17 Mayıs 2025 - Cumartesi

Şu anda buradasınız: / İMAM MÂLİK’in FIKIH DÜŞÜNCESİNİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ
İMAM MÂLİK’in FIKIH DÜŞÜNCESİNİN KARAKTERİSTİK  ÖZELLİKLERİ

İMAM MÂLİK’in FIKIH DÜŞÜNCESİNİN KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ Prof. Prof. Dr. Soner Duman

1. İmam Mâlik’e Kadar Gelen Süreç

Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabının dini yaşama biçimleri sonraki nesillerin İslam anlayışı üzerinde belirleyici bir rol oynamıştır. İslam toplumunda fıkıh ekollerinin oluşmasında işte bu ilk pratiğin aktarım ve yorumlanması konusundaki farklılıklar başrolü oynamıştır. Hicrî birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarına doğru İslam toplumunda iki coğrafî bölgenin ilim anlayışında bazı farklılıklar görülmeye başlanmıştır. Bu iki coğrafî bölgenin ilki, İslam’ın doğduğu topraklar olan Hicaz bölgesi, diğeri ise özellikle dördüncü halife Hz. Ali ve sonrasında İslâmî idarenin merkezi konumunda bulunan Irak topraklarıdır. Medine, Hicaz bölgesinin ilim merkezi konumunda iken Kûfe, Irak bölgesinin ilim merkezi konumundadır. Diğer şehirler arasından bu iki şehrin öne çıkması tesadüf eseri değildir. Zira her iki şehrin ortak özelliği ise “başkent” oluşlarıdır. Medine, Hz. Peygamber’in hicret yurdu, İslam devletinin ilk başkenti, sünnetin beşiği, ensar-muhacir arasındaki destansı kardeşliğin yaşandığı şehirdi. Kûfe ise Hz. Ali’nin hilafet merkezi ve garnizon şehri idi.

İslam’ın Medine dışına çıktığı ilk dönemlerden itibaren Hz. Peygamber etrafa öğretici, zekât memuru, kadı, vali olarak çeşitli sahabîleri görevlendirmişti. Dört halife döneminde Irak topraklarının fethedilmesi ile birlikte buralara da pek çok sahabî yerleşmişti.

Genel olarak Hicaz ve Irak, daha da özelde Medine ve Kûfe ilim havzalarının İslam’ı anlama ve yaşama biçimlerinde farklılıklar ortaya çıkması ve bu farklılığın zaman içinde ilgili bölgeler arası farklılığı vurgulayacak biçimde “Ehl-i Hicaz- Ehl-i Irak” ikilemi içinde dile dökülmesinin altında bir takım siyasî, sosyal, ilmi sebepler bulunuyordu.

Hicaz toprakları genellikle Arapların yaşadığı, diğer ırkların nispeten az bulunduğu bölgelerdi. Buna karşılık Irak toprakları Araplar dışında İranlılar, Rumlar, Yahudiler’in çokça bulunduğu yerlerdi.

İlk siyasî savaş ve karışıklık- ların büyük bir bölümü Irak topraklarında özellikle de Kûfe ve civarında meydana gelmişti. Bu siyasî karışıklıkların neticesi olarak Hâricîlik, Şiîlik gibi ilk siyasî mezhepler ve yine Mutezile, Mürcie, Cehmiyye gibi ilk itikadî fırkalar hep bu topraklarda ortaya çıkmıştı. Bu siyasî ve itikadî fırkaların kendi görüşlerini desteklemek üzere hadis uydurmacılığı faaliyetine girişmeleri yanında Emevîlerin “Arapçılık” politikasını benimseyip Arap olmayan ırkları “mevâlî” olarak nitelemesi, binlerce yıllık İran-Pers imparatorluğunun yıkılması ve topraklarının Müslüman Arapların eline geçmesinin öcünü almak isteyen unsurlar da bu faaliyetin içinde yer almışlardı. Bu durum, Irak bölgesinde rivayet edilen hadislerin sıhhatini tespit konusunda âlimlerin Hicazdakine göre oldukça sıkı bir takım şartlar koşmasına sebep oluyordu.

Bütün bunların yanında bu iki bölge arası farklılaşmalarda oralara dini öğretmek üzere giden sahabîlerin din anlayışlarının gittiği bölge halkı üzerine yansımasının etkisini de hesaba katmak gerekir.

İşte başlangıçta “muhit”, “hoca” ve “malzeme” farkına dayalı olarak “ehl-i Hicaz-ehl-i Irak” şeklinde meydana gelen bu ayrışma, zaman içinde bölgesel bir isimlendirme yerine metodolojik bir ayrılığı ima eden yeni bir terminolojiye kavuştu: Ehl-i hadis ve ehl-i rey.

Bu iki kavramın içeriğinin nasıl doldurulacağı hususu bir takım tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Zira her iki kavramın tarihsel süreçte tam olarak kime / kimlere işaret ettiği, herkes tarafından ittifakla benimsenmiş bir tablo ortaya çıkarmamaktadır. Bununla birlikte ana özellikleri itibarıyla bir ayrıma işaret etmek mümkündür.

İstisnaları bulunmakla birlikte geneli itibarıyla “ehl-i hadis” diye adlandırılan ulema Hicaz bölgesinde konuşlanmıştır. Bunlar dinî hayatın Resûlullah (s.a.s.) ve ashab-ı kiramdan aktarılan rivayetler temelinde anlaşılıp yaşanması gerektiğini, söz konusu aktarımların bunun için yeterli olduğu görüşünü savunurlar. Hicaz bölgesi, hadis malzemesi açısından güvenilir kabul edildiği için ehl-i hadis ulema hadislerin sıhhatini tespitte geneli itibarıyla senede metinden daha çok önem verir ve çalışmalarını isnad sistemi üzerinde yoğunlaştırırlar Kur’an’ın anlaşılmasında selefin anlayışına büyük önem verirler. Yeni gelişen meselelerde ancak zorunlu durumlarda reye başvururlar. Farazî meseleler üzerine konuşmayı hoş görmezler, yalnızca pratikte gerçekleşen konular üzerinde konuşur ve görüş belirtirler.

Buna mukabil yine istisnaları olmakla birlikte ehl-i rey ulema genellikle Irak bölgesinde konuşlanmıştır. Bölgesel şartlar gereği rivayet malzemesini yeterince güvenilir bulmadıklarından bunların sıhhatini tespitte sıkı şartlar ileri sürerler. Yalnızca senet tenkidini yeterli görmezler, araştırmalarını metin üzerinde yoğunlaştırırlar. Kendi görüşlerine dayanak kıldıkları rivayet malzemesi üzerinde bu şekilde sıkı baraj uygulamaları yapmaları sebebiyle ellerindeki rivayet malzemesi ehl- Hicaza göre daha azdır. Bunun için dine ilişkin sorulara daha çok rey yoluyla cevap verirler. Reyi yalnızca gerçekleşen meselelerde değil henüz gerçekleşmemiş konularda da uygularlar. Bu sebeple “farazî fıkıh” anlayışını da geliştirmişlerdir.1

2. İmam Mâlik’in Fıkıh Anlayışının Ayrıcalıklı Yönleri

2. 1. Dini Anlama ve Yaşamada Hadis ve Rey Birlikteliği Önemlidir

İmam Mâlik, ehl-i Hicaz’ın en önde gelen âlimlerinden ve kendi döneminde ehl-i Hadisin üst düzey temsilcilerindendir. Onun yazdığı el-Muvatta adlı eser en güvenilir hadis kaynakları arasında yer alır. Nitekim İmam Şâfiî bu eser hakkında “Yeryüzünde İmam Mâlik’in kitabından daha doğru bir kitap bilmiyorum”2, “Allah’ın kitabından sonra en sahih kitap Mâlik’in Muvatta’ıdır” demiştir.3 İmam Mâlik bu eserinde Hz. Peygamber’in sünnetine yer verdiği gibi özellikle Medine’de yaşayan sahabî ve tâbiûn âlimlerinin fetva ve görüşlerine de bolca yer vermiştir.

İmam Mâlik’in derslerinin merkezine hadisleri ve seleften gelen uygulamaları aldığı, bu rivayet temeli üzerinde şahsî görüşlerini konumlandırdığı bilinmektedir. Yine onun meydana gelmemiş meseleler hakkında fetva vermekten hoşlanmadığı, yalnızca olgusal konular üzerinde konuştuğu da bilinen bir gerçektir. Bütün bu durumlar onun “ehl-i hadis” çizgide yer aldığını göstermekle birlikte burada kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken bir nokta bulunmaktadır. “Ehl-i hadis” ifadesi tarihsel seyri içinde gitgide reyi daha çok dışlayan ve ehl-i reye karşı daha mesafeli duran bir veçheye bürünmüştür. İmam Mâlik’in hadislerin sıhhatini tespitte sadece senetle yetinmeyip Medinelilerin amelini, dinin genel ilke ve kurallarını bir ölçü olarak kullanması, bir dönem sonra kendisinin yıllarca ilim halkasında bulunmuş olan İmam Şâfiî’nin tepkisini çekecek ve İmam Şâfiî, hocası Mâlik ve bağlılarını hadise yeterince bağlı olmamakla itham edecekti.4 Şâfiî sonrasında gelen ve ehl-i hadis çizginin en uç örneği sayılan Zâhirî yaklaşımı ise İmam Mâlik’i “maslahat”, “sedd-i zerîa” gibi delilleri hüccet olarak benimsediği için eleştirecekti.

Tarihsel süreçte “ehl-i hadis” kavramının gitgide rey ile mesafeyi daha çok açan, rey ile fetva verenleri daha çok dışlayan bu yaklaşımları göz önünde bulundurulduğunda “ehl-i hadis” şeklindeki şemsiye kavramın altına İmam Mâlik’in dahil edilmesi bir çok problemi de gündeme getirecektir. Nitekim İmam Mâlik’in Muvatta’ının rivayet malzemesi kadar reyi de barındırması, onun bu isimle anmasa da sonraları “maslahat”, “sedd-i zerîa” olarak isimlendirilecek aklî yöntemlere sıklıkla başvurması, kimi zaman sahabe reyini hadis rivayetine öncelemesi, sonraki dönemlerdeki anlamıyla “ehl-i hadis” şablonuna dahil edilemeyeceğini göstermektedir.

2. 2. Uygulama Rivayetten Önce Gelir.

İmam Mâlik, Medine halkının uygulamalarına (amel-i ehl-i Medîne) özel bir önem atfeder. Bu uygulamaları hem tek tek hadis rivayetlerinin sıhhatini tespitte bir ölçü olarak kullanır, hem de Hz. Peygamber’den bir sünnetin bulunmadığı konularda hükmün belirlenmesinde esas alır. Bu durum İmam Mâlik’in sünnet algısında uygulamayı rivayete öncelediğini göstermektedir. Onun bu konudaki görüşünün alt yapısını şu şekilde ortaya koymak mümkündür: Medine Hz. Peygamber’in hicret yurdu, ensar ve muhacir kardeşliğinin yaşandığı şehir, dört halifeden ilk üçünün başkenti, binlerce sahabînin ve sonrasında bunların çocukları ve torunlarının yaşadığı mübarek bir beldedir. Hal böyle olunca bu şehir halkının, Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden henüz bir-bir buçuk asır geçmemişken onun hatırasına ihanet etmesi, sünneti bütünüyle terk etmesi, tamamen başka uygulamaları hayatına yansıtmış olması düşünülemez. Öyleyse bir konuda ortaya koyulan tekil bir rivayetin sahih olup olmadığını belirlemek için hadisi rivayet eden raviler üzerindeki kontrol uygulandıktan sonra bu rivayetlerin Medine halkının özellikle Medineli ulemanın hafızasındaki yerinin de kontrol edilmesi gerekir. Eğer bir rivayet Medineliler tarafından bilinmiyorsa veya uygulanmıyorsa o takdirde bu rivayetin sahih olma, amele esas olma şansı yoktur. Mesela İmam Mâlik, bu gerekçe ile Muvatta adlı eserinde rivayet ettiği “alıcı ve satıcı, [akit bittikten sonra] birbirlerinden ayrılmadan önce [akdi bozup bozmama konusunda] muhayyerdirler” hadisini esas almamıştır.5 Mâlikî fakih ve usulcü İmam Karafî, İmam Mâlik’in bu hadisi amel-i ehl-i Medine’yi gerekçe göstererek reddetmesinin eleştirilmesine anlam veremediğini, her fakih ve müçtehidin, daha güçlü gördüğü bir takım deliller sebebiyle bazı âyet veya hadislerle amel etmediğini belirtmiş, “hadis sahihse benim mezhebim odur” şeklinde İmam Şâfiî’ye atfedilen görüşün sadece ona değil bütün imamlar için geçerli olduğunu ama her bir imamın sıhhat kriterinin diğerinden farklı olabileceğini belirtmiştir.6

İmam Mâlik, “Medine halkının uygulamaları”nı sadece sünnetin sıhhatini tespitte değil aynı zamanda sahabî görüş ve uygulamalarından hangilerinin amele esas olup olmadığını tespitte de esas almıştır. Buna örnek olarak Muvatta adlı eserinde zikrettiği şu misali verebiliriz: Bir gün Hz. Ömer minberde hutbe verirken secde ayeti okumuş, sonra minberden inip cemaatle birlikte secde yapmıştı. Ertesi hafta yine minberde secde âyetini okuyunca insanlar secde etmeye hazırlanmış ama o “yerinizde durun. Allah secde etmeyi biz istemedikçe bizim üzerimize zorunlu kılmamıştır” demiş ve minberden inmemiş, insanların da secde etmesine engel olmuştur. İmam Mâlik bu olayı aktardıktan sonra “bize göre amel, minberde iken secde âyeti okuyan imamın minberden inerek secde etmesi şeklinde değildir” demiş ve Hz. Ömer’in uygulamasını esas almamıştır.7

2. 3. Dini Anlamada Sahabenin Ayrıcalığı Vardır.

Malikî usulcüleri arasında farklı görüşler bulunmakla birlikte daha güçlü görülen görüşe göre İmam Mâlik sahabî kavlini hüküm vermede esas alır, hüccet olarak görürdü.8 Zira onun fıkıh düşüncesinde sahabenin özel bir yeri vardı. Sahabîler Allah’ın ve Resûlü’nün övgülerine mazhar olmuş, vahyin nüzulüne şahit olmuş, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında bulunarak onun sünnetinin hangi durumda hangi sebeplere bağlı olarak varid olduğunu bizzat yaşayarak görmüşlerdir. Bu durumda Kur’an’ı ve Sünneti en iyi bilenler onlardır. Dini anlama ve yaşamada bu ilk neslin tecrübe ve birikimleri asla devre dışı bırakılamaz.

İmam Mâlik, bu anlayıştan hareketle yaklaşık 1800 hadisten oluşan Muvatta adlı eserinin üçte birini sahabî görüş ve uygulamalarına ayırmıştır.

2. 4. Dinin Temelini Maslahat Düşüncesi Oluşturur.

İmam Mâlik’in fıkıh düşüncesinde maslahatın özel bir yeri ve önemi vardır. Nitekim maslahatın bir türü olan “Mürsel maslahatlar” ile hüküm verme neredeyse İmam Mâlik ile özdeş hale gelmiş, Malikî usulcüler bunun İmam Mâlik’e özgü olmayıp diğer mezheplerde de var olduğunu kanıtlamaya çalışmak durumunda kalmışlardır.9

İmam Mâlik’in dinde maslahata bu kadar önem atfetmesinin altında yatan temel sebep başta siyasî kademede görev alan raşid halifeler olmak üzere sahabenin maslahata dayalı uygulamalarıdır. Sahabî kavlini kendi din anlayışının temeline oturtan İmam Mâlik’in onların Hz. Peygamber dönemi sonrasında yeni ortaya çıkan pek çok meselede maslahat düşüncesinden hareketle çözümler geliştirdiğini görmesi kendisinin de bu düşünceye olumlu yaklaşmasına ön ayak olmuştur.

İmam Mâlik’in ictihadlarında maslahat düşüncesinin etkileri yalnızca nassın olmadığı hususlar üzerinde görülmez aynı zamanda umum ifadeler içeren nassların sınırlandırılmasında da görülür. Söz gelimi o “bir Müslüman bir kâfiri öldürmesi karşılığında öldürülmez” hadisinin genel ifadesini yorumlarken şöyle bir ayrım yapar: “Bir Müslüman bir kâfiri tasarlayarak öldürürse buna karşılık öldürülür. Aksi takdirde öldürülmez.”10

 

2. 5. İşler Sonuçlarına Göre Değerlendirilir.

İmam Mâlik’in en dikkat çekici özelliklerinden birisi de aslında meşru ve helal olan tasarruf ve muamelelerin, haram olan bir sonuca aracı kılınmasını engelleme konusundaki çabasıdır. Usul ilminde “sedd-i zerîa” olarak isimlendirilen bu anlayışın el-Muvatta adlı eserde pek çok örneğine rastlarız. Bu anlayış tarzı fıkhı sadece kağıt üzerinde meşruiyeti temin etme aracı olarak görmekten kurtarır. İnsanların hayatlarında yaptıkları ve tek başına ele alındıklarında meşruiyet yönünden herhangi bir problem görünmeyen nice mesele vardır ki bunlar gayr-i meşru şeylere âlet edilirler. İşte sedd-i zerîa anlayışı bunun önüne geçer. Müslümanın iş ve muamelelerinin hem başı hem sonu itibarıyla meşru olması gerektiği düşüncesinden hareket eder.

Buna dair Muvatta’dan birkaç örnek zikredelim:

İki kişi birbirine karşılıklı olarak tartarak altın satarken bir tarafta bir miskal fazlalık olsa, diğer şahıs da bu fazlalığa karşılık altının değeri kadar gümüş veya başka bir şey verse diğeri bunu almasın. (Muameleyi bu şekilde yapmasınlar). Çünkü bu kötü bir şey olup faize aracı kılınan bir işlemdir. Çünkü kişinin fazlalık olan miskali sanki bu işlemden bağımsız olarak müstakil bir şekilde alıyormuş gibi değerini ödeyerek satın alması caiz görülecek olursa o zaman aralarındaki bu satımı onaylamak üzere bu fazlalık miskali değerinin birkaç katı kadar ödeyerek alması da caiz olur. Miskalin sahibi bu miskalini yanında başka bir şey olmaksızın müstakil olarak satsa diğer şahıs bu kişinin satım akdini onaylaması için bu altını onun aldığı bedelin onda biri kadar bir fazlalık vererek satın almasın. Çünkü bu haram kılınan bir şeyi helal kılmaya çalışmaktır.11

Görüldüğü üzere burada İmam Mâlik, tek başına bakıldığında cevaz verilebilecek bir işlemi, sonuçta faize yol açacak olması veya faizden kurtulmak için göstermelik olarak yapılıyor olması gerekçeleriyle reddetmektedir.

Bir başka örnek ise şudur:

“Bir şahsa vadeli yüz dinar borcu bulunan bir kimse vade tarihi geldiğinde alacaklıya “bana peşin değeri yüz dinar olan bir malını vadeli olarak yüz elli dinara sat” derse bu satım akdi uygun olmaz. İlim ehli öteden beri bu tür satımları yasaklar. Bunun kötü görülme sebebi şudur: Burada vadeli olarak mala elli dinar fazladan ödenmesinin sebebi ilk borcun ertelenmesini sağlamaktır. Bu mekruh olup uygun değildir.”12

2. 6. İşlerin En Hayırlısı Orta Yollu Olanıdır.

İmam Mâlik’in fıkıh düşüncesinin özgün yönlerinden olan “ortayolcu yaklaşım”, ancak onun görüşlerinin, günümüze görüşleri birer mezhep olarak intikal etmiş diğer iki çağdaşı olan İmam Ebu Hanife ve İmam Şâfiî ile kıyaslandığında daha bariz ortaya çıkar. Gerçekten de İmam Ebu Hanife ve İmam Şâfiî’nin karşı kutuplarda yer aldığı pek çok fıkhî meselede İmam Mâlik, bu iki imamın görüşlerinin ortasında yer alan bir görüş ortaya koymuştur. Burada bir yanlış anlamaya meydan vermemek adına şu hususun altını çizmek gerekir: İmam Mâlik’in bu görüşleri, kendince şer’î bir takım delillere dayanmakta olup o bu görüşleri ortaya koyarken “orta yolu bulmak” gibi bir gayeden hareket etmiyordu. Kaldı ki İmam Şâfiî, müstakil bir müctehid kimliğine İmam Mâlik’in vefatından çok sonra bürünmüş ve bizim “Ebu Hanife’nin karşı kutbu” diye belirttiğimiz görüşlerini de Ebu Hanife ve İmam Mâlik’in vefatından sonra ortaya koymuştur. Buna örnek olarak sadece ibadetlerden birkaç mesele zikredelim:

1) İmam Mâlik’e göre, imamın kıraati açıktan yaptığı namazlarda imama uyan kişi kıraatte bulunmaz imamı dinler. İmamın kıraati gizli yaptığı namazlarda ise imama uyan kişi kıraatte bulunur.13

2) İmam Mâlik’e göre namazdaki bir eksiklikten dolayı yapılan sehiv secdesi selamdan önce olur. Namazda fazladan bir şey ekleme sebebiyle yapılan sehiv secdesi ise selamdan sonra olur.14

3) İmam Mâlik’e göre kişi alacaklarını tahsil ettiğinde geçmiş yıllar için yalnızca bir defa zekât öder.15

4) Kişinin elinde ticaret malları birkaç yıl boyunca bulunsa kişi bunları sattığında bir defaya mahsus olmak üzere zekât öder.16

5) Nafile oruç tutarken bir özür sebebiyle orucu bozan bir durumla karşılaşan, orucunu kasten bozmamış olan kimse orucunu kaza etmesi gerekmez. Böyle bir özrü söz konusu olmayan kimsenin, başladığı nafile ibadeti tamamlaması gerekir.17

Bütün bu örneklerde İmam Mâlik, tüm delilleri hesaba katan, orta yollu bir ictihad ortaya koyma çabası içinde olmuştur.

Sonuç:

Ehl-i Hicaz’ın önde gelen âlimi ve ehl-i hadisin kendi dönemindeki öncü ismi İmam Mâlik fıkıhta ortaya koyduğu düşünce sistemi ile ifrat ve tefritten uzak orta yollu bir fıkıh anlayışının temellerini atmıştır. Bu fıkıh anlayışında Kur’an ve Allah Resûlü’nün sünneti en üst konumda bulunmakla birlikte bu nassları anlamada ilk Müslüman nesillerin anlayışına özel bir önem atfedilmektedir. Sahabenin Hz. Peygamber sonrasında gelişen pek çok yeni duruma “maslahat” ve “sedd-i zerîa” gibi yolları kullanarak çözüm getirmesi, İmam Mâlik’in reyin en önemli ayaklarını oluşturan bu iki prensibi benimsemesinde etkili olmuştur. İmam Mâlik, dini sadece metne indirgeyen anlayışın karşısında olmuş, bu metnin anlaşılmasında geleneğin ve tatbikatın önemine vurgu yapmıştır. Günümüz İslam düşüncesi ve İslam fıkıh anlayışının İmam Mâlik’in bıraktığı mirastan ve fıkıh anlayışından istifade edeceği pek çok yön bulunmaktadır. Allah İmam Mâlik’e rahmet eylesin.

Abdülkerim Zeydan, el-Medhal, s. 111-116.

İbnü’s-Salah, Mukaddime, Dâru’l-meârif, s. 160.

Cemaleddin el-Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, s. 241.

 İmam Şâfiî’nin, İmam Mâlik ve bağlılarına hadis konusunda yönelttiği tenkitler için bkz. Şâfiî, İhtilafu Mâlik ve’ş-Şâfiî (Sünnet, Hadis ve Amel Üzerine Tartışmalar), Trc. İshak Emin Aktepe, İz Yayıncılık.

 Muvatta, Buyu’, 79.

Karafî, ŞerhuTenkîhi’l-fusûl, Dâru’l-fikr, s. 354.

 Muvatta, Kur’an, 16.

 Karafî, ŞerhuTenkîhi’l-fusûl, Dâru’l-fikr, s. 350.

Bkz. Karafî, ŞerhuTenkîhi’l-fusûl, Dâru’l-fikr, s. 3

Muvatta, Ukûl, 8.

Muvatta, Buyu’, 39.

Muvatta, Buyu’, 83. 

Muvatta, Salât, 43.

Muvatta, Salât, 61.

Muvatta, Zekât, 19.

Muvatta, Zekât, 19.

Muvatta, Sıyam, 50.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul