29 Mart 2024 - Cuma

Şu anda buradasınız: / MASLAHATLARIN TESBİTİ VE AKLIN PUTLAŞTIRILMASI
MASLAHATLARIN TESBİTİ VE AKLIN PUTLAŞTIRILMASI

MASLAHATLARIN TESBİTİ VE AKLIN PUTLAŞTIRILMASI İBRAHİM DÖNERTAŞ

İslâm dini insanların maslahatlarını temin eder. Maslahatlar ise akıl ile değil, nakil ile tayin edilir. Hiçbir Müslüman Allah ve Rasûlu’nun herhangi bir hususta bir emrinin olduğunu bildiği halde, o emre muhalif olarak bir hüküm beyan edemez. (Ahzab, 33/36) Hatta iyi niyetle de olsa en ufak bir değişiklik dahi yapamaz.

Bu hususta Fıkıh usulünde, maslahatı merdude (reddedilen maslahat) konusu izah edilirken şu tesbitlere yer verilir:

 “Şer’î hükümlere aykırı olan herhangi bir maslahat, haddi zatında bir maslahat değil bir mefsedettir. Meselâ, Ramazan orucunu kasden bozan bir kimseye, bir nev’i ceza olmak üzere keffâret olarak önce bir köle azad etmek, buna gücü yetmezse iki ay muttasıl olarak oruç tutmak, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek yedirmek gerekir.1

İşte bu keffâretin hukuken muteber olması için bu tertibe riâyet edilmesi şarttır. Çünkü bu husus, nass ile sabittir. Halbuki Endülüs Emevî Devletinin halîfelerinden Abdurrahman Murtazâ, bir gün herhangi bir mazereti olmaksızın kasden Ramazan orucunu bozmuş olduğundan dolayı, o vakit Endülüs’ün en büyük fakîh ve müctehidi olan Yahya b. Yahya (öl. 234), adı geçen halîfenin altmış gün oruç tutmasının vâcib olduğuna fetva vermişti. Bazı âlimler, bu fetvâ’nın nass’a aykırı olduğunu ileri sürünce Yahya b. Yahya bu itiraza şöyle cevap vermişti: “Keffâret, zecr için (suçtan caydırmak için) meşru kılınmıştır. Hâlbuki ben ona bîr köle azad etmekle fetva verseydim, bu ona çok kolay gelirdi. Çünkü onun serveti çoktur, bu sebeple köle azad etmek onun için pek güç değildir. Şu halde onun hakkında keffâretten maksud olan maslahatı yani suçtan caydırıcılık maslahatını hâsıl etmek için, keffâretin ikinci şıkkını tercih ederek altmış gün oruç tutmasının vacip olduğuna fetva verdim. Zira bir daha bu suçu işlememesi ancak bu hükümle hâsıl olur.”2 Cevabını vererek kendisini savunmuştur.

Usûl âlimleri, bu cevabı kabul etmemişlerdir. Çünkü bu fetva, nassa muhaliftir. Şârî, bu hususta zengin ile fakir arasında bir ayırım yapmamaktadır. Keffâret’te nass’daki tertibe riâyet etmek gerekir. Bu tertibe riâyet etmemek nassın hükmüne aykırı olan maslahata göre amel etmektir ki, bu asla tecviz olunamaz.

Endülüs’te verilen bu fetvanın aynının, yine o zamanlarda şarkda verildiği, görülmektedir. Şöyle ki, Horasan emiri, bir gün yeminini bozmuş olduğundan dolayı İsa b. Ebân (öl. 220), adı geçen emirin bir köle azadı yerine üç gün oruç tutmasının vâcib olduğuna fetva vermiştir. Fakat bu fetvasını, Yahya b. Yahya’nın illetine değil başka bir illet üzerine dayandırmıştı. Bazı âlimler bu fetva’ya itiraz edince, İsa b. Ebân bu fetvanın gerekçesini şöyle anlatmıştı: “Bu zat, servetini zulüm, rüşvet gibi gayrı meşru yollardan elde etmiştir. Bu sebeple bu zatın elinde bulunan bütün mallarını sahiplerine iade etmesi ve harcadıklarını da tazmin etmesi gerekir. Görüldüğü gibi bu şahıs borca batık bir borçludur ve fakir hükmündedir. Şu anda borcunu ödeyecek ve elinde bulunan malları sahiplerine iade edecek olsa -ki ödemesi ve iade etmesi vâcibtir- elinde bir köle azad edecek kadar parası kalmaz. Bu sebeple keffâret olarak bir köle azad etmesi yerine üç gün oruç tutması gerektiğine fetva verdim.” demiştir.

Usûl âlimleri, bu cevabı beğenmişler ve “Bu cevap çok doğrudur. Fetvanın dayandığı illet ve maslahat, şer’an muteberdir. Bununla Yahya b. Yahya’nın fetva verirken dayandığı illet arasında büyük bir fark vardır. Bu iki fetva birbirine karıştırılmamalıdır. Bu sebeple, İsa b. Ebân’ın fetvası, şeriatın itibar ettiği makbul bir maslahata dayanmaktadır. İmâm Yahya’nınki ise şeriatın ilga ve iptal ettiği merdûd maslahattır” demişlerdir”3 Bu iki olayı tahlil ettiğimizde, birincisinde iyi niyetle de olsa aklın dengesizce kullanımını ve naklin önüne geçmesini; ikincisinde ise aklın kullanılması gerektiği biçimde, ölçülü ve seviyeli olarak işlevini yerine getirdiğini görebiliriz.

Aklı, Akılsızca Kullananlar

Günümüzde de mantık, zekâ anlamında kullanılan ve beyne ait bir işlev olan “akıl” bilgi edinme kaynağı olduğu halde kapasitesinin dışında ve ölçüsüzce kullanılmaktadır. Aslında “akıl” kalb’dedir, mantık ve zekâ ise dimağ’da, yani beyindedir. Hz. Ali “Akıl kalbde bir nurdur, ziyası (ışığı) ise dimağ’dadır” diyerek bu ikisi arasındaki farkı ortaya koyar ve aynı zamanda da aralarındaki bağlantıya dikkat çeker. Akıl ile zekâ’yı karıştıranların idrak etme, anlama ölçüleri yanlış olduğundan, elde ettikleri bilgiler de yanlış olur. Zekâ denilen kavram, kişilere göre kavrama kapasitesi, anlayış seviyesi yönünden farklılık arz eder. Bu yüzden çok zeki dediğimiz insanlar bile birçok meselelerde ortak fikre ulaşamazlar. Hatta bu tip insanlar diğer zekâsı az daha düşük olan insanlara göre daha çok ihtilaf ederler. Çünkü her biri kendi zekâsını en üstün görmekte ve hatta putlaştırmaktadır. Eğer doğru dediğimiz şey zekânın tek başına bulabileceği bir şey olsaydı, bütün zeki insanların tek doğruda, aynı çatı altında toplanmaları gerekmez miydi? Aynı zamanda Allah insanlara dünyada kendileri vasıtası ile doğru yola ulaştıracağı, doğru bir hayat tarzına kavuşacağı peygamberler ve kitaplar göndermez, herkese aklının (zekâsının) öngördüğü şekilde kendisini bulmasını, tanımasını ve o şekilde yaşamasını irade edebilirdi. Fakat rabbimiz öyle yapmadı. İnsanlara kendisi vasıtası ile fikredeceği, bazı bilgiler elde edebileceği, akletmesi için gerekli olan verileri derleyebileceği zekâ veya mantık kapasitesine sahip beyin ya da diğer adı ile dimağ verdi. Bilgilerin toplanmasında aracılık eden görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma gibi duyu organlarımızı beynimizin emrine verdi. Bizler de bu vasıtaları kullanarak bilgi ediniriz. Güzel kokuyor deriz. Çok güzel bir çiçek deriz. Çok acı bir yemek deriz. Sıcak deriz, soğuk deriz. Bu bilgiler beyne ulaşır ve beyin karar verir. Bir kelebek üzerinde bulunan müthiş güzelliği göz görür, beyin bunun güzel olduğunu ve kendi başına meydana gelemeyeceğini idrak eder, bu bilgiyi kalbinin içinde bulunan “akıl”a gönderir. Akıl da bu bilgiyi alır ve “Bu sanatı icra eden, mükemmel bir şekilde ortaya çıkaran” gücün kudretini kabullenir, ona inanır, onu över ve tüm ruhu ile tüm duyguları ile manevi bedenini yaratıcıya teslim eder. Onun yapmış olduğu yaratma, yönetme vb. sıfatlarını idrak ettikçe imanı artar, kuvvetlenir. Tevekkül denilen şey bütün bütünüyle o kişinin ruhunda ve dolayısı ile bedeninde tahakkuk eder. Allah’a tereddütsüz teslim olma, her hususta onu vekil kılma işte budur. Mahlukâtındaki hikmet ve eserleri duyu organlarının vasıtası ile ve zekâsı ile ne kadar çok elde ederse, yaratana karşı imanı o derece artar.

Bu durum şu ayette bildirilmiştir:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler” (Enfal,8/2)

Bu ayette Allah’ın zatının sıfatlarındaki celali ve yaratmış olduğu mahlukâtındaki kudretinin azametini gören insan, bu bu celal ve azamet karşısında hayranlıkla birlikte bir korku hisseder. Çünkü karşısında Türkçe kelimelerle ifade edemeyeceğimiz korkunç bir güç, müthiş bir yaratıcı, mükemmel bir kudret vardır. Kısaca “Subhan” olan, her türlü eksiklikten münezzeh olan bir “hâlık” vardır. İşte o zaman insan “tevekkül” eder. Yani Allah’tan ne gelirse gelsin onu fikren ve zikren kabul eder. İsyan etmez. Sorgulamaz.” İşittik ve itaat ettik” (Bakara, 2/285) der. Diğer bilgi edinme kaynakları farklı da söylese, o Allah’a tevekkül eder ve ondan ne gelirse kabul eder. Allah’tan geldiği sabit olan her şey zekâ, mantık ve diğer duyu organlarına ters de gelse, Allah’tan geleni kabul eder. Çünkü zekâ ve diğer bilgi kaynağı olan duyularımız bizi yanıltabilir. Mesela bir insanı zorla kaçıran ve ona işkence etmek isteyen bir insan. Onun karşısına geçse ve kızdırmış olduğu bir demir parçasını ona gösterse. Şimdi senin sırtına bunu değdireceğim dese. Fakat arkasından ona göstermeden kızgın olan demiri değil de, buz gibi soğuk bir demiri sırtına değdirse, kendisine işkence edilen o insan acı ile sırtı yandı hissi ile bağırır, oysa sırtı yanmamış, donmuştur. Zekâsı (Beyni) onu yanıltmıştır. Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. İnsan beyni, zekâsı ve hatta aklı dış tesirlerden etkilenen melekelerdir. Beyin için uyuşturucu kullanmak, sarhoşluk, uykusuzluk gibi etkenler nasıl onun dikkat dağınıklığına ve sağlıklı iş görmesine engel oluyorsa, psikolojik faktörler ve şeytan’da kalbin içinde mekân tutmuş olan aklın algılama, akletme özelliğini sekteye uğratmakta ve hatta büsbütün kapamaktadır. Bir hadis-i şerifte bu duruma işaret olarak Peygamber Efendimiz: “Eğer şeytanlar Âdemoğullarının kalblerinin etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki, Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı”4 buyurarak şeytanların vesvese ile kalblerin üzerini örterek yazılı ve görsel vahyin kalblerimizin içindeki akla ulaşmasını engelledikleri için insanın kâinattaki gerçek görüntüyü göremediğini belirtmektedir. İmam Gazali, “Akıl göz ise, ilimde ışıktır” diyerek aklın tek başına doğruyu bulamayacağını, ancak ilim ile yani Kur’an ve Sünnet ile hakkı görebileceğini beyan etmiştir.

Allah(c.c.), Kur’an-ı Kerim’de:

 “İnsanlar içinde yürümesi için kendisine bir ışık verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayan kimsenin durumu gibi midir?” (Enam, 6/122) buyurarak aklın görebilmesi için, vahyin olması gerektiğini beyan etmektedir.

Akıl doğruyu yanlıştan ayıran en büyük melekedir. Kendisi doğru ve yanlış koyamaz. Mevcut olan doğru ve yanlışlar arasında ayırım yapar. Bu ise ancak vahyin aydınlatması ile olur. Vahiyden uzak hareket eden akıl karanlıkta seçim yapan kimseye benzer. Karanlıklar ise pek çoktur. Hak ise bir tanedir. Bu kadar çok yanlışın içinden bir tane doğruyu bulmak ancak görüşü açık olan kimseler için, görebilen insanlar için geçerlidir.

Akıl Bir Şeyin Güzel Veya Çirkin Olduğuna Karar Veremez

İmam Kurtubi, şöyle der:

 “Akıl tek başına ne bir şeyi vacib kılabilir, ne de bir şeyin çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna karar verebilir”5 diyerek bu durumu izah eder.

Yine Hz. Ömer (r.a.)’da şöyle demiştir: Din hususunda re’yi itham altında biliniz. Hudeybiye günü Ebu Cendel hakkındaki kanaatimi bir bilseydiniz. Ben kendi görüşüme dayanarak Rasûlullah (s.a.s.)’in emrini reddediyordum. Ebu Cendel günü elimden geldiğince gayret ediyor, bütün gayretimi ortaya koyuyor, elimden geleni esirgemiyordum. O sırada antlaşma metni de yazılıyordu.

(Rasûlullah):

Bismillahirrahmanirrahim, diye yaz, diye buyurdu.

Ancak (Kureyş delegesi):

Senin adınla Allah’ım yaz, dedi.

Rasûlullah (s.a.s.) razı oldu ve bu şekilde yazıldı. Bense karşı çıktım, Peygamber (s.a.s.): “Ey Ömer! Sen benim razı olduğumu görüyorken, kendin nasıl yüz çevirirsin” dedi.6 Bu olay Hz. Ömer’in deyimi ile sonradan aklına geldikçe çokça tevbe ettiğini beyan etmiştir. Hz. Ömer bile, hak ile batılı ayırma hususunda peygamber efendimizin övgüsüne mazhar olmuş ve “fâruk” ismini almış iken, Hudeybiye anlaşmasının maddelerini aklı almadığı için, zekâsınca Müslümanların aleyhine gibi görmüş ve itiraz etmiştir. Fakat gerçek daha sonra bu anlaşmanın Müslümanların lehine olduğu ve Mekke’nin fethini hazırladığı herkes tarafından şahit olunmuştur.

Günümüzde bir takım kimseler sözde akıllarına uymadığı için Allah Rasulu (s.a.s.)’den bizlere “sahih” olarak gelen ve Ehl-i Sünnetin üzerlerinde ittifak ettiği, Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarında “sahih” kaydı ile gelen hadisleri sırf akıllarına, daha doğrusu mantıklarına uymadığı için reddeden bir takım sözde din koruyucuları çıkmıştır. Hadislerin nasıl toplandığını, senet zincirlerinin hassasiyetle nasıl takip edildiği, ravilerinin “sika” olup olmamasının özenle seçildiği ve bu sebeplerle “sahih” sıfatına sahip hadis kitapları gözden düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu kitapların mevzu hadislerle dolu olduğu mantığı Müslümanların zihinlerine yerleştirilerek hadislere olan güven de sarsıntıya uğratılarak, geriye sadece güvenilir olan Kur’an kalmıştır mantığı beyinlere kazınmak istenmektedir. Bundan sonra da geriye ya Kur’an’ın mealleri üzerinden istendiği gibi mana vermek ve hatta daha ileride onunda kendi içinde tenakuza düştüğünü iddia ederek onunda bazı ayetlerini Kur’an’dan atmak olabilir.

Günümüzde meydanı boş bulan bir takım akademisyenler sünneti inkâr veya hadisleri Kur’an’a arz etme veya tarihselcilik yâda bizim konumuzda olduğu gibi akla, mantığa uymayan hadislerin reddedilmesi, bu hadislerin uydurma olduğu iddiası ile televizyonlarda şov yaptıklarını görüyoruz. Bu konu altında kendilerine Peygamber Efendimizden gelen ve Buhari, Ebu Davud, İbn Mace ve Nesai gibi küttübi sitte kitaplarında zikredilen “Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur”7 hadisi olsun, deve idrarının içilmesi, kadınların eğri kaburga kemiğinden yaratılması, namaz kılmayanın öldürülmesi, kadınların sünnet edilmesi, erkek çocuklarının idrarına su serpilmesi, kız çocuğunun idrarının ise yıkanması gibi konuları malzeme yaparak hadis düşmanlığı yapmaktadırlar. Bu konular ile ilgili mantıki cevaplar verilebilir veya verilemeyebilir. Fakat biz Müslümanlar bir hususta Allah ve Rasulünden gelen bir emir görür isek ve bunun sabit olduğunu senet zinciri ile “sahih” olduğunu bilirsek aklımıza uysa da, uymasa da onu kabul ederiz. Çünkü sahabe böyle yapmıştır, önceki peygamberlerden de bunun birçok örnekleri bizlere nakledilmiştir.

İsra ve Miraç olayında müşrikler Peygamber Efendimizin önce Mescid’i Aksâ’ya oradan’da Mirac’a çıktığını akılları ile kavrayamadıkları için katıla katıla gülmüşlerdir. Ve aynı tepkiyi Hz. Ebubekir’inde verebileceğini, onun bu olağanüstü, akıldışı olayı kabul edemeyeceğini zannederek durumu ona nakletmişlerdir. O ise; “Bunu o mu söyledi? O söyledi ise doğrudur. Biz bundan daha akla uzak olan şeyleri tereddütsüz kabul ettik diyerek” onlara cevap vermiş ve bu olayı duyan Peygamberimiz onun için “sıddîk” ismini vermiştir.

Hz. İbrahim mantığımızın kabul etmekte zorlanacağı fakat aklımızla kabul ettiğimiz çocuğunu kurban etme, Hz. Hacer ile küçücük bebek olan oğlunu bomboş çölde tek başlarına bırakmıştır. Hangi mantık bunu kabul eder? Hz. Hacer kendisine “Ey İbrahim bunu sana Allah mı emretti?” sorusunun cevabında Allah’ım emri olduğunu anlayınca akıldan, izandan söz etmemiş ve itirazsız teslim olmuştur.

Hz. Nuh kendisine kupkuru yerde, denizin olmadığı yerde gemi yap diyen Allah’ın emrini sorgulamamış ve hatta kendisine inanan mü’minlerde ona teslim olmuşlardır.

Bütün bunlara karşılık şeytan nakle karşı akıl getirmiş ve “Beni ateşten yarattın, onu topraktan” diyerek aklını Allah’ın emrine üstün tutmuş, Yine Kabil “Kendisinin ve ikiz kardeşinin, cennette iken annelerinin karnında bulunduklarını, diğerlerinin ise dünyada iken ana rahmine düştüklerini, bu sebeple diğerleriyle eşit olmadıklarını” ileri sürmüş ve aklını vahyin önüne geçirerek isyankârlardan olmuştur.8

Günümüz dünyası teknolojinin gelişmesi ile birlikte aklın gücünün daha fazla hissedildiği, akıl sayesi ile büyük başarılar elde edildiği bir dünya olmuştur. Uzay’a gidilmiş ve hatta Mars’a araç gönderilmiş, yeni galaksiler keşfedilmiş, dünya üzerinde canlılar klonlanmış ve kopya canlılar elde edilmiş, canlıların genleri ile oynanarak bilimsel adımlar atılmış ve bütün bunlardan başka sayamayacağımız birçok bilimsel araştırmalar sonucu gerçekten akıl sayesinde büyük başarılara! imza atılmıştır. Zaman bilim zamanı, dolayısı ile bilimin kaynağı olan akıl zamanıdır. Teknolojinin ve bilginin belli bir seviyeye ulaşması, inançsız insanları adeta çıldırtmıştır. Sahip oldukları bilimsel verileri putlaştıran “zeki”, fakat bir o kadar da “akılsız” bilim adamları Bilimi ve Teknolojiyi putlaştırmışlar, deney laboratuvarlarını adeta bir tapınak, bilimsel verilerini de her bilginin üstünde bir “vahiy” bilgisi olarak görmekte, araştırmalarını ihlaslı bir ibadet lezzetinde sürdürmektedirler. İşte “Titanik Gemisi”; ziraat toplumundan, sanayi toplumuna geçildiği yıllarda, 1912’de dünyanın en büyük gemisi olarak imal edildi. Çok sağlam olarak yapıldı ve onun için “Bu gemiyi tanrı bile batıramaz” denilerek putlaştırıldı, ilahlaştırıldı. Hatta ona Yunan tanrılarından meşhur bir tanrının ismi olan “Titan” dan esinlenerek “Titanik” ismi konuldu. Bilimselciler tarafından adeta bir teknolojik tanrı olarak algılandı ve öyle lanse edildi. O put ise daha ilk seferinde bütün sahte ilahların düşeceği duruma düşerek yumuşak sıfatlı olan suyun, değişik bir versiyonu olan buz ile bir buzdağı ile cehennemin (özür dilerim), denizlerin dibini boyladı. Bütün peşinden gidilen canlı putlar ve onları takip edenlerin fikirleri, zekâları, mantıkları cehennemin dibini boylamaya adaydırlar.

Nasıl ki ilkel topluluklarda olduğu gibi güçlü gördükleri objeyi kudretin kaynağı zannederek ona tapan, güneş’i, Ay’ı, yıldızları ve hatta zamanımızda İneği yüce makamlara çıkararak onları ilahlaştıran insanlar varsa, günümüzde de “aklı” putlaştırarak onu her şeyin üzerinde gören insanlar vardır. Biz Müslümanlar aklımız ile bulduğumuz ve ona tabi olduğumuz “vahyin” değişmez ölçü olduğunu kabul ederiz ve ona kayıtsız ve şartsız, ruhen ve bedenen teslim oluruz. Aklımıza (mantığımıza) uymasa da.

 

Nasbu’r-Râye, II, 449-450

Gazâlî,I.285

Seyyîd Bey II, 273.; Fıkıh usulü, Fahreddin Atar, sh.80-81

İhyaû Ulûmid’din Cilt.3. sh.19.(Ahmed)

El Camiu li-Ahkâmi’l Kur’an,İmam Kurtubi,Bakara 30.tfsr.)

Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 82.

Buhari,Tıbb 58,Bed’ül Halk 14; Ebu Davud,Et’ime 49; İbni, Mâce, Tıb 31; Nesai,Fera 11

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi. Maide 27. tfsr.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul