
İnsan hakları ihlalleri, terör, darbeler, çeteler, çevre kirliliği gibi, bugün insanlığın yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlarının temel bir sebebi, sahte humanizmdir. Batılı üst akıl, bir yandan insanı yüceltmiş diğer yandan Afrikalı, Ortadoğulu insanları insan olarak görmemiştir. O, aslında egosunu putlaştırmıştır.
Tarih boyunca, batılı misyonerler, Afrika’nın doğal kaynaklarını ve insanlarını sömürürken, aynı zamanda onları Hristiyanlaştırarak vicdanını da rahatlatabilmiştir. Bu sömürgeciliğin arkasındaki ruh hali ve kavram dünyası neyse, insan hakları ihlallerini, milyonlarca Ortadoğulu’nun yurtsuzlaştırılmasını, terör, darbe ve çetelerden mustarip ve bîtab kalmasını, mültecilik ve çevre sorunlarını doğuran ruh hâli ve kavram dünyası da odur.
Aşağıda Batı’da ilim adamı ve ekolojist kisvesiyle konuşan bazılarının yaklaşımı ortaya konularak, sorunun zihniyet boyutu deşifre edilmeye çalışılacaktır.
Batı’da kutsal bir değer gibi sunulan humanizm, anlamı değişmiş, insan aleyhtarı bir içeriğe dönüşmüş durumdadır. Öyle ki humanizmden bir değer olarak bahseden kimilerinin, bunun Batı’da ortaya çıkan(!) bir değer olduğunu söylerken, doğu toplumlarını da bu konuda mahkûm etmeye çalışmaları dikkat çekicidir. Daha dikkat çekici olanı ise, humanist ve hatta ekoloji-sever olduğunu söyleyenlerin kendileri dışındakilere de kendileri kadar değer vermeye hazır olmamalarıdır. Aşağıda bu konunun bir yönüne ışık tutulmaya çalışılacaktır.
Bugün, nüfus fazlalığı, Batı’nın neden olduğu insanlık sorunlarını perdelemek için kullanılabilmektedir. Dahası, kuraklık, açlık, salgın hastalık gibi olguların ekosistemin parçası olduğu düşüncesi, ‘doğa merkezcilik’ adına insanlık karşıtı fikirleri (faşist çevreciliği) ifşa etme cesareti vermektedir. Radikal çevreci Earth First’çülerin bazı söylemleri, bunun çarpıcı örneklerindendir. Bu gruptan Miss Ann Trophy3 müstear ismine ait bir yazıda, yeryüzünde, farklı ekosistemlerin varlığını sürdürebilmesinin, insan nüfusunda büyük bir azalmaya bağlı olduğunu ileri sürülmüştür:
“Eğer radikal çevreciler, insan nüfusunu düşürecek bir hastalık icat edeceklerse, bu muhtemelen AIDS gibi bir hastalık olmalıdır... AIDS, başka canlı türlerine zarar vermeden yalnızca insan nüfusunu önemli ölçüde azaltma potansiyeline sahiptir... Savaş, açlık, sefalet gibi yollarla fazla nüfus kurbanları şöyle ya da böyle olacaktır... Eğer AIDS salgını olmasaydı, çevrecilerin böyle bir salgını icat etmeleri gerekirdi.” (Miss Ann Trophy, “Population and AIDS”, 32.)
Earth First örgütünün öncülerinden David Foreman bu sözleri “duyarsız bir yorum” olarak niteleyip özür dilemiştir. (Ünder, Çevre Felsefesi, 241.) Ancak, Foreman da Etiyopya’daki açlık sorunu hakkında konuşurken benzer düşüncelere sahip olduğunu gizleyememiştir:
“Etiyopya’daki insanların açlık ve kuraklıktan çektiği acılar trajiktir. Evet, fakat orada diğer yaratıkların ve habitatların4 ortadan kalkması daha da trajiktir.” “Etiyopya’da yapabileceğimiz en kötü şey, oradakilere yardım etmek, en iyi şey de yalnızca doğayı kendi dengesini sağlamaya bırakmak, oradaki insanların açlıktan ölmelerine müdahale etmemektir. …Bunun canavarlık olduğunu düşünüyorlar. Oysa diğer seçenek, asla tam bir yaşam süremeyecek olan o yarı ölen çocukları kurtarmanızdır. Gelişimleri durdurulmuş olacaktır. Ve on yıl içinde iki kat daha çok insan acı çekip ölecektir.” (Ünder, Çevre Felsefesi, 241.)
Bu ifadeler, korkunçtur. Ama, daha korkuncu, bu yaklaşımın sadece bazı çevrecilere has olmamasıdır. Bu ifadeler, aslında, Batı toplumlarının derinliklerindeki rastlanan faşist zihniyeti ele vermektedir. Yunan sahil birliklerinin Suriyeli mültecileri taşıyan botları batırması ile Hardin’in ‘cankurtaran sandalı argümanı’ arasındaki uyum ise gerçek bir vahşettir. Biri teorik olarak açıklıyor, diğeri acımasızca uyguluyor.
Serbest piyasa çevreciliğini savunan Amerikalı biyolog Garrett Hardin’e göre “doğada en üstün iyi”, “varkalma”dır. İnsanlar da doğayı taklit etmeli ve varkalmayı en üstün değer kabul etmelidirler. Ancak, insan yaşamı için temel ihtiyaçlar yanında gezi yerleri, kumsallar, avlanma, sanat ve müzik gibi zenginlikler de gereklidir. İnsanda bencillik güçlü ve doğaldır, onun doğasında vardır; vicdan ise zayıf ve kalıtsaldır, toplumdan tevarüs edilir. Malthus’un ileri sürdüğü gibi dünya nüfusu geometrik, besinler ise aritmetik olarak artar. Bu nedenle dünyanın insan neslini taşıma gücü sınırlıdır. Çevre sorunlarının da en temel nedeni aşırı nüfus artışıdır.( Ünder, Çevre Felsefesi, 216-217.)
Hardin, yoksulluk ve göçmen sorununu ele alırken cankurtaran sandalı benzetmesini kullanır. Bu benzetmede her ülke sınırlı taşıma gücü olan botlarda yaşar. Yoksul sandallarının taşıma kapasitesi aşıldığı için bu sandallarda yer alan birçok kişi zengin sandallarına kabul edilme umuduyla denize atlar. Hardin’e göre onlar, zengin sandallarına alınmamalıdırlar. Zengin sandalında bulunan bazılarının, şanlı olduğu için suçluluk duyması yanlıştır. (Hardin, “living on a lifeboat”, 37.) “Onun bu tutumuna karşı “İçeri girince, kapıları başkalarına kapatmayı nasıl haklı görebilirsiniz? Biz de buraya göç etmedik mi? Buraları Kızılderililerden aldık, Oysa girdiğimiz kapıları şimdi başkalarına kapatıyoruz, bu haksızlıktır.” şeklinde itiraz edilebilir. Hardin, bu itiraza karşı Kızılderili olmayan Amerikalıların “hırsızların torunları” olduklarını itiraf eder. (Hardin, “living on a lifeboat”, 45.) ve şöyle sorar: “200 milyon kadar Kızılderili olmayan ve adalet-sever Amerikalı, nereye gitmeli? Onların çoğu, Avrupa’dan gelmiştir ama şimdi geri oraya kabul edilmeyecektir.” Hardin, hukukun bile yalnızca “yakın zamandaki mülkiyet hakkını (only recent property rights)” koruduğunu, toprakları ve kaynakları gasp edilen insanlar için artık bir şey yapılamayacağını vurgular. (Hardin, “living on a lifeboat”, 46.) Ona göre yapılması gereken, kapıları göçmenlere kapatmak, yoksul toplumları açık ve sefaletle baş başa bırakmaktır. (Ünder, Çevre Felsefesi, 235-237.)
Hardin, Batı ülkelerinde nüfusun 87 yılda, bazı yoksul ülkelerde ise 21 yılda katlandığını hesaplar. (Hardin, “living on a lifeboat”, 38.) Bunun ışığında, dış yardım alsa da almasa da ölecek ülkeler olduğunu söyler. Hardin’e göre bunlara yardım etmek de bunların ölümlerine üzülmek de boşunadır. Somali ve Etiyopya gibi ülkelerdeki açlık, nüfusun taşıma kapasitesinin aşıldığını gösterir. Bu durumda gerekli besini bulamayan nüfusun bir kısmı ölür ve nüfus taşıma kapasitesinin kaldırabileceği sınıra iner. Doğada kural budur ve dış yardım bu doğal sürece müdahale demektir. (Ünder, Çevre Felsefesi, 238-241.) Dolayısıyla en çıkar yol, bu ülkelerin kendi nüfus artışlarını kontrol etmeleridir. Hardin’in önerisi şudur;
“Yabancı bir ülkenin aşırı nüfus artışından kaçmasına nasıl yardım edebiliriz? Yapabileceğimiz en kötü şeyin gıda göndermek olduğu açıktır... Atom bombası daha nazik olurdu. Çünkü birkaç saniye sefalet çok acı olurdu, ama kısa zamanda bundan böyle sefalet çekmemek üzere birkaç kişi hayatta kalırdı.” (Ünder, Çevre Felsefesi, 244.)
Bu söylem, modern bir değer olarak çevreciliği, batı zihniyetindeki) faşist paradigmayı fâş etmektedir. Bu konuda Ünder’in ifade ettiği şu gerçek, daha acıdır:
“Hardin’in görüşleri, çevrecilerin birçoğunun “gerçekçi” oldukları zamanlarda düşündükleri, fakat alışılmış çevreci söyleme pek uymadığından otosansüre uğrayan fikirlerdir. Hardin, sansür edilen bu görüşleri az rastlanır entelektüel bir cesaretle dile getirir.” (Ünder, Çevre Felsefesi, 215.)
Yine, “her etnik grubun kendi ekolojik çevresinde kalması gerektiği” fikri, yabancı düşmanlığına gerekçe yapılmıştır. “Almanya’daki Yeşiller Partisi’nin kurucularından Herbert Gruhl’un fikirleri de ekolojiyle yabancı düşmanlığının nasıl birleştiğini göstermesi açısından önemlidir.” (Hepkon “New Age Kültürünün Kökeni ve Siyasi Sonuçları”) Oysa, Batı yüzyıllar boyunca başka insanların ekolojik çevrelerini sömürmüştür. Herkesin bildiği bir örnek verirsek, Amerika kıtası, Kızılderililere soykırım yaparak gasp edilmiştir. Sonra da o topraklarda çalıştırılmak üzere Afrika’da insan avcılığı yapılarak, siyah derili insanlar, köleleştirilmiş ve Amerika’ya getirilmiştir. Yüzyıllar boyu Afrika ve Hint alt kıtasını sömürenler, bugün de örtülü bir şekilde sömürüyü sürdürmektedir.
Ekosistemin insan nüfusunu taşıma gücünden söz ederken bunun sınırını, kendine göre belirleyen Batı’nın doğa insanıdır! Diğer yandan, nüfusun yüksek olduğu yoksul ülkelerde tüketim çok azdır. Bu durumda ‘tüketimin geometrik olarak arttığı gelişmiş ülkeler’deki nüfusun varlığını sürdürmemesi, Hardin’in önerisine nazaran daha makul görünmektedir.
Cankurtaran sandalı argümanı insanın akıl, vicdan ve maneviyatını alaşağı etmektedir. Oysa insanda doğal olanı aşan medenî ve manevî kabiliyetler de vardır; akıl, vicdan, adalet hissi, inanç ve değer bilinci. Bu beşerî kuvveler, insandaki doğal kuvveleri dengeler, onu yıkıcı tutum ve davranışlardan yapıcı olana yöneltir. Onu, ahlakî kavramlarla düşünmeye, ilkeler ve değer yargılarına göre hareket etmeye sevk eder. Dolayısıyla vahşî doğada olan ile beşerî alanda olması gereken çok farklıdır.
Müslüman toplumların, bugün, İslam’ın insan-ı kâmil idealini iyi kavramaları ve beşerî olanı ve medenî alanı yeniden inşa etmeleri gerekmektedir. Kelime anlamıyla (Batı ortaya çıkan ideolojik çerçevesiyle değil) asıl hümanizm, insan-ı kâmil kavramındadır. Doğulu veya Batılı, mülteci veya vatandaş, kalkınmış veya sömürülmüş her insanda eşref-i mahlûkat değerini görmek ve kendinde insan-ı kâmil idealini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Bu makale, Recep Ardoğan, Temellerden Topluma –Kelam İlminde Sosyal Açılımlar-, Klm Yay., 2016, ss. 353-349’den yeniden düzenlenerek hazırlanmıştır.
KSÜ İlahiyat Fak., 3kelam@gmail.com, http://3kelam.wix.com/sosyal-kelam
İnsan-sevmez (misanthropic) anlamınına gelir.
Habitat: Canlıının yaşadığı ve geliştiği yer, yaşam alanı.