
İran’da 2017 yılının sonuna doğru halkın hızlı bir şekilde meydanlara çıkması ve birkaç gün gösterilerini sürdürmesi çok farklı yorumlara neden oldu.
İran’da 2009’dan beri böyle halkın meydanlara çıkması ve yönetimi protesto etmesi şeklinde hadiseler yaşanmamıştı. Ayrıca 2017 sonuna doğru patlak veren hadiseler çok daha geniş çaplı ve kapsamlıydı. 2009’daki olaylar daha çok başkent Tahran merkezliydi ve çevre illere çok fazla yayılmamıştı. Bu sefer ki olaylar hemen hemen bütün il merkezlerine yayıldı ve tüm ülkeyi ciddi şekilde etkiledi.
Olaylar bazılarına göre İran’ın Suriye ve Yemen’de zulüm güçlerinin yanında yer almasının ve katliamlar yapmasının bir sonucuydu. Bu ülkelerde meşru haklarını isteyen halklara karşı katliamlar yapan İran bu kez kendi içindeki sıkıntılarla karşı karşıyaydı. Bu tarz yorumlar olayların gittikçe büyüyeceği ve İran’ı kendi iç meseleleriyle uğraşmaya zorlayacağı beklentisini de beraberinde getirdi.
Bazılarına göre olaylar tamamen ekonomikti. İran’ın Suriye, Lübnan ve Yemen’de kontrolü elinde tutmak amacıyla yaptığı harcamalar onu ekonomik yönden zorlamıştı ve kendi halkının ihtiyacını karşılamakta zorlanmaya başlamıştı. O yüzden halk yönetime tepki göstermiş ve kendi ekonomik meseleleriyle ilgilenmesi talebiyle meydanlara çıkmıştı. Meydanlara çıkanların yöneticilerden Suriye, Lübnan ve Yemen’den önce kendi meseleleriyle ilgilenmelerini isteyen pankartlar taşımaları ve bu yönde sloganlar atmaları da bu tarz yorumları destekleyici nitelikteydi.
İran yönetiminin ve onu destekleyen medya organlarının yorumlarına göre ise olaylar tamamen dış güçlerin planladığı ve organize ettiği bir fitneden ibaretti. Arka planda duran ülkeler ise ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’dı. Bu ülkeler İran’ı karıştırmak ve zayıf düşürmek amacıyla bu olayları organize etmişlerdi.
Olayların patlak vermesinden sonra ABD ve İsrail’in protestoculara sahip çıkan, onlara birtakım vaatlerde bulunan açıklamalar yapması İran yönetiminin ve onun tarafından yönlendirilen medya organlarının iddialarını güçlendirdi. Dolayısıyla ABD ve İsrail’in söz konusu protestolara sahip çıkması bu protestoları güçlendirmedi bilakis marjinalleşmesine ve toplumun geniş tabanı tarafından yadsınmasına neden oldu. Bu durum aynı zamanda İran’daki rejim taraftarı kitlelerin de meydanlara çıkmasına neden oldu. Taraftar kitlelerin meydanlara çıkması ise rejimin emniyet ve istihbarat teşkilatının bileğini güçlendirdi. Tamamen fitne ve ABD – İsrail – Suudi Arabistan üçlüsünün oyunu olarak nitelediği protestolara daha fazla yüklenmelerini sağladı. Sonuçta polis ve istihbarat baskısının protestoları kuşatması ve sonlandırması çok zor olmadı. Fakat bununla birlikte eylemlerin durdurulması için yapılan müdahaleler yer yer polisle göstericiler arasında çatışmalara neden oldu ve yirmiden fazla insan hayatını kaybetti. Çok sayıda yaralanan oldu ve yüzlerce kişi de gözaltına alındı.
İran’daki gösteriler ani bir olayla yani herhangi bir gelişmenin alevlendirmesiyle meydana gelmedi. Halkın ekonomik sebepleri ve hayat pahalılığını gerekçe göstererek meydanlara çıkmasıyla başladı. Fakat çok hızlı bir şekilde yayıldı. Bu durum, ilk meydanlara çıkanları birileri yönlendirmiş olsa da onların şikâyet ettiği durumdan rahatsız olanların bütün ülkede mevcut olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Çünkü olayların başlangıcını birileri organize etse, yönlendirse de yayılması toplumsal şartlara ve realiteye bağlıdır. Eğer ki toplumun genelinde rahatsızlık olmasaydı bu kadar hızlı bir şekilde bütün ülkeye yayılması mümkün olmazdı.
Halk hareketleri muhtelif ülkelerde oldu. Fakat bu tür olayların sebepleri üzerinde yorum ve değerlendirme yapılırken her ülkenin kendi özel şartları öncelikli olarak nazarı dikkate alınmaktadır. Yerine göre dış güçlerin komplolarının ve oyunlarının da olaylarda bir payı olabilir. Fakat bu tür oyunların oynanabilmesine zemin hazırlayan sebepler de içeride oluşur. Bir başka ülkede halk meydanlara çıktığı zaman ekonomik veya sosyal sebeplere, yönetimin baskıcı uygulamalarına ve benzeri etkenlere bakılıyor. Ama sıra İran’a gelince neden sebep sadece ABD, İsrail ve Suudi Arabistan oluyor? Eğer ekonomik sorunlar halkın meydanlara çıkmasına neden oluyorsa sormak gerekir ki, yıllardan beri Irak’ta, Suriye’de ve Yemen’de savaşan, bu savaşlarda büyük harcamalarda bulunan İran’da ekonomik sorunlar fazlasıyla oluşmamış mıydı? Rejimin baskı uygulamaları ve özgürlükleri kısıtlaması insanların meydanlara çıkmasına neden oluyorsa İran’da bunun zemininin de fazlasıyla oluştuğu bir gerçektir.
İran güdümlü medya organları, suçu dış güçlere yükleyerek hakim sistemi aklama yöntemine Suriye’de de başvurmuşlardı. Oysa Arap Baharı olarak isimlendirilen halk ayaklanmalarına neden olan vakıa Suriye’de, Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de bulunduğundan kat kat fazlasıyla mevcuttu. Ama Suriye’deki halk ayaklanması kendilerinin hesaplarına dokunduğu için orada iktidardaki zulüm yönetimini aklamak için olayların arkasında dış güçlerin bulunduğunu iddia ederek özgürlüğünü isteyen halkı mahkûm etmeye çalışmışlardı.
İran’da 2017 sonuna doğru patlak veren olayların zemini de ülkedeki hâkim şartlardan kaynaklanıyordu. Fakat ABD ve İsrail, İran’daki rejimi sürekli hedefe yerleştirmeye çalıştığından bu rejime veya rejimin iktidar kadrosuna karşı başkaldırıyı da sahiplenme, gerçekleştirilen gösterileri destekleme ihtiyacı duymuşlardır. Ancak ABD ve İsrail’in sergilediği tavır gösterilerin lehine değil aleyhine bir hava oluşmasına neden olmuştur.
Olaylarda dikkat çeken bazı gelişmeler de protestoların sadece yönetimdekileri değil aynı zamanda hâkim sistemi de hedef alıyor olmasıydı. Diktatörlüğün gitmesini isteyen, dini lider Ali Hamaney’i istifaya çağıran sloganlar atıldı. O yüzden bu durum İran’daki sistemin hakimiyetini kaybetmesi beklentisi içinde olanları ümitlendirdi. Fakat bir yandan da rejimin devam etmesini önemseyen kitlelerin endişelenmesine ve onların da meydanlara çıkmalarına, karşıt eylemler düzenlemelerine sebep oldu. Diğer yandan ABD ve İsrail’in protestolara sahip çıkması ve bu olayların İran’daki hakim sistemin devrilmesine neden olacağı yönünde açıklamalarda bulunmaları yönetime karşı düzenlenen protestoların daha da marjinalleşmesine neden oldu.
İran’daki protestoların kolay bastırılmasında en önemli etken bu ülkede hakim sistemi dinî duyarlılıkla sahiplenen ve onun devamını önemseyen bir kitlesel tabanın bulunmasıdır.
Şimdilik İran’da gösteriler son bulmuş, olaylar durulmuş görünüyor. Fakat bu, meselenin de tamamen son bulduğu anlamına gelmez. Her şeyden önce bu ülkede hakim sistemin uygulamalarından rahatsız olan azımsanamayacak bir kitlesel tabanın olduğu ortaya çıkmıştır. İkinci olarak bu tabanın rahatsız olmasına neden olan ekonomik sorunlar ve özgürlükleri ciddi şekilde kısıtlayan uygulamalar da devam etmektedir. Bazıları belki çözümü Arap dünyasındaki dikta rejimlerinin yaptığı şekilde halkı daha sıkı cendereye almakta görebilir. Polis şiddetinin bu seferki olayları bastırabilmiş olması da bu konuda onları cesaretlendirebilir. Ama bizim tahminimize göre önemli bir kesim de çözümü reformda, şartların nispeten iyileştirilmesinde, özgürlükler üzerindeki kısıtlamaların kısmen de olsa kaldırılmasında arayacaktır.
Suriye’de Devam Eden Katliamlar
Suriye’de 2017 yılı içinde silahların susturulması ve siyasi çözümün önünün açılması iddiasıyla çeşitli görüşmeler gerçekleştirildi ve anlaşmalar imzalandı. Bir taraftan siyasi çözüm formüllerinin görüşülmesi için BM gözetiminde Cenevre görüşmeleri yapıldı. Fakat bu görüşmelerde söze gelir bir ilerleme kaydedilemedi.
Olayların askerî boyutunun masaya yatırılması ve silahların susturulması amacıyla da Kazakistan’ın başkenti Astana’da görüşmeler düzenlendi. 2017’nin sonlarına doğru da Rusya’nın aracılığı ile Soçi zirveleri gerçekleştirildi.
Astana’daki görüşmelerde, Suriye’de silahların susturulması için bazı önemli anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmalarda Suriye’de çatışmasızlık bölgeleri oluşturulması konusunda ittifak sağlandı. Bu bölgeler önce üç olarak belirlendi. Daha sonra İdlib’in tamamı da dördüncü çatışmasızlık bölgesi olarak ilan edildi.
Fakat maalesef anlaşmaların uygulanması aşamasında önemli sıkıntılar yaşandı. Bunun da bizim gördüğümüz kadarıyla iki önemli sebebi vardı. Birincisi anlaşmaların üç garantör ülkesinden ikisinin Suriye’deki rejim hesabına fiilen çatışan ve bu ülkede işgal gücü bulunduran Rusya ve İran olmasıydı. Bunlar anlaşmaların garantörü olmalarına rağmen altına imza attıkları anlaşmalara kendileri uymuyor ve muhalif güçlere hatta sivillere yönelik saldırılarını sürdürüyorlardı. İkinci önemli sebep ise bazı grupların “radikal” olarak nitelendirilip saldırmama taahhüdünün dışında tutulmasıydı. Çünkü böyle bir istisna saldırmak isteyen işgal güçleri ve rejim güçleri açısından arka kapının açık bırakılması anlamına geliyordu. Bu güçler bir yere saldırmak istediklerinde orada müstesna tutulan gruplara mensup militanların bulunduğunu ve kendilerinin onlara saldırdıklarını dolayısıyla anlaşmaya aykırı bir şey yapmadıklarını iddia ediyorlar.
Doğu Guta normalde çatışmasızlık bölgelerinden olmasına rağmen uzun süreden beri rejim güçleri tarafından kuşatma altında tutulmaktadır. Rejim güçleri aynı zamanda buraya zaman zaman saldırılar düzenleyerek sivilleri katletmeye de devam ediyor.
Geçtiğimiz ay içinde ise saldırgan güçler yine çatışmasızlık bölgeleri arasında yer alan İdlib’e yönelik saldırılarını yoğunlaştırdılar. Bu saldırılar yüzünden on binlerce kişi bölgeyi terk etmek ve başka yerlerde oldukça zor şartlarda hayatını idame ettirmek zorunda kaldı. Rusya ve onun himayesindeki Baas rejimi ise saldırılarında radikal grupları hedef aldıklarını dolayısıyla Astana’da kabul edilen anlaşmalara aykırı bir şey yapmadıklarını iddia ettiler. Oysa saldırılarda birinci derecede siviller hedef alındı ve çok sayıda sivil hayatını kaybetti.
İşin gerçeğinde Baas rejiminin ve onun arkasındaki destekçilerinin burada yapmak istedikleri Halep’te yaptıkları şekilde insanları kıskaca almak ve silahın zoruyla teslim olmaya zorlamaktır. Cenevre görüşmelerinde geçiş süreci konusunda uzlaşmaya yanaşmak istememelerinin sebebi de zaten silahın gücünü kullanarak muhaliflerini etkisiz hale getirebileceklerini düşünmeleriydi. Dolayısıyla İdlib’deki savaş iddia edildiği gibi Astana anlaşmalarında müstesna tutulan belli gruplara yönelik değil bütün bir halka karşı sürdürülen savaştır. Bu durum da o bölgenin çatışmasızlık bölgesi ilan edilmesinin sadece göz boyamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermektedir.