleştirilen insanın psikolojisi ve konumu şöyle özetlenebilir:

Sömürgeleştirilen insan, yurttaşlığın hiçbir yönünden yararlanamaz; bağımlı olduğu, karşı konulup bastırıldığı için ne kendi yurttaşlığından ne de sömürgecinin yurttaşlığından yararlanabilir. Birine doğru dürüst bağlanıp diğerini talep edemez. Toplumda hak ettiği yerde olmadığı için kendini gerçek bir yurttaş konumunda hissedemez. Sömürgeciliğin bir sonucu olarak sömürgeleştirilen kişi özel hayatı dışında hemen hiçbir zaman millet ve ümmet havasını soluyamaz. O sadece ulusal planda ve yurttaşlık hakları bakımından sadece sömürgeciden arta kalan şeyleri toplamakla yetinir. Onun için bu durum içtimai ve tarihi açıdan kötürümleşme sürecini başlatır ve çok tehlikeli ve ciddi sonuçlar doğurur.

Sömürgeciler, Arapça sınıflarına, notları en düşük öğrenciler alınıyordu. Arapça, diğer dillerin (İngilizce, Almanca ve İspanyolcanın) ardından ikinci sınıf bir dil konumundaydı. 1954’te bile Cezayir’deki ilköğretim bölge müfettişleri şöyle yazmışlardı:

“Arapça ilköğretimde zorunlu ders olarak okutulamaz. Çünkü bir tür diyalekt/halk lehçesi olan Arapça yazıya aktarılmamış, edebî Arapça ölü dil konumundadır ve modern Arapça da yabancı dil mesabesindedir.”

Marakeş’te eğitim ilk kademede Fransızca ve Arapça idi ve lise aşaması tamamen Fransızca idi. Bu okullar, yerli halkın zihnini sömürgeci emellere göre kurgulamak üzere kurulmuştu. Sömürgeciler girdikleri ülkelerde halk arasındaki farklılıkları körükleyerek birliğini bozmayı, dolayısıyla onları daha rahat yönetmeyi ve dönüştürmeyi de hedeflemişlerdi. Bu çerçevede Fransa’nın Marakeş’te çöl ve köy kesimlerinde çiftçi yetiştirmek üzere kurduğu okullarda eğitim, biri Arapça diğeri Berberice olmak üzere iki düzlemde sürdürülmüştü. Amaç, Marakeş halkının Araplığını geri plana itmek, Fransızların onların elinden tuttuğunu hissettirmek ve onları Berberiliğe özendirmek idi.

Somali’nin, özgürlüğünü ilan etmeden evvel, yani Birleşmiş Milletlerin vesayeti altında bulunduğu süre zarfında en fazla mücadele ettiği mevzulardan biri dil konusu idi. Batılılar Somali halkından “resmîdil” olarak İtalyancayı tercih etmelerini istiyorlardı. İtalya’nın Somali’yi işgali sona erdikten sonra da bu dilin Somali halkı üzerindeki etkisi hala devam ediyordu. Zira Somali gençleri İtalya üniversitelerinde eğitimlerini görüyorlardı. Ancak yine de Somali halkının ağırlıklı talebi Arap dili yönünde idi. Batının üzerinde durduğu en mühim mesele Arap dilini ortadan kaldırmak olduğundan sürekli Sevâhilceyi teşvik ediyorlardı. Referandum sonucunda halk Arapçayı seçmesine rağmen Batı, Somali için Sevâhilceyi resmî dil olarak deklere etti.

Diğer yandan Fransız hükümeti Afrika’daki sömürgelerinde, misyonerlere kendi projelerine hizmet etmeleri karşılığında destek veriyordu. Misyonerlik teşkilatlarının, sömürgeciliğin şemsiyesi altında Afrika’ya geldiklerinde yaptıkları ilk şey, Afrika dillerini, özellikle büyük ve güçlü kabilelerin yahut elinde siyasi bir güç bulunduran kabilelerin dillerini öğrenmeye çalışmak ve onlar için bir alfabe bulmak olmuştur. Bu çerçevede kelimelerin anlamlarını tespit etmek için sözlükler hazırladılar. Arapçanın dışındaki her dile sıcak bakabilen sömürgeciler, aynı zamanda kendi dillerini yaygınlaştırmaya çabalıyorlardı. Zaten kısa bir süre sonra Tunus, Cezayir ve Marakeş’te evvelce kurulmuş ve eğitim dili Arapça olan okulların önce ödeneklerini kesmiş, bilahare onları tamamen kapatmışlardır. Ortada yerli halka ait okul kalmayınca bütün eğitim sömürgeci güçlerin kurmuş oldukları okullarda sürdürülmüştür.

1880 yılında Mısır Millî Kütüphanesi Müdürü, Alman oryantalist Wilhelm Spitta Kavâidu’l-Arabiyyeti’l-Ammiyye fi Mısr (Mısır Halk Arapçası Grameri) adıyla Almanca anlatımlı bir gramer kitabı kaleme alır. Bu kitap Arap âleminde Fasih Arapçanın idam fermanı olarak algılanır. Bu dönemde İngiliz sömürgesi lehçeyi ön plana çıkaran yazarların gayretlerini Fasih Arapçaya karşı uygulamakta olduğu plan çerçevesinde kullanmayı ihmal etmez.

İngiliz sömürgesinin sürdüğü 1889 yılında bakanlık, eğitim dilinin İngilizce olacağına dair bir karar alır. Bu çerçevede dil okullarını kapatır ve öğretmen yetiştirmek üzere İngiltere’ye öğrenciler gönderir.

1993 yılında İngiliz mühendis William Willcocks Kahire’deki Özbekiyye Kulübünde Fasih Arapçanın yerine lehçenin ikame edilmesi için çağrı yapar. Burada “Mısırlıların yaratıcı güçlerini kaybetmelerinin temelinde, okuma ve yazmada Fasih Arapçayı kullanmaları yatmaktadır, bu dili kullanmak zaman kaybıdır. Zira bu dil Latince gibi ölmüştür” der ve yegâne çare olarak yazı ve konuşma dilinde lehçenin kullanılmasını gösterir. Aynı şahıs el-Ezher Dergisine de el atar ve makalelerin lehçe ile yazılmasını ister. Willcocks derginin bir süre lehçe ile devam etmesini sağlasa da, âlimlerin Fasih Arapçada ısrar etmelerine dayanamayarak bu isteğinden vazgeçer.

İngiltere, Fransa, Hollanda ve Amerika gibi batılı sömürgeciler girdikleri her ülkede fasih Arap diline, onun kurumlarına, sembollerine ve ilim adamlarına karşı bir mücadeleye girişmişlerdir. Amaç bu halkların birbirleriyle olan bağlarını koparmak, onları parçalamak ve dili bilinmez kılarak dinin temel kaynaklarından halkı bihaber hale getirmektir. Bu amaç hâsıl olduktan sonra sistematik olarak ikinci aşama olan “Halkı manevi, kültürel, duygusal ve iktisadi açıdan kendilerine bağlı ve bağımlı hale getirme” devreye konulacak.

Arap diline karşı verdikleri amansız mücadele ile bilinen Cromer (v.1917), Kitchener, Gordon ve Dunlop’un, Mısır ve Sudan’da bir düzeye kadar başarılı oldukları söylenebilir. Attıkları tohumlar bir süre sonra hasılasını vermiş, özellikle Mısır ve Sudan’da yerli halktan bu bayrağı alıp taşıyacak ve misyonu tamamlayacak bir nesil yetiştirmişlerdir. Bunlar kendi kimliklerini yeniden inşa etmeye çalıştıklarını düşünürken, aslında kendilerine yabancılaştıklarını kabul etmeyen, halk ve ilim camiasında hatırı sayılır bir konumda bulunan bir grup yazar idi.

İngiliz sömürgesinin Mısır bekçisi Cromer de Arapçayı modern bilim için Selâme Mûsâ, Mısır’da 1922 yılında Tut Anh Amun’un mezarı ve hazinesinin ortaya çıkarılmasından sonra hız kazanan, Mısır’ı firavun medeniyetinin devamı olarak gören, Mısır’ın Arap ve İslam kimliğinden farklı kimliğe sahip olmasını öngören Firavunculuk görüşünü savunan entelektüeller arasında yer almıştır.

Selâme Mûsâ, el-Belâgatu’l-Asriyye ve’l-Luğatu’l-Arabiyye isimli eserinde “Arap dili Mısır halkını kültürel kalkınmadan alıkoymaktadır” der. Ona göre Latin alfabesi, kendilerini gelişmiş ülkeler arasına sokacak ve evrensel düşünceye yaklaştıracak, kendilerine onların düşünce yapısını kazandıracak, bilimsel kelimeler daha kolay ifade edilecek. Onun yaklaşımı şöylece özetlenir: “Diyebiliriz ki Latin alfabesi, gelecek için aydınlığa doğru bir sıçrayıştır. Ancak Arap harflerinin bekasından ve gelenekten nemalanan unsurlar bu sıçrayışı kabul ederler mi?”

Mûsâ bu düşünceleriyle Mısır’daki İngiliz sömürgesinin Arap dili karşısındaki hücumlarına ve entrikalarına paralel sözler sarf etmiş, onların emellerini seslendirmiştir. Ona göre, Arap dilinin kavramları ve yazı dili çağın ruhuna uymamakta, değerlerini yansıtmamakta ve ihtiyaçlarını karşılamamaktadır.

Aynı çerçevede Taha Hüseyin, “Teysîru’l-Kavâidi’l-Lugaviyye/Gramerin Kolaylaştırılması” isimli tebliğinde ve 1956 yılında Şam’da gerçekleştirilen Arap Dil Kurumları Çalıştayı’ndaki sunumunda Arapçanın sarf ve nahvinin değiştirilmesi gerektiğine dikkat çekmişti. Bütün bunları Tatvîru’l-luğati’l-Arabiyye el-Fusha ve Teysîruha (Fasih Arapçanın geliştirilmesi ve kolaylaştırılması)ilginç sloganıyla yapmıştı (Huseyin: 1981/152). Yine o, Mustakbelu’s-Sakâfe fi Mısradını taşıyan eserinde Mısır’ın Araplığını tartışma zeminine çekmiştir. Çünkü ona göre Mısır, kültür ve medeniyet açısından Arap-İslam kültürü ve medeniyetinden çok, Orta Akdeniz’e aittir. Yunan ve İtalya’nın, Mısır’a Irak ve Suriye’den daha yakındır. Yani ona göre Mısır Arap olmaktan çok Avrupalıdır. Taha Hüseyin’in 1936 yılında kaleme aldığı bu eser kendi döneminde yazılmış en tartışmalı çalışma idi. Kitabında Mısır’ın doğuya mı yoksa batıya mı ait olduğu sorusunu ortaya atıp kendi tercihini ikinciden yana kullanmakta, ayrıca Mısır’ın Arap ve Müslümanlığına dair hükmü ve kanaati kınamaktadır. Bu çabaları için “sömürgecilerin destekçi kalıntıları halkın, bu dilden nefret etmelerini zemin hazırlamak, onun uluslararası bir dil olduğu hakkında şüphe uyandırmak ve halkı rahat yutulur bir lokma haline getirmek için amansız bir mücadele sürdürüyorlar” diyerek mevzuu özetlemeye çalışır. Sömürgecilerin ortaya koydukları çabanın kültürlü sınıf nezdinde ne denli bir mâkes bulduğunu ifade etmek için yukarıda anılan birkaç örnek önem arz etmektedir. Belki de “Fransızları Almanlaştırmak isteyen Almanlara karşı verilen savaşta, birçok Cezayirlinin savaş meydanlarına sürülerek ölmesi” dahi bu durumdan çok daha az karmaşıktır. Bu dili değiştirmeye çalışmak için gösterilen bunca çaba, aslında bu dilin ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir. Bu önemi Lord Dufferin’in, İngiliz sömürgesinin Mısır’ı işgale başladığı sırada hazırladığı raporunda: “Halk fasih Arap dilini yani Kur’an dilini öğrenmeyi sürdürdüğü sürece Mısır’daki İngiliz ilerlemesi ve varlığı zayıf olacaktır” demiştir.

1954 öncesinin Cezayiri‘nde Arapça konuşmak, kültür emperyalizminin bir şekli ve dili olarak Fransızcayı reddetmek, kendini farklılaştırmanın ve millî varoluşun şekli ve millet varlığının kendini göstermesi için tek gerçek araçtır. 1956 Ağustosunda kavga gerçeği ve işgalcinin bozgun hali, Arapçayı kutsal olmaktan Fransızcayı da lanetli olmaktan çıkarır. Millet iki dili de kullanarak sesini duyurmaya çalışır. Nitekim pek çok yazar Fransızca ile yazmaya başlar. Onlara göre düşmanın diliyle düşmana karşı, düşman okusun diye yazmak gerekir. Böylelikle sınırların ötesine uzanabilecek ve halkının sesini daha iyi duyurabileceklerdi.

Sömürgeleştirilmiş ülkelerin halkları çarpıtılmış eğitim sisteminin bir sonucu olarak, kendilerine karşı katliam yapmış olan zalimlerden kimi zaman medet umar konuma düşmüştür. Peki, sömürge halkları (siyah ötekiler) kendilerine karşı bu denli acımasız davranan, kendilerini inkâr eden efendilerinden nasıl olur da aşırı taleplerde bulunabilir? Nasıl olur da sömürgeciden bu kadar nefret edip yine de ona bu denli tutkuyla hayran olabilir? “Toplumsal düzen, bir noktadan sonra hukuksal yaptırımlarla payandalanamaz hale geldiğinde, sömürenlerin üstün, sömürülenlerin ise aşağı olduklarına dair bir inancın hem sömürenlerin hem sömürülenlerin zihinlerine kazınmasına yaslanmak zorundadır.”

“Dilimiz Arapça” sloganıyla direniş şöyle bir geriye dönülüp bakıldığında, yıllarca sömürgeci güçler tarafından sindirilen ve özlerine yabancılaştırılan halkların, kendilerine geldiklerinde, geliştirdikleri direniş cephelerinin önemli bir unsurunun yine “dil/Arap dili” olması garipsenecek bir durum değildir.

Cezayir’in işgale karşı başlattığı direniş hareketi sürecinde halkın, kimliğini tekrar geri kazanmasını sağlamak için Arap dilini tekrar yaygınlaştırma çabası buna açık bir örnektir.

Cezayir uleması, eş-Şeyh Abdulhamid b. Badîs önderliğinde Fransız işgaline, Fransızlaştırma ve Hristiyanlaştırma siyasetine karşı direniş çerçevesinde 5 Mayıs 1931’de Cezayir Müslüman Âlimler Cemiyetini kurmuş ve “dinimiz İslam, dilimiz Arapça, vatanımız Cezayir” sloganıyla Cezayir’i özgürleştirmek için çabaladıklarını deklare etmiş, mücadele sürecinin ana güzergâhlarından biri olarak dili tercih etmeyi ihmal etmemiştir. Ancak dayatmalar sonucu Fransızca o denli yaygınlaştırılmış ve öğretilmiş ki geniş kitleler bu dili ana dili gibi hatta kimi zaman ana dilinden de daha iyi bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Nitekim bu durum bağımsızlık sonrası Cezayir’in önüne uluslaşma yolunda da önemli sorun olarak çıkacaktır: “Bağımsızlık sonrası, Fransızcayı ana dili Arapçadan daha iyi konuşan, belki Fransızlaştırılamayan ama kendi kimliğini de bulamayan bir ulus vardı ortada.”

Dil üzerinden mücadelesini yürüten sömürge halkları, dilin bir ülke için büyük bir öneme sahip olduğunu, dolayısıyla onu kaybetmemek için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini biliyorlardı.

Hiçbir dilin, ana dilinin değeriyle mukayese etmemek gerektiğini öğrenmişlerdi. Günümüzde bilgiye ulaşmak için farklı dilleri bilmek gerekse de bir ülkede bilim, sanat, edebiyat, felsefe, teknik ve teknolojinin gelişmesi ancak ümmeti ve milletin dilin geliştirilmesiyle mümkün olduğunu, uzun süre kendilerine dil üzerinden saldıran sömürgecilerden çektikleri sıkıntıdan ve dillerinin düştüğü içler acısı durumdan biliyorlardı. Bu nedenle kendi kimlik bilinçlerini, kendi dil bilinçleriyle sağlamlaştırmayı tercih etmişlerdi.

Dili dinle güçlendirip direnişi sürdürme konusunda: “Herhangi bir medeniyetin veya kültürün temel ögeleri dil ve dindir” tespiti önemlidir. Bir milletin diliyle kültürü arasındaki bağlar o kadar sıkıdır ki, yalnızca dil varlığının incelenmesiyle bir ümmetin yaşayış tarzı, inançları ve gelenekleri, çeşitli özellikleri ve tarih boyunca içinde bulunduğu kültürel hareketleri hakkında bilgi edinmek mümkündür. Bu öneme binaen Arap âleminde de dili koruma çabaları, özellikle din ve millî duygu gibi iki husus üzerinden yürütülmüştür. Özellikle “Arap İslam medeniyeti” ifadesinin öne çıkarıldığı mahfillerde dilin koruyucusu olarak dine/İslam’a atıf yapılır.

Arap dilinin İslam dini ile olan bağlantısı özetle şöyle ifade edilebilir:

İslam, bu halkın dinini temsil ederken Arap dili İslam medeniyetinin dili olma görevini ifa etmektedir. Bu iki unsur o derece iç içe geçmiş ki, biri diğeri olmadan var olamaz. İslam, Arap dili olmadan olmaz; çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in dili Arapçadır. Arap dili İslam dini olmadan varlığını sürdüremez; çünkü bu dili gün yüzüne çıkaran, onu koruyan ve bir lehçeden dünya diline dönüştüren odur.

Pek çok rûşen-fikr ve bilgine göre: Batılıların yok etmek üzere hedefe koydukları yegâne şey Arap dili değildir. Zira onların asıl gayeleri Arapları dillerinden uzaklaştırma yoluyla kutsal kitapları, geçmişleri ve kültürlerinden koparmaktır. Bunlar, Arap dili olmadan tarihlerini ve milletin hafızası konumunda olan kültürlerini öğrenmelerinin mümkün olmayacağını düşünüyorlar. Ayrıca Arap dili olmadan nesiller arasında iletişim olmayacak, şahsiyetinin temeli olan kimliklerini kaybedecekler. “Daha da büyük bir sıkıntı, dinini doğru anlama imkânından yoksun kalacaktır.”

Sömürgeciler, İslam coğrafyasında başlattıkları bu dönüştürme sürecinde, din olgusunun ehemmiyetinden bigâne değildir. Zira onlar da hedefledikleri dönüştürme sürecini bir yandan da din üzerinden sürdürmeyi ihmal etmemişlerdir. Söz gelimi Fas’ta sömürgeleştirme hareketlerinde hep bir haçlı seferi damarı olmuştur.

Neticede hitap ettikleri halkı değiştirmeye çalışan sömürgeciler, bu halkın güçlü dinamiklerinden birinin de din olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Bu dini bilmenin, öğrenmenin, ona bağlı kalmanın en sağlam kanalı dildir gerçeğinin de farkındaydılar. Bu nedenle Fas’ta Arap diline, eğitim sahasında sadece liseyi bitirmek için gerekli bir yabancı dil olarak yer verilmiştir.”

Bütün bunlar bir yana, her halk zaten dilini dış etkenlere karşı koruma güdüsünü taşır. Bunun için her zaman sömürge veya savaş benzeri çok şiddetli süreçlerden geçiyor olmak gerekmiyor. Çok gelişmiş, değişik sahalarda etkin olan hâkim ülke halklarında da aynı tavır vardır. Bunun için kanunlar çıkarır, kampanyalar başlatır, resmî kurumlar bina eder, akademik aktiviteleri yaygınlaştırırlar. “Çünkü her halk dilini, hayatının aynası, kültürünün adresi ve medeniyetinin şekillendiği bir kap olarak görür. Bundan dolayı dünya halkları, bugününü geçmişiyle irtibatlandırmayı önemser ve bunu dil üzerinden yapar. Hangi yol ve gerekçeyle, hangi isim altına olursa olsun diline yapılacak bir müdahaleye karşı önlemini alır, onu koruyacak kanunlar çıkarır. Yukarıda, Afrika halklarının dillerine karşı gösterdiği muamele gün gibi ortadayken Fransa, uzak değil daha 1994’te dilini yabancı etkenlere karşı korumak için kanunlar çıkarmış, uymayanlara da yüklü cezalar aşk etmiştir.”

Sonuç Yerine

İslam âleminde son birkaç yüzyılda başlatılan sömürgecilik ve istila çabaları, girdiği bölgelerde varlığını kalıcı hale getirmeye çalışmış, bu minvalde geliştirdiği ve uyguladığı politikalar karşısında Arapçayı bir direnç noktası olarak görmüş ve bu dili bertaraf etmek için çeşitli yollar denemiştir. İlk etapta askerî güçle girdikleri bölgelerde, bilahare kültürel sömürgecilik yöntemlerini uygulamışlardır. Eğitim kurumlarını denetimleri altına almış, sistematik bir şekilde Arapçayı ortadan kaldırıp kendi dillerini ikame etmeye çalışmışlardır. Kuşkusuz bu çabanın, girilen bütün ülkelerde birbirine yakın düzeyde ve dozda olduğunu ve netice itibariyle birbirine yakın sonuçlara varıldığını söylemek mümkündür. Ayrıca tarih boyunca sömürgeciliğin girdiği her ülkede dile müdahale edildiği de gözlenmektedir.

Sömürgeci zihniyet, medeniyet getirme gerekçesiyle girdiği ülkelerde halkın kendi değerlerine sahip çıkmasını engellemek için, öncelikle benlikleriyle oynamış; onlara sahip oldukları değerlerin aslında vahşi, gerici ve terk edilmesi gereken değerler olduğunu telkin etmiştir. Buna alternatif olarak da kendisini, kurduğu medeniyeti ve dilini idealleştirmiş ve kendisine dönük bir hayranlık oluşturmaya çalışmıştır.

Halkın birlik direncini kırmak için halk içindeki etnik veya kültürel farklılıkları ön plana çıkarmayı ve bu farklılıklar üzerinden politika yapmayı ihmal etmemiş, yerli halkın, dilini dayandırdığı güçlü bir dayanağı olan dinlerine de müdahale edip kendi dinlerini bunun yerine ikamet etmeye çalışmışlar. Arapçanın zor ve anlaşılmaz olduğunu, ihtiyaca cevap vermediğini, bu dille bilimin yapılamayacağını, alfabesinin ve gramerinin gelişmeye mani olduğunu telkin ederek halkı bu dilden soğutma/uzaklaştırma yoluna gitmişlerdir.

Ancak Arapça için durum bundan biraz daha farklıdır.

Batı sömürgeciliği Arap ülkesi olsun veya olmasın, Arapçanın konuşulduğu veya öğretildiği ülkelere girdiğinde bir şekilde ya kendi dilini dayatmıştır (Cezayir gibi), ya Fasih Arapçanın yerine Ammiceleri ikame etmeye çalışmıştır (Mısır gibi) yahut da Fasih Arapçayı yasaklayıp ülkenin kendi dilini ön plana çıkarmıştır (Somali ve Endonezya gibi). Bu tutumdan mücadelenin çoğunlukla Fasih Arap dilinin yok edilmesi üzerine kurulduğu anlaşılmaktadır.

Kuşkusuz Arapça dâhil hiçbir dil herhangi bir kutsiyete sahip değildir. Ama her dil sahip olduğu ve temsil ettiği kültürün ayrılmaz bir parçasıdır, halkının varlığının ve benliğinin temsilcisidir.

Özetle, sömürgeciler, işgal ettikleri ülkelerin halkların varoluşlarının bir simgesi olan dillerini özellikle Arapçayı ortadan kaldırıp kendi dillerini dayatmakla onları dönüştürmeyi, yabancılaştırmayı ve kendi varlığına katmayı denemiş, bu çabasında yer yer başarılar elde etmiş, yer yer de sert tepkilerle karşılaşmışlardır. Netice itibariyle sömürgecilerin, dilin birleştirici ve yabancılaştırıcı gücü üzerinden kurdukları politikalar neticesinde Arap dilini kullanarak yabancılaştırmaya çalıştıkları halklar uzun süre benlik, dil, din, kültür ve gelenekleriyle ilgili ciddi bunalımlar yaşamıştır. Geçmişte açılan yaralar henüz sarılmamışken, ardı arkası gelmeyen saldırılar da çeşitli şekillerde hala birçok ülkede devam etmektedir.

Ve İslâm

İnsanlığın değişmez dini İslam, her dönemde insanlara değer vermiş ve onları Allah’a kulluğa davet ederken, onları özgürleştirmeyi hedeflemiştir. Bunu hem yönetimde hem de eğitimde esas almıştır. Tarih boyunca (Ümevi, Abbasi, Osmanlı vs.) hangi döneme bakılırsa bakılsın İslam hiçbir kavmin dili veya dini ile uğraşmamış ve insanları asimile etmek için çalışmamıştır. İslam Coğrafyasında 13 asır boyunca diller, kültürler, gelenekler hem idarede hem de eğitim-öğretimde hep özgür bir atmosferin havasını teneffüs etmişlerdir.

İslam her açıdan bir özgürlük dinidir; herkesi özgür gönüllere ve akıllara eriştirir.

İslam dışında özgürlük peşine düşenler, eninde sonunda köle olmaktan kurtulamaz.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul