
Fıkhî melekesinin gelişmesinde ve usulünün şekillenmesinde re’y taraftarı fakih Rebîatürre’y’in [re’y ehli Rabia]2 İmam Mâlik (r.a.) üzerinde büyük tesiri olduğu tespit edilir. Ebû Hanîfe’nin tanınmış öğrencilerinden, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, İmam Mâlik’in derslerine üç yıl kadar devam etmiş, İmam Mâlik de onunla bilgi alışverişi yapmış ve re’y ehlinin fıkhını öğrenme imkânı bulmuştur.3 Hocalarının ondan zaman zaman fetva istemeleri de onun rivayet bilgisi yanında fıkhî melekesinden ve içtihat dirayetinden dolayıdır. İmam Mâlik fıkıh alanındaki bilgisi, fetva ve de otorite kabul edilirdi.
Onun önemli bir özelliği, hocalarının verdiği bilgileri üzerinde düşünerek ve değerlendirerek almasıdır. Bu onu hadis ehlinin kimi aşırılıklarından uzak tutmuştur, denebilir. Bu özelliklerinden dolayı, İbn Kuteybe, İmam Mâlik’i re’y ehli arasında saydığı gibi4 Ahmed b. Hanbel de onu re’y taraftarları içinde görmüştür.5 Ancak ehl-i hadîs ve ehl-i re’y in özellikleri ve ana eğilimleri göz önünde tutulunda, İmam Mâlik’i, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel gibi hadis ehli arasında saymak daha doğrudur. Ancak, İmam Mâlik hadis ehlinden olmakla birlikte, onlar içinde re’y ehline belki en yakın olan âlimdir.
Medine’den Mekke’ye hac için gider, oraya gelen âlimlerle de görüşüp onlarla ilmî müzakerelerde bulunurdu. Ebu Hanife ile de görüşmüş ve ilmî tartışma yapmıştır. Onun dikkat çeken özelliği, farklı fikirleri ve yorumları peşinen reddetme yerine anlamaya çalışması ve müsamaha ile değerlendirmesidir. Böylelikle onun ilmî kişiliğinin önemli iki özelliği,
- seçici olmak,
- ve müsamahakâr olmaktır.
O, bir insan olarak hata da isabet de edebileceğini, bir konudaki görüşün zan ifade ettiğini, o görüşünü değiştirebileceğini, bu nedenle Kur’ân ve Sünnet’le karşılaştırılmasını, eğer bunlara uygunsa alınmasını, aksi takdirde terk edilmesini isterdi.6 Onun bu yaklaşımı, dikkat çekicidir. İlimde sorgulayıcı ve seçici olduğu gibi kendinden ilim alanlara da bunu tavsiye etmiştir. Bunun önemli bir yönü de hadislerin sahih olup olmadığına ilişkin değerlendirmelerin de bir içtihat olduğudur. Günümüzde, bazıları, hadislerin Kur’ân’a arz edilmesi”ni emreden hadisin uydurma olduğunu; Hadislerin Kur’ân’a arz edilmesinin yanlış olduğunu, bunun seküler ve modernist bir zihin yapısının ürünü olduğunu ileri sürmektedir. Bunun sonucunda yüzlerce hadis âliminin binbir emekle hazırladıkları eserler, katı hadis savunucuları ile onları hurafeci olarak suçlayan sapkınlar arasında kalmaktadır. Bunun itikadi alanda da ciddi sorunlara yol açtığı gözlenmektedir.
İmam Mâlik›in, fıkıh usûlü’nde maslahat kavramına önem vermesi, sosyal şartları ve hükümlerin maksatlarını (mekâsıdü’ş-şerî›a) gözettiği gibi akla da yer açan bir yöntemdir. Onun ilimde sorgulamaya dayalı bir seçicilik, farklı istidlal ve istinbatlara karşı müsamahakârlık, hükümde maksat ve maslahatı gözetme, akla yer açma gibi özellikler, Mâlikîlik mezhebine mensup âlimlerin itikat alanında nazar ve istidlale önem vermelerine ve Eş’ariyye kelamına yönelmelerine zemin hazırlamıştır. İmam Mâlik gibi hadisçi kimliğiyle öne çıkan Ahmed b. Hanbel’in takipçileri, kelam ilminin kavram ve yöntemine; nazar, istidlal ve tevile tamamen karşı çıkarken, Mâlikîler, itikat alanında çoğunlukla Eş’ariliği benimsemişlerdir. Nitekim, Mâlikî âlimler içinde, Ebu Bekr Bâkıllânî gibi, büyük kelamcılar, Eş’arilîğin de gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bâkıllânî, Mu’tezile ile tartışmalara girmiş ve Ehl-i Sünnet inancının sözcülüğünü üstlenmiş ve Mu’tezile’ye karşı bu mezhebin yöntemleriyle savunmuştur.
İtikadi konularda İmam Mâlik, Ehl-i Sünnet’in görüşlerini sürdürmüş, bunları dile getirmiş ama muhalifleriyle de tartışmalara girmekten uzak durmuştur. O, Kur’ân ve Sünneti temel almış, bunları anlama noktasında da sahabilerin ve onları izleyenlerin yolu izlemiştir. İmam Mâlik’in Ehl-i Sünnet ile ilgili “Cehmî, Kaderi veya Rafizî gibi kendisiyle bilindikleri lakabı olmayanlar” tanımı da dikkat çekicidir. Cehmî ve Rafizî gibi isimler, bu grupların yeni - türedi bir görüşle ortaya çıktıkları, isimlendirildikleri bu görüşle ümmetin kalanından ayrıldıklarına işaret etmektedir. İmam Mâlik’in “Allah kulların fiillerini yaratmaz.” diyen Kaderiyye mensuplarına selâm vermediği, onlarla ayı ortamda bulunmamayı, onlarla evlenmemeyi, kendilerinden hadis nakletmemeyi tavsiye ettiği de nakledilir.7
Ashâbu’l-Hadis’e mensup bir âlim olarak İmam Mâlik, ehl-i re’yin aksine, nassların tevili yerine zahirî manalarını benimsemiştir. Burada kelamcıların yolu, kanaatimizce, daha doğrudur. Çünkü Kur’ân’ın belagatinin bir boyutu olarak Kur’ân’da mecazlar olduğunu, bunların zahirleriyle değil Arap dilindeki kullanım şekillerine bakılarak anlaşılması gerekir. Aksi hâlde nassların sadece zahiri manalarını almak, tek düze bir anlama şekli olacaktır. Oysaki Kur’ân’da mecazların bulunduğu bir gerçek ise bunların tevili olacağı da bir gerçektir.
Kur’ân’da Allah’ı tanıtan, onun sıfatlarını anlatan kimi ayetlerde mecaz vardır. Bunların zahiri manalarıyla alınması en azından teşbihe, yani Allah’ı yaratılmışlara benzetmeye ya da daha ileri giderek Allah’ı somut cisim gibi düşünmeye yol açacaktır. İmam Mâlik, buna önlem olarak bu ayetlerin keyfiyetini sormayı yasaklamıştır. Örneğin kendisine bir adam”...Rahman Arş’a istiva etti (الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى)...” (Tâhâ, 20/5.) ayetiyle ilgili olarak:
— Allah Arş’a nasıl istiva etti, diye sorulduğunda,8 İmam Mâlik bir süre susmuş, sonra da şu cevabı vermiştir:
“İstiva malumdur (anlamı bilinir); keyfiyeti akılla anlaşılır değildir (gayr-i makul), ondan (nasıl olduğunu, keyfiyetini) sormak da bid’attir, ona iman vaciptir, senin dalâlet ehli olduğunu sanıyorum...” demiştir.9 Öyle anlaşılıyor ki, İmam Mâlik, istiva’nın oturma anlamına geldiğini, ama istiva ayetinden hareketle Allah’ı oturuyor olarak tahayyül etmenin, bunun şeklini düşünmenin yanlış olduğunu vurgulamak istemiştir.
Ancak burada, önceki âlimlerin göz ardı ettiği ve sonrakilerin çok iyi bilincine vardığı hususlar vardır.
1. Müteşabihler hakkında yorum veya açıklama yapmaktan hatta üzerinde düşünmekten kaçınsanız bile insanları bundan uzun süre uzak tutamazsınız. Toplumsal hareketlilik neticesinde bu ayetler hakkında sorular, yorumlar ve teviller zamanla ortalıkta dolaşmaya başlar. O zaman yapılması gereken, bunların doğru tevilinin ne olduğunu insanlara açıklamak ve halkın Allah hakkında yanlış tasavvurlara yönelmelerini engellemektir. Ancak, ilgili soruların yeni yeni gündeme geldiği ortamda âlimler, tartışmaların önüne geçmek istemişlerdir. Ama bu tavrın sonrakilerce sürdürülmesi doğru değildir. Dahası sonraki âlimlerin, kelamcıların tevillerini kategorik olarak (tamamıyla) reddetmeleri, bozuk teviller kadar tevilin de kendisine de karşı çıkmaları, ayrı bir tavırdır.10
2. Kesin bilgi olmadan ayetleri tevil etmemek gerekir. Ancak ilim adamları bilginin peşine düşer ve bunları ayetleri anlamak ve yorumlamak için kullanırlar.11
İmam Mâlik kendisine bâtın ilminden soran birine kızmış ve sonra ona şöyle demiştir:
— Bâtın ilmini ancak zahir ilmini bilen bilir. Bir kimse ne zaman zahir ilmini bilir ve onunla amel ederse Allah (c.c.) ona bâtın ilmini açar. Bu da ancak onun kalbinin açılması ve aydınlatılması ile olur.
Sonra İmam Mâlik, adama şu tavsiyede bulunmuştur:
— Salt delile tutunman gerekir. Hak yolda yürümeye niyet etmen, bildiğine bağlanman, bilmediğini de terk etmen gerekir.12
Onun bu ifadeleri, zahir ilmi ile batın ilminin birbirine aykırı olmayacağı, bâtın ilminin şeriatın hükümlerini ortadan kaldırmayacağı şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sözlerde bâtın ilmi ile kastedilen, Batiniyye’nin ve ezoterik akımların batın ilmi ile kastettikleri mana değildir. Kastedilen, ilim yoluna baş koyanlara ve onunla amel edenlere Allah’ın daha fazla ilim vereceği; o ilmin yeni problemler karşısında nasıl kullanılacağı noktasında insana bir ufuk kazandırmasıdır. Kanaatimizce bâtın ilmi, ayet ve hadislerin ilmî yöntemlerle ulaşılamayan gizli manaları değil insanın kendi derûnuna ilişkin ilim olarak da anlaşılabilir. Bu insanın nefsini bilmesi, varoluş bilincine ulaşmasıdır. Yani bâtın, insanın içidir, derûnudur.
Bunun yanında bâtın ilmi, ayetlerden insanın kendi hayatına ilişkin işaretler çıkarması, ayetleri daha iyi rehber edinmesini sağlayan bir tedebbür ve bilme melekesi de olabilir. Bu durum, kanaatimizce, insan hidayet yoluna girerek o yönde çabaladığında Allah’ın onun hidayetini artırması gibidir. Bunların ötesinde, delilsiz olarak batın ilim iddiasının peşine düşmek doğru değildir. Allah’ın insana verdiği özel ilim-ilham, onun kendi hayatına ilişkin kararlarında hayırlı olana ulaşması noktasında işlevseldir. Başka insanlara karşı “ilhama dayalı bilgi” olarak oraya konamaz. Çünkü ilimde asıl olan delildir. Delil yoksa ilim de yoktur.
İmam Mâlik’e göre “gerçek iman kalbî inanç, söz ve amelden oluşur. Ameller de imandan sayılır. Zira kıblenin Kudüs’ten sonra Kâbe’ye dönmesi üzerine daha önce kılınan namazların ne olacağı sorulduğunda inen âyette, “...Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Rasul’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble yaptık. Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir...” (Bakara, 2/143.) denilerek namaz imanla özdeşleştirilmiştir.13
Ona göre, iman, söz ve ameldir, artar ve eksilir; bazı müminlerin imanın bazı müminlerin imanından üstündür.14 Aslında imanı söz ve amel olarak daha doğru bir ifadeyle kalben ikrar ve buna göre amel etmek olarak tanımlamanın sonucu, imanın arttığını ve eksildiğini kabul etmektir. Amelin artmasıyla iman da artar. Bununla birlikte Kur’ân’da iman ve amelden ayrı şeyler olarak zikredilmiş, müminlerin imanlarının arttığından söz edilmiştir.15
O’nun bu görüşleri, iman-amel ilişkisi konusunda Mürcie’den de karşı tarafta yer alan Haricîlilerden ve Mu’tezile’den de ayrıldığını göstermektedir. Anlaşılıyor ki o, iman söz ve amel olduğunu söylerken kâmil manada imanı kastetmiştir. Amel bulunmadığında imanın da bulunmayacağı anlamını kastetmemiştir. Onun ameli imanın var edici bir unsuru, şartı olarak değil imandan sonra gelen ayrı bir yükümlülük olarak gördüğünü gösterir. Nitekim, onun kişi günahından dolayı tekfir edilemez, inanan ama günahkâr kimselerin Müslüman oldukları görüşünü kabul etmiştir.16
Nakledildiğine göre İmam Mâlik “İnşâallah müminim” demeyi de “Hakkan/gerçekten müminim.” demeyi de doğru bulmamış, sadece mümin” demekle yetinmek gerektiğini belirtmiştir. O, “Ben müminim Allah’a hamdolsun.” demiş, tartışmalı ifadeler yerine herkesçe doğru anlaşılacak bir ifadeyi seçmiştir. Nitekim halkımız da “Elhamdülillah Müslümanım.” diyerek bu yaklaşımı sürdürür.
Yine Ehl-i Sünnetin müminlerin ahirette Allah’ı görecekleri ama dünyada bunun mümkün olmadığını görüşünü kabul etmiştir. İmam Mâlik’e:
— Allah kıyamet günü görülür mü, diye sorulmuştur. O da şu cevabı vermiştir:
— Evet görülür, Allah (c.c.) Kur’ân›da şöyle buyurmaktadır: “O gün yüzler vardır ki parıldarlar ve Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâme, 75/22-23.) ve “Hayır, şüphesiz onlar o gün, Rabb’leriyle aralarına perde konmuştur (Rab’lerini görmekten mahrum bırakılırlar).” (Mutaffifîn, 83/15.) İlk ayeti, İmam Mâlik “Gözleriyle Allah’a doğru bakarlar.” şeklinde açıklamıştır. Hz. Musa’nın Allah’ı görememesi konusunda da:
— Hz. Musa Allah’tan muhal yani imkânsız olanı mı istedi, demiştir.17
Yani Peygamber’in Allah’ı görmek istemesi, bunun imkânsız olmamasındandır.
Allah, semadadır, ilmi her yerdedir. Ancak onun, Allah’ın indiğinin (nüzul) anlatıldığı hadisi, Allah’ın (zatı değil) ilmi iner, diye tevil ettiği görülür.18
İmam Mâlik, tüm ehl-i sünnet âlimlerinde olduğu gibi Kur’ân’ın mahlûk olduğu yolundaki görüşlere karşı çıkmıştır. O, Kur’ân›ın Allah›ın kelamı, Allah›tan olduğunu, Allah›taki hiçbir şeyin de mahlûk olmadığını söylemiş; “Kur’ân mahlûktur.” diyenin kafir olduğunu, bu kimseden tövbe etmesi isteneceğini, kabul etmezse öldürüleceğini söylemiştir. Kur’ân’ın yaratılmamış olduğu ve yaratılmış olduğunu söyleyenin küfre gireceği, kelamî tartışmalara karşı çıkanlar (Hanbelîler ve Selefiyye) da dahil Ehl-i Sünnet’in üzerinde birleştiği bir husustur. Ancak bir insan Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu söyledikten sonra kelamî nitelikteki bir görüşünde dolayı tekfir edilmesi doğru görünmemektedir. Bu konuda Molla Aliyyü’l-Kârî’nin yaklaşımı ufuk açıcı niteliktedir.19
Siyaset, kelam ilminin önemli bir konusudur, nitekim kelam kitapların çoğunda imamet konusuna yer verildiği görülür. Şia, imameti bu mezhebin itikadî bir esasına dönüştürmüş, bundan dolayı, gerek ehl-i hadis gerekse ehl-i nazar (nelamcı) âlimler de bu konuyu itikadi açıdan ele almışlardır.20 Bu konu doğrudan itikatla ilgili olmasa da en azından bunun itikad açısından yerini tespit etmek, ikinci olarak da bu konuda hakikatin ne olduğunu açıklamak gerekiyordu. Diğer Ehl-i Sünnet âlimler gibi İmam Mâlik de bu gereklilik nedeniyle imamet ve hilafet konusunda görüş bildirmiştir.
İmam Mâlik’in hayatının yarısı Emevîler, yarısını Abbasîler devrine tekabül eder. Onun siyasete karşı yaklaşımı pek çok seçkin âlimin tipik özelliğini yansıtmaktadır. Onun, siyasî olaylardan uzak kaldığı, yöneticilere de karşıtlarına da destekçi olmadığı görülür. Onun daha adil bir yönetim tesis etme iddiasıyla ortaya çıkanlara destek olmaması, çeşitli nedenlerle açıklanabilir:
İlk olarak yönetime karşı başkaldıranların bazıları harici idi ve başarılı olduklarında durumun daha kötü olacağı açıktı. Çünkü tekfirci bir zihniyete sahiptiler; harici olmayanları dışlıyor ve düşmanlaştırıyorlardı.
Haricilerin neden olduğu kanlı olaylar yanında Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr b. Avvâm’ın Emevî yönetimine karşı çıkmaları, bunun sonucunda çok kan akması ve zalimce katledilmeleri de artık daha temkinli olmayı öğretiyordu.
“Meşrû halifelik biat yoluyla olmakla birlikte zorla yönetimi ele geçiren kimse âdil olursa yönetimi meşruiyet kazanır, ona karşı isyan câiz olmaz. Eğer âdil değilse sabrederek onu doğru yola getirmeye çalışmalı, kan dökülmesine ve daha fazla zulme yol açacağı için isyana girişmemelidir. İsyan eden olursa da bastırılması için yardımda bulunmamalıdır.” Bu görüşler, İmam Mâlik’in İslam toplumunun birliğini öncelediğini, yeterince tedebbür ve tedbir olmadan harekete geçmek yerine sabırlı ve temkinli olmayı benimsediğini göstermektedir. Kanaatimizce Ehl-i Sünnet’in bu konudaki irfanı, bugün uluslararası arenada sadece görünenleri değil gizli hesapları da fark etmeyi ve buna göre tedbir almayı gerektirmektedir. Siyaset, tek düze mantığın işleyeceği bir alan değildir.
İmam Mâlik, baştaki yöneticilerle iyi geçinmiş, onlara öğütler vermiş ama onların örneğin, ders vermek üzere kendisini çağırmaları karşısında “ilmi ayağına çağırmak doğru değildir.” diyerek refüze etmiştir.
“İlk üç halifenin seçim usulüyle ilgili kabulü onun bu yollarla halife seçimini uygun gördüğünü gösterir. Ona göre Mekke ve Medine halkının biatı halife seçimi için yeterli olup diğer memleketlerin de bu biata katılması gerekir.”21 Rasulullah, hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’i namaz kıldırmakla görevlendirmiştir. Bu onun liderliğine işarettir. Hz. Ebû Bekir de kendisinden sonra Hz. Ömer’i halife tayin etmiştir. Hz. Ömer’in de halifelik için tavsiye ettiği altı kişi arasında Hz. Osman da yer almış ve insanlar onu tercih etmişlerdir. Bundan dolayı, İmam Mâlik, sırasıyla Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın ashabın faziletlileri olduğun kabul etmiş ama bundan sonra insanların ihtilafa düştüğünü söyleyerek Hz. Ali’yi bunlara ilave etmemiştir. Bir görüşe göre de o, Hz. Osman ile Hz. Ali’den hangisini faziletli olduğu konusunda duraksamıştır. O, Hz. Ali’yi diğer sahabilerden üstün gören, ondan önceki halifeleri kabul etmeyen ve onları itham edici dil kullanan Rafizîlere şiddetle karşı çıkmıştır.22
İbn Kuteybe, el-Ma’ârif, thk. Servet Ukkâşe, 4. bs, Dâru’l-
Mâarif, Kahire, 1119.
Kādî İyâz, ibn Musa b. İyâz, Tertîbü’l-Medârik ve Tekrîbü’l-
Mesâlik li-Ma’rifeti E’lâmi Mezhebi Mâlik, thk. Muhammed
Tavid et-Tancî, 2. bs., Suudi Arabistan 1403/1983,
Kaya, Eyyüp Said, “Mâlikî Mezhebi”, TDV İA, XXVII, İst.
2003, ss. 519-535.
Özel, Ahmet, “Mâlik b. Enes”, TDV İA, XXVII, İst., 2003, ss.
506-513.
Prof. Dr., KSÜ İlahiyat Fak. 3kelam@gmail.com
İbn Kuteybe, el-Ma’ârif, 496.
Özel “Mâlik b. Enes”, 507.
İbn Kuteybe, el-Ma’ârif, 499.
Özel “Mâlik b. Enes”, 509.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, I, 190.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 41, 47.
Allah’ın Arş’a istivası, başka ayetlerde de geçmektedir. Ayrıca bk. A’râf, 7/54; Yunûs 10/3; Ra’d 13/2; Furkan, 25/59. Ancak, hiçbir ayette, oturma anlamına gelen celese-cülus veya ka’ade-ku’ûd fiilleri Allah’a izafe edilmemektedir. İstiva fiili sadece oturma anlamına gelmemektedir. bu kavramın, deizmin kabaca “Allah’ı evreni yarattıktan köşesine çekilmesi” olarak ifade edilebilecek görüşünün aksine, evreni daima mülkü, hakimiyeti ve tasarrufu altında tutması olarak da anlaşılabilir. Bu yorum, istiva’nın yüce Allah›ın (c.c.) azametini gösterme anlamına daha uygun görünmektedir.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 39.
Ayrıntılı bilgi ve değerlendirmeler için bk. Ardoğan, Recep, Akideden Kelama -Kelam Tarihi, 4. bs., klm Yay., İst. 2017, s. 206-213.
Kelamcıların müteşabihleri te’vili, kendinden yeni manalar üretmek şeklinde değil ilmî yöntem dâhilindedir. Bu konuyla ilgili geniş bilgi için bk. Ardoğan, Recep, Müteşabihleri Anlamada Mihenk Taşları -Kelamda Allah’ı Anlatan Mecazların Te’vîl Yöntemi-, ed. Ahmet Öz, Ahmet Abay, klm Yayınları, Ankara, 2018.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 41.
Bu ayette, mecazî anlatım vardır. Amel yerine onun sebebi yani motivasyon kaynağı olan iman zikredilmiştir. Bu ayetten hareketle amelin imanın var edici bir unsuru olduğu kabul edilince, iman ve amelin ayrı ayrı zikredildiği ayetler nereye konulacaktır?
Dolayısıyla İmam Malik gibi âlimler, imanı kâmil mana-
da iman olarak almışlar; Hariciler gibi büyük günah işle-
yenin imanının gittiğini ileri sürmemişlerdir. Bu durum
da imanın asl’ı, kalb ile inanmak; uzanımları ise günah-
lardan kaçınmak ve dinî vecibeleri yerine getirmektir.
İmanın asl’ı kişinin mümin olması için yeterli asgarî şey-
dir; kamil manada iman ise bu imanın gerektirdiği ve ge-
tirdiği, kazandırdığı her şeydir.
Bir rivayete göre de İmam Malik, ayetlerde imanın arttığının bildirildiğine dikkat çekmiş ve imanın eksilip eksilmediği hususunda görüş bildirmekten çekinmiştir. Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 43.
Ayetlerde bildirilen bir hususun yine de üzerinde tartışılan bir konu olması, dikkat çekicidir. Bu tartışma, Ebu Hanife’nin imanda artma ve eksilme olmayacağını söylemesinden dolayısı ortaya çıkmış, görünüyor. Ancak Ebu Hanife, Kur’ân’a aykırı bir mana kastetmemiştir. Onun kastettiği, bu az mümin bu çok mümin gibi insanlar arasında ayrım yapılamayacağı olmalıdır. Hâlbuki, bir kimse ya mümindir ya da değildir. Bir kimse, iman edilmesi gerekenlerin tümüne şüphesiz olarak iman etmekle mümin olur. İman edileceklerden birini ret ya da imanda şüphenin bulunması, imanda azalma değil, iman dairesinin dışına çıkmaktır. Dolayısıyla Kur’ân’da imanın artması ile kastedilen bunun dışında mana olmalıdır. İmanda artma,
- imanın asl’ının değil vasfının;
- iman bütününün değil onun meyvelerinin,
- imanın özünün değil gücünün artması şeklinde olabilir.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 47.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 42.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 44.
1bk. Ardoğan, Akideden Kelama -Kelam Tarihi, 199-200.
Kanaatimizce, Kur’an’ın yaratıldığını söyleyenin tövbe
etmediği takdirde öldürüleceğini söylemek, aşırı bir
yorumdur. burada bu kişiyi öncelikle irtidat etmekle yani
İslam’dan dönmekle suçlamak ve ona irtidat cezasını
tatbik etmek vardır. Oysaki ölüm cezasının zannî delil
üzerine bina edilmesi, hukuk mantığına aykırıdır.
Çok sonraları ortaya çıkan İmamiyye Şia’sı da imameti, Tevhid, adalet ve nübüvvet esaslarından sonra gelen 4. esas olarak kabul etmiş, zamanın imamını bilmeyenin ve inanmayanın Müslüman sayılamayacağını ileri sürmüştür.
Özel “Mâlik b. Enes”, 510.
Kādî İyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 45-46.