21 Mart 2025 - Cuma

Şu anda buradasınız: / SELAHADDİN EŞ (ÇAKIRGİL): ‘HERHANGİ BİR KAVMİN ÜSTÜN OLDUĞUNU BENİMSEYEN İSLAM’IN ÖZÜNÜ ANLAYAMAMIŞTIR!’
SELAHADDİN EŞ (ÇAKIRGİL):  ‘HERHANGİ BİR KAVMİN ÜSTÜN OLDUĞUNU BENİMSEYEN İSLAM’IN ÖZÜNÜ ANLAYAMAMIŞTIR!’

SELAHADDİN EŞ (ÇAKIRGİL): ‘HERHANGİ BİR KAVMİN ÜSTÜN OLDUĞUNU BENİMSEYEN İSLAM’IN ÖZÜNÜ ANLAYAMAMIŞTIR!’ İlhami Pınar

Düşüncesinden dolayı doğduğu topraklardan yaklaşık 35 yıl uzak kalan bir dâvâ adamı yazar Selahaddin Eş Çakırgil ile dosya konumuz olan milliyetçilik / ırkçılık üzerine hasbihal ettik. Selahaddin Eş Çakırgil, “Her Müslüman, İslam Milleti’nin korunması, yücelmesi ve ilahî adâlet anlayış ve ölçüsünün, İslam mesajının bütün insanlığa ulaştırılması ve ideali mânâsında İslam milliyetçisi olmak durumundadır” dedi.

Türkiye’de Milliyetçilik oldukça fazla gündeme gelen bir kavram. Dünyada da çok kullanılan bir kavram. Bu kavrama, herkes farklı bir anlam yüklüyor. Milliyetçilik kavramınıbirde sizden dinleyebilir miyiz?
Millet ve Milliyetçilik terimleri hele de son yüzyılda maalesef yanlış bir temele oturtuldu bizim toplumumuzda..
Çok geniş bir kullanma alanı var günlük hayatta..
Meslek gruplarını anlatmak için bile (şoför milleti.. kasap milleti gibi) söylemler gelişti.. Kezâ, cinsler için (kadın milleti- erkek milleti) gibi söylemler de.. Ya da, ’köylü milleti, şehirli milleti’ gibi sosyal ayrışmalar..
Aynı şekilde sosyal ve etnik gruplar için de, ‘laz, gürcü, çerkez, kürd, türk, arab vs.’ milletlerinden sözedilir oldu..
Osmanlı’nın son 200 yılında, ‘Osmanlı Milleti’ terkibi de kullanılmaya başlandı.. Dinî, mezhebi, ırkî ve kavmî farklılıklara itibar etmeyen bu anlayış ve yaklaşım, Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan her dinden ve kavimden bütün insanları da içine alıyordu.
Demek oluyor ki, sizin ‘milliyetçilik’ terimi etrafında sorularınızın hemen tamamı, kelimenin gerçek mânâsından uzak..‘Kavmiyetçilik, kabilecilik,akrabacılık, bölgecilik, hemşehricilik, coğrafyacılık, kan, dil veya meslek birliği’ gibi konuları içine alıyor.
Milliyetçilik, açıktır ki, ‘millet’ kelimesinden geliyor..
Millet, bir inanç ve din demek olduğu gibi, o inanca, dine bağlı olanları da ifade etmektedir.
Yani, bu açıdan bakıldığında İslam Milleti, Millet-i İbrahîm denilebildiği gibi,‘İslam Milleti’ dışındakilere de Firâvun veya Nemrud Milleti de denilmiştir.
‘Millî ve Milliyet’ kelimeleri ise, bir millete aid olmayı ifade eder.
Milliyetçilik de bir milletin hakk ve hukukunu, maslahat ve menfaatlerini gözetmenin, onun yücelmesini istemek dâva ve cereyanının adıdır.
Bu anlatmaya çalıştıklarımdan sonra şunu sorularınızın başında belirteyim ki, sizin sorularınızdaki ‘milliyetçilik’kelimelerinin yerine ‘kavmiyetçilik’ terimini koyup ona göre cevaplamaya çalışacağım.
İslam’ın ‘kavmiyetçiliğe’ bakışını kısada olsa anlatır mısınız?
Şahsen İslam adına da, Müslümanlar adına da görüş belirtmek durumunda değilim. Görüşlerim sadece beni bağlar ve dile getirmeye çalıştığım doğrular inancımdan, yanlışlar nefsimdendir.
Bir müslüman olarak.. Millet- milliyet ve milliyetçilik hal ve iddiaları karşısında düşündüklerime gelince.. ‘En üstün ve faziletli olanınız , Allah’ın emirlerine en çok riayet edeninizdir..’ meâlindeki‘İnneekremekumindallahietqâkum..‘(Hucûrât, 13) âyeti her şeyi ap-açık bildiriyor.
Kezâ, Hz. Peygamber (S)’in Vedâ Hutbesi’ndeki, ‘Ey insanlar , hepiniz Benî Âdem’siniz /Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.. ‘ şeklindeki hadis ‘rivayet’i de, hepimizin maddî hamurunun, aynı olduğunun, aynı çamurdan olduğumuz gerçeğinin en vecîz ifadesidir. Nitekim, Hz. Peygamber (S) kendi kavminden, kabilesinden hattâ amcalarından bazılarıyla bile savaşırken, yanı başında Habeş’den Bilâl, Anadolu’dan Suheyb-i Rumî, Yemen’den EbûZerr Gıffarî ve İran’dan Selman gibi, ayrı kavimlerden şahsiyetler Hz. Peygamber (S)’in yanı başındaydılar.. Buna rağmen, sahabeden birisi, Hz. Bilâl’e ‘zenci çocuğu’ diye hitab edince, Hz. Peygamber o sahabeyi, ‘Ey… (filan), sende hâlâ Câhiliyye kalıntılarını görüyorum. Kendini onlardan temizle!.’ ikaz etmiştir.
O halde, günlük veya dönemlik anlayışlara takılmadan, milliyetçiliği İslamî mânâda anlamak zorundayız. Her Müslüman, İslam Milleti’nin korunması, yücelmesi ve ilahî adâlet anlayış ve ölçüsünün, İslam mesajının bütün insanlığa ulaştırılması ve ideali mânâsında İslam milliyetçisi olmak durumundadır.
Elbette bugün etnik ve başka sosyal gruplara da‘millet’ denilmesi vakıasını da görmezlikten gelemeyiz ve bu şekilde, yarınlarda daha başka tarifler verilebilir. Ama, aslolan, aynı inanç çevresinde ve çerçevesinde bir araya gelmiş insan toplumunun ‘millet’ olarak nitelenmesidir. Çünkü millet, temelde, din ve inanç mânâsındadır.
Şahsen bütün kalbimle ve zihin melekelerimle bağlısı olduğum ‘İslam Milleti / Ümmeti’, insanlara, hangi ırk, kavim, kabile, aşiret, renk, cins ve coğrafyaya mensup olursa olsun;hiçbirisini diğerinden üstün veya düşük yaratılışta görmeden, Yûnus Emre’nin 800 yıl öncelerde söylediği üzere, ‘Yaratılanı hoş gördük, Yaratan’dan ötürü..’ ölçüsüyle bakmayı öğretmektedir bana..
İslam Milleti veya Müslüman Milleti iki ana temel ve asli unsurdan oluşur.
Hiçbir baskı olmaksızın kişinin ‘Tevhîd’ aqîdesi ve ‘Nubûvvet/Peygamberlik’ kurumuna,yani, ‘Lâilaheillallah / Muhammed’unResulullah..’ ölçüsüne bağlanmak ve bu bağlılığı, hele de en büyük tehditler ve hayatî tehlikeler karşısında bile terketmeyip, ona bağlılığını ortaya koyması gerekmektedir.
Muhammed İqbâl’in nefis benzetmesiyle, İslam Milleti’ne mensup olanlar, yani Müslümanlar çeşitli renklerde açan güllerin olduğu bir gülistanda, değişik seslerle tevhîd inancını şakıyan kuşlar mesâbesindedir.
Başkaları da kendi mensubu oldukları başka inançlara, görüşlere bağlananlar için bir ‘millet’ tarifi yapabilir; ama, şahsen, milliyetçiliği, İslam Milliyetçiliği, yani İslam Milleti’nin yüceltilmesi dâvasına bağlılık olarak anlıyorum. Başkaları başka değerler sistemine böyle bir isimlendirme yapıyorlar diye, kendi inanç ve kültürümün, nicelerini sihirleyen bu terimi başkalarına bırakamam. Onlar da kendilerine kavmiyetçi, ulusçu, ulusalcı, nasyonalist vs. diyebilirler. Bu, onların bileceği bir şeydir.
Bu gibi kimseler kendi kavimlerinin menfaatlerini düşünürler. ‘Ben Müslümanım’diyen kişi ise, Müslüman kardeşinin haksızlıklarına göz yumamaz, kendisi de dahil, hiçbir Müslümanın menfaatini değil, adâleti ön planda tutmak zorundadır.
Kavmiyetçilik ile ırkçılık aynı şeyler midir?
‘Kavmiyetçilik, kabilecilik, ulusçuluk, nasyonalistlik, hemşehricilik, coğrafyacılık’, insanlar arasında bir takım ortak hatırâların, âşinalıkların, benzer yaşama şekillerinin oluşturduğu yakınlıklar olsa bile, bunların fikrî, hissî ve ideolojik kökleri, sonunda ırkçılık havuzunda birleşmektedir.
Kavmiyetçiliğin fikir babaları kimlerdir?
Müslüman olmayanların çeşitli ideolojileri ve onların bir çok kurucuları vardır ve onlar bizi pek de ilgilendirmemektedir. Bu çarpık ideoloji, insanlık tarihiyle yaşıttır. Nemrutlar, Firavunlar ve onların etrafındakiler, kendilerini diğerlerinden üstün göreceklerdi, tabiatiyle..
İslam ise,‘Arab olanların arab olmayanlara üstünlüğü’ gibi görüşleri, İslam taa temelden reddetti, ‘Ben Müslümanım’ deyip, sonra da belli bir ırkın, kavmin, kabilenin, ailenin diğerlerinden üstün ve onların fazilet ve menfaatlerinin diğerlerinden üstün olduğunu ileri süren her kim varsa, onların her birisi de kendi çevresinde ve kendi zamanında, kavmiyetçiliğin, kabileciliğin fikir babasıdır.
Ümmet nerede yanlış yaptı da, kavmiyetçilik hastalığına yakalandık?
Kavmiyetçilik hastalığı her zaman vardı.. Sadece diğer insanlar değil, Müslümanlar da bu hastalıkları atlatamadı, bugün de çoğumuzun özellikle siyah ırktan insanlara, zencilere bakışımız, İslam açısından asla kabul edilemeyecek bir çizgidedir. Hattâ, Hz. Ömer zamanında, arab kavminden olmayan bazı gruplar Müslüman olmak istediklerinde, bazı müslümanlar Hz. Ömer’e, ‘Onların müslümanlıklarını kabul etmeyiniz, çünkü onlar Müslüman olmak istemiyorlar, (gayrimüslim olanların Müslüman toplumu içinde yaşayabilmeleri için vermeleri gereken) ‘cizye’vergisinden kurtulmak için Müslüman gözükmek istiyorlar’ dediklerinde, Hz. Ömer’in cevabı ilginç ve düşündürücüdür: ‘Benim meselem Hazine’nin, Beyt-ul’Mal’in zenginleşmesi değildir..’
Buna rağmen, bazı Müslüman toplumların kendi kavminden, kendi kabile veya taifesinden olanların üstünlüğü iddiasına İslam şeriati adına tutundukları da bir acı gerçektir..Hattâ öyle ki, asırlarca önce bazı mezheb imamları bile, ‘qısas’ uygulanacağı zaman ‘arab olanla olmayan arasında bir denklik olamayacağı’nı söylediler. Aynı şekilde, ‘Peygamber arab kavminden olduğu için, arabı sevmek gerekir..’ gibi görüşleri veya türk, kürd, fars, vs. dil veya soy beraberliğine göre ortaya çıkmış kavimlerin üstünlüklerine dair iddiaları İslam adına ‘rivayet’lerle güçlendirmeye çalıştılar ki, burada tekrara gerek yok.. Çünkü, herhangi bir kavmin üstün veya düşük yaratılışlı olduğu gibi iddiaları benimseyenler İslam’ın özünü anlayamamıştır.
‘Ulus-devlet’ fikri hangi dönemlerde ortaya çıktı?
Bu anlayış özellikle Avrupa’da Katolik Kilisesi’yle, ona karşı ayaklanan Martin Luther ve takipçilerinin hareketleri etrafında şekillenen Protestanlık mezhebi arasındaki bir yüzyıla yaklaşan kanlı mezheb savaşlarının sona erdirilmesi için 1648 yılında yapılan West-FaliaAndlaşması’ndan Avrupa’daki sosyo-politik yapı derinden etkilenmiş ve sosyo-politik ve ekonomik yapıları elinde bulunduran eski ‘Kilise adamları ve Senyörler /Asiller/ Soylular’a karşı, halk kitlelerinin yeni sosyal düzenleme talepleri, aynı dili konuşan halkların ayrı ayrı devletler oluşturmaları düşüncesini güçlendirdi ve 1789-Fransız İhtilali’nden sonra, bu görüş bütün Avrupa’ya yayıldı. Bu eğilim, daha sonra Osmanlı’nın bünyesindeki Hristiyan kitleleri de -özellikle Balkanlar’da- etkisi altına aldı, önce Yunanlılarda ve Yunanistan’ın Avrupa devletlerini himayesiyle 1821’de bağımsızlığına kavuşmasından sonra da Sırb, Bulgar ve Romen gibi slav halkları arasında kendi devletlerini kurma eğilimi uyandı. Bu eğilimi Rusya’nın himayesindeki ‘pan-islavizm(slav halklarının birliği)’ ideolojisi de güçlendirdi. Bu durum, Osmanlı bünyesindeki Rûm ve Ermeni gibi Hristiyan halkları da tetikledi ve 1877-78/ (Hicrî-1293)’deki Osmanlı- Rus Harbi’ndeOsmanlı’nın uğradığı ağır yenilgiden sonra Balkanlar’da dil birliği düşüncesine dayalı Bulgaristan, Romanya, Sırbistan gibi ‘ulus-devlet’ tipleri ortaya çıktı.
1900’lerden itibaren de, ilk olarak Müslüman bir halk olan Arnavutlar arasında da arnavutça konuşan halkın bir ayrı devlet oluşturma fikri uyandı. Bu durumu Osmanlı’nın hâkimiyetindeki Arab beldeleri takib etti.
Elbette bunda, artık zayıfladığını hisseden Osmanlı’nın da hattâ Müslüman kavimlerin yükünden kurtularak sadece ‘türk kavminden olanların bir devlet oluşturması’ şeklindeki ve özellikle 1908’den itibaren güçlenen ve sonra Padişah’ı etkisiz hale getirip Hükûmet’i de ele geçiren İttihad- Terakki Cemiyeti’nin bayrakdarlığını yaptığı ‘türkçülük’ve ‘pan-turkizm’(bütün türklerin birliği) hareketi bir ‘türk ulus-devleti’ fikrinin temellerini attı.
Sonunda, elde sadece .anadolu kaldı.. Türk etnisitesine mensub olan başka milyonlar ise, (Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak, İran, Balkan ülkeleri, Rusya, Kafkasya ve Orta Asya ve Çin gibi , tıpkı kürd halkı çeşitli ülkelerde, parça parça,azlık unsurlar halinde kaldılar ve bir kısmı eridi de.. Kürdler de 100 yıl öncelere kadar sadece Osmanlı ve İran’da iken, bugün, buna, Irak, Suriye ve Lübnan’ın katılmasında olduğu bir parçalanış..
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle ‘Ulus- Devlet’lerin oluşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgi almasıyla Arab beldelerinde o savaşın galibi olan İngiltere ve Fransa, o dönemin Amerikan Başkanı Wilson’un ilân ettiği ve her dil grubundaki halkların ayrı devletler kurma haklarının tanınmasını da içeren ‘Wilson Prensipleri’ etrafında yığınla arab devletleri ortaya çıktı.
Müslümanların elindeki bu büyük güçten geride bir şey kalmaması için küçük-küçük parçalara ayrılmasını sağlamak ve bir güç olarak yeniden birleşmesini önlemek bu yaldızlı ‘Wilson Prensipleri’yle daha kolay olabilirdi.
Osmanlı saltanat rejimini sona erdiren ve ‘ulus-devlet’ fikri etrafında Anadolu’da bir yeni rejim kurmayı şekillendiren Temmuz-1923/Lozan Andlaşması sırasında Anadolu’daki kürdlerin önde gelen isimlerine, KürdBeyleri’ne İngilizler bir de ‘Kürd Devleti’ kurmayı teklif ettikleri halde, o Kürd Beyleri, bunu kabul etmediler. Ki, İsmet Paşa, ‘hâtırat’ında, ‘kürdlerin Lozan’da çok 
namuskârâne davrandıklarını’, kendilerine yapılan tekliflere itibar etmediklerini yazar.
Esasen, Osmanlı’nın en güçlü tarafı, hakimiyeti altında yaşayan başka din ve mezhebden toplumlara ve bütün etnik unsurların dillerine karışmamasıydı. Ve bu da, elbette İslam hükümlerinin de gereğiydi.
Ama,kemalist rejim, İslam’ı geriletilmesi programının da bir uygulayıcısı olarak, ‘ulus-devlet’ fikrinin çok güçlü şekilde temellendirilmesi için, türkçülük fikrini her şeyin üstünde tuttu ve herkesi türkçe konuşmaya mecbur etti ve ‘türkçe konuşan herkesin türk olduğu’ gibi bir ‘türk’ tarifini de kanunlaştırdı. Müslüman olmak, emperyalistlerin düşmanlığını çekiyordu. İslam’dan uzaklaşılırsa, en azından devlet yönetiminde İslam, sosyal hayattan dışlanırsa, düşmanlıkların sona ereceği sanılıyordu.
Bu durum Anadolu’da türkçeden başka bir anadili olan Müslüman halkların da türklük potasında eritilmesini öngördü ve bu açıdan en büyük dil grubu olan kürdçeden ayrı olarak, arabça, farsça, lazca, çerkezce, zazaca, arnavutça, gürcüce, pomakça, romence, (Müslüman ermenilerin konuştuğu)Hemşince/muhtice vs. gibi dillerin türkçe içinde eritilmesi hedeflendi. Bunda bir hayli netice de alındı. Ama Türkçeden sonraki en büyük dil grubu olan kürdçe tamamen eritilemedi.
‘Ümmet mi olacağız, Millet mi?’kavramı dillendiriliyor bu konuda nedersiniz?
Millet olmak, İslam inancı etrafındaki bir insan toplumu olmayı anlatıyor.
Ümmet olmak ise.. Ona da çok çeşitli mânâlar verilmiştir, ama, ‘umm-ana’ kelimesinden gelen ve bir ananın etrafındaki çocuklarını da anlatan ‘ümmet’ terimi ise, İslam Milleti’nin siyasî bir organizasyon haline gelmesini de ifade etmektedir.
 Emperyalist güçler, İslam’ı, kavmiyetçilik, nasyonalizm veya ulusçuluk silahıyla vurdu. Şimdi Avrupa’da yükselen kavmiyetçilik Avrupa’yı da vurur mu?
Zaten vuruyor.. Orası patlamaya hazır bir gizli bomba gibi.. Bir sosyo-ekonomik buhran çıksa, o zaman bu daha çabuk bir yanardağ patlamasına dönüşür.
Kavmiyetçilik nasıl bertaraf edilebilir?
Bu, çetin bir konudur ve devlet’e ve ferdlere aid iki başlık altında ele alınabilir.
Türkiye’de, geçmiş 80 yıl boyunca, ‘türk’ dayatması çok faşist- devleti kutsayan ve insanı devlet için fedâ etmeyi esas alan bir anlayış çerçevesinde olmuştur. Şimdi, o yasakların çok büyük bir kısmı terkedilmiştir. Ama, bu ülkenin 70 yıldır en yüksek tirajlı olarak anılan ve kemalist-laik ve darbeci güçlerin ve de darbelerin en etkin sözcüsü durumundaki bir gazetenin manşetinin sol başında, hâlâ da, ‘Türkiye türklerindir..’ yazısı yazılabilmektedir. Böyle bir iddia, otomatik olarak, başka etnisitelere mensup olanların dışlanması mânâsını da içermektedir. Ki, 1920 öncesine kadar Lazistan, Kürdistan, Arabistan, Türkistan, Türkeli, Rumeli gibi isimler bazı bölgelere veya şehirlere verilirken, devletin adı bir etnisiteyenisbet edilmiyor;sadece Devlet-i Aliyye-i Osmanî (Yüce Osmanlı Devleti) veya kısaca Devlet-i Aliyye (Yüce Devlet) deniliyordu. Ve farklı dillerdeki Müslümanları bir arada tutan bağ, İslam, Kur’an, Selâm, Ezan ve Câmi /Mescid terimleri etrafında güçleniyordu. Hilalli- yıldızlı Bayrak ise, Haçlı Seferleri döneminden beri, Müslümanların Devlet hâkimiyetini ifade için bir ortak sembol idi. Yani, bugünkü gibi sadece türk bayrağı olarak görülmüyordu. Nitekim, bugün de, Cezayir, Tunus ve Libya ve Pakistan ve Malezya gibi ülkelerin bayrakları da, onların halkları türketnisitesine mensup olmadıkları halde, bir Müslüman sembolü olarak hilalli ve yıldızlıdır.
Bir devlet, kendi içinde ayrılık düşüncesi taşıyanlara kapıları açmaz elbette.. Ama, bu gibi resmî ideoloji destekli söylemler de bu gibi iç rahatsızlıkları uluslararası planlarda kullanmak isteyen emperial ve şeytanî güçlerin oynamaları için fırsat vermekte ve o ayrılık düşüncelerinin gizlice daha bir yeşermesine hizmet etmektedir.
Devlet, resmî dilden ayrı olarak, vatandaşlarının ana dilleri başka ise, onlar üzerine de herhangi bir sınırlama getirmemelidir, kendi ana dilinde eğitim görme, dilekçe verme, mahkemede kendi anadiliyle yargılanmak gibi, bir kişinin kendisini en iyi şekilde ifade etmesi için gerekli düzenlemeler devletçe üstlenilmelidir. Çünkü, devlet vatandaşlarından askerlik hizmeti ve vergialdığı gibi, onlara en tabiî haklarını da sağlamalıdır.
Ferd planında yapılabilecek şey ise, kendimizi ‘inandık’dediğimiz değer ve ölçülere göre arındırarak, söylem ve eylemlerimizinAllah’ın dinine ne kadar uygun düştüğüne dair kendi iç kontrol mekanizmamızı kullanmak..
Ve de, kavmî veya sosyal gruplaşma açısından bizden farklı olanların noksanlarını sayıp dökmek yerine, her Müslümanın kendi dahil olduğu sosyal grubun yanlışlarını belirleyip onları gidermeye çalışması..Çünkü, karşı tarafın eleştirilmesi, taraflarda kendilerini inanmadıkları noktalara kadar savunmak gibi savrulmalara sürüklemektedir. Bunun için hiçbir sosyal grubun diğer bir grup veya grupların yanlış gördüklerin eleştirmemesi, her grubun kendi yanlışlarını düzeltmeyi prensip edinmesi..
‘Bir topluluğun diğer bir topluluğu alaya almaması’, Hucûrât Sûresi, 11’de de buyrulduğu üzere, bir diğer ölçümüz olmalıdır.
 Son olarak, konumuzla ilgili neler söylemek istersiniz?
Söylenecek söz çoktur da, söylemek değil, yapmaktır aslolan..Söyleyenler/konuşanlar yapanlardan daima çoktur. Yapanların içinde ise, isabet ettirenler, daima azdır.

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul