
Ulusallık, günümüzün en yaygın kavramlarından birisidir. Bu günün dünyasında hemen herkesin bir ulusal aidiyeti olduğu gibi, şu anda yeryüzünü parsellemiş tüm devletler de ulusal niteliktedir. Ulusallık şu veya bu şekilde, şu veya bu miktarda olmak üzere neredeyse tüm zihniyetleri, tüm hayatları ve tüm dünyayı sarıp sarmalamış bulunuyor. Ekonomiden siyasete, kültürden hukuka, bölgesel veya küresel çatışmalardan etnik savaşlara kadar hemen her şey ulusallıkla ilişkili hale gelmiş durumda. Bu günün dünyasında ve mevcut şartlarda ulusallıkla irtibatı bulunmayan bir durum kalmamıştır denilse abartılmış sayılmaz. Bu durumda Ulusallık nedir? sorusu ayrıcalıklı bir önem kazanıyor ve bu soruyu muhakkak sormak gerekiyor. Nesnesini Ulus’un, ideolojisini Ulusçuluk’un, kurumsal yapısını Ulus devlet’in oluşturduğu ulusallık, her şeyden önce modern bir şeydir. Bireysel aidiyetlerdeki duygusallık boyutundan hareketle ulusallığın tarihini çok eski zamanlara uzatanlar varsa da olgu, ideoloji ve devlet tipi olarak tamamıyla modern zamanlara özgüdür. Dolayısıyla modernlik, ulusallığı ve unsurlarını anlamanın en önemli ve hatta devre dışı bırakıldığında doğru anlaşılmasını imkânsızlaştıran referansdır. Zira ulusallık, modernliğin bireysel ve toplumsal kimlikler, toplumsal kurumlar ve daha da önemlisi zihniyet düzleminde anlam ve işlev kazanmış en önemli unsurlarından birisidir. “Eski”yi (geleneği) temsil eden Ortaçağ Katolik tecrübesine tepki olarak doğan ve bu tepkiselliği en karakteristik özelliği olan modernlik, farklı düzlemlerde “yeni” (modern) olgular, durumlar ve anlamlar icat ederken, ulusallığı da icat etmiştir. Bu itibarla ulusallığın ne olduğunu ve ne olmadığını anlamak için öncelikle modernliği ve özellikle de “icat edici” özelliğini genel hatlarıyla da olsa dikkate almakta yarar var.
Umut ve Beklenti
Modernlik birçok şey icat etti; yeni zihniyetler, yeni bireyler ve toplumsallıklar, yeni hayat tarzları, yeni düşünce ve anlayışlar… Tüm bu icatlarında ise, kendi oluşumunun ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik açıdan beşiği durumunda olan bazı Avrupa toplumlarının tarihsel ve toplumsal şartlarına tepkisinin izleri güçlü şekilde kendisini ortaya koymaktadır. Ortaçağ boyunca egemen olan Katolik inanç ve uygulamalar ise söz konusu tepkilerin en önemli nesnesidir. Modernliğin bu özelliğini biraz detaylı ele almak gerekirse: Katolikliğin temsil ettiği Tanrıya/Kiliseye tepkisi, modernliğin, mevcut tüm aşkın/ilahi olanlara karşıt bir duruş sergilemesine yol açmıştır. Bu sebeple modernliğin bazı ideologları aşkın/ilahi olanı reddetmiş (Voltaire) veya öldürmüşlerdir (Nietzsche). Bazıları ise Katolikliğin temsil ettiği ve imana davet ettiği aşkın/ilahi tanrıyı evrenin bir köşesine sürgün ederek, onu tüm yeryüzünden; insani tüm alanlardan uzaklaştırmışlardır (laisizm). Ne yapılırsa yapılsın ilahi/aşkın olandan tamamen kopamayan bazıları ise onu vicdanlara mahkûm etmişlerdir; onlar için aşkın/ilahi irade hiçbir şekilde hayata müdahale etmeyen, yarattıklarını seyretmekle yetinen bir yaratıcıdır, başka bir şey değil (sekülerizm). Detayda bu farklılıklara karşılık, genelde aşkın/ilahi olanın bulunmadığı veya hesaba katılmadığı bir hayat tarzı inşa edilmiştir. Tüm bu inşa ve icatların en sistematik ve kapsamlı hale getirilişinin tarihi ise 18. yüzyıldır. Bu yüzyıl tanrının/dinin “karanlığından” kurtuluşun, insan eliyle “aydınlığın” yeryüzünde inşasına başlandığının sembolü olarak “aydınlanma çağı” olarak isimlendirilmiştir.
Modern umutlar “aydınlığa”, “yeryüzü cenneti” inşa etmeye odaklanmışsa da, bunun inşasının kolay olmadığı çabuk fark edilmiştir. Her ne kadar öldürülmüş veya evrenin bir köşesine yahut vicdanın karanlık bir köşesine sürgün edilmiş olsa bile aşkın/ilahi irade olmadan her şeyin anlamını yitirdiği görülmüştür. Böyle olunca vakit kaybetmeden aşkın/ilahi olanın yerinin doldurulmasının gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bunu çok çabuk fark eden modernlik, aşkın/ilahi referansı bulunmayan bir evrenin ve hayatın temelsiz olduğunu ve bunun bu şekliyle devam edemeyeceğini anlayınca, reddettiğinin yerine kendi içkin/nesnel iradesini (tanrısını)“yaratmıştır”. O, yeryüzünde yaşayan, tutkularının peşinde bir ömür geçiren, ancak romanlarda yetkin olabilen bir “tanrıdır”. O başka bir şey değil, sadece ve sadece İnsan’dır; kendisini “tanrılık rolü” oynama tutkusuna kaptırmış olan insanlıktır (hümanizm). Modernliğin zihinsel ve kültürel kodlarının referansı olan Antik Yunan’dan beri tanrılık rolü oynamaya pek hevesli olan modern insan, hiç tereddüt etmeden yeni statüsünü üstlenmiş ve rolünü oynamaya başlamıştır. Artık o, kendi üstünde irade tanımayan, “yaratıcı tanrının” yarattıklarını yeniden dizayn ederek rolünün hakkını verebileceğine inanan, büyük bir açgözlülükle her şeye sahip olmanın hayallerini kuran ve bu hayalin gereklerini tereddüt etmeden uygulamaya koyan, şiddeti ve cinselliği hayatın temelleri kılan bir megalomandır. Onun hayatında temel parametreler şiddet ve cinselliktir; aynen selefi olan Olympos tanrıları gibi. Bu sebeple de egemenliğini artırdıkça tüm yeryüzünü şiddetle dolduracak, cinselliği tüm insan tutum ve davranışlarının lokomotifi yapacaktır.
İnsan’a tanrılık rolü yüklenince epistemolojik referans da değişmiştir. Aşkın/ilahi bilgi (vahiy/ilham/sezgi) terk edilip, olay ve olguların sebep-sonuç ilişkilerini anlama kapasitesinin ötesinde bir işleve sahip olmayan akıl, aşkın/ilahi bir niteliğe büründürülmüştür (rasyonalizm). Tanrılık rolüne soyunmuş İnsan’ın, aklı ile hakikati tespit edebileceği iddia edilmiştir. Zira ağaçtan düşen bir elmanın hareket tarzı ile yıldızların ve galaksilerin hareket tarzının aynı olduğuna olan inanç (Newton) ile artık hakikate ulaşmanın insanın kapasitesini aşmadığına kesin şekilde inanılmıştır. Yeni anlayışa göre evren mekanik olup, anlaşılması ve yönlendirilmesi son derece kolay bir sisteme sahiptir. Bu da İnsan’ın kolaylıkla tanrılık rolü oynayabilmesinin önemli bir imkânı olarak değerlendirilmiştir. Artık “yaratıcı tanrıya” gerek olmadığı konusunda en küçük kuşku kalmamıştır. Günden güne gelişen bilim ise bu inancın mutlaklaştırılmasında araç olarak kullanılmıştır. Her gün biraz daha gelişen bilim, tanrılık rolü oynayan İnsan’ı hepten had tanımaz hale getirmiştir. Hatta öyle ki İnsan’ın belki “bugün” değilse bile yakın zamanda “yaratma” iradesine de sahip olabileceğini iddia edenlere rastlanmaya başlanmıştır.
Fakat tüm bu iddia, inanç ve düşüncelerin başköşesindeki İnsan, “sokaktaki insan” değildir. Modern anlayışa göre “sokaktaki insan”, potansiyel açıdan tanrılık rolü oynamaya sahip olmakla birlikte, mevcut haliyle yetersiz kabul edilmiştir. Onun tanrılık rolünün gereklerini yerine getirebilmesi için “sosyal bir varlık olmasının” gerektirdiği her türlü sosyal ortam ve bağlarından kopmasının zorunlu olduğu savunulmuştur. “Sosyal bir varlık” olarak kaldığı; bunun gereği olarak ailenin, mahallenin, akrabalık ilişkilerinin, dindaşlar grubunun parçası olmaya devam ettiği sürece İnsan olamayacağı, sadece bir insan olacağı ifade edilmiştir. İddiaya göre insan, ancak böylelikle özne olabilecektir; yani tanrılık rolünün hakkını verebilecektir. Bu sebeple bir yandan tüm bu bağlarından koparılırken (bireycilik), öte yandan da tüm o yapılar darmadağın edilmiştir. Bunlar içerisinde en önemlisi durumunda olan aile, yapısal olarak küçültülüp “çekirdek” niteliğe kavuşturulurken, işlevsel olarak da sığlaştırılıp sadece “cinsel partnerliğe” dönüştürülmüştür. İnsanı kuşatan ve şekillendiren diğer cemaat yapıları (mahalle ve dindaşlık (ümmet)) ise yine aynı hızla imha edilip dağıtılırken, yerine yeni (modern) yapı(lar) inşa edilmiştir. Bu ise ulusallığın ve ulusallığın nesnesi olan Ulus’un doğuşunu hazırlamıştır.
Farklılıktan Aynılığa
Eskiden (insanlığın kadim geleneğinde), yani modern zamanlar öncesinde, insan sınırları olan bir varlıktı. En vahşi hayvanlardan daha vahşi olma potansiyeli, içine doğduğu toplumun (ailenin, akrabalar topluluğunun, mahallenin, ümmetin) temsil ettiği yasak (hukuk), ayıp (ahlak), günah (din) ve yazık (vicdan) ile sınırlanır, tüm bunlarla kontrol edilir, böylelikle sadece biçim olarak değil, nitelik açısından da insan olurdu. Fakat bu sınırlardan birisini temsil eden dinler dikkate alındığında özel bir durum söz konusuydu. Dinlerden büyük ve kadim olanları (özellikle İslam ve biraz da Hıristiyanlık) söz konusu kontrol mekanizmaların sadece bir parçası değil, aynı zamanda hukukun, ahlakın ve vicdanın da ölçüsü ve referansıydılar. Bu dinler insanı kuşatan sosyalliğin niteliğini ve sınırını belirliyorlardı. Bu dinlerin tayin ettiği ve devlet düzeyinde kontrol edilen sınırlar içerisinde farklı dine, inanca, etnik kökene, kültüre, hukuka, dile, tarihsel tecrübeye mensup olan insanlar, tüm bu farklılıklarından dolayı herhangi bir mağduriyet yaşamadan hayatlarını sürdürebiliyorlardı. Din bir güvenlik şemsiyesi idi. İnsanın bireysel ve toplumsal durumu, zihniyet ve hayat tarzı, varlığı ve kimliği mensubu olduğu dine göre anlam ve şekil kazanırdı. Din, toplumsallığın en güçlü referansıydı. Elbette ki bir tane din yoktu; birçok din vardı. Bu ise ayrışmaların ve çatışmaların sebebi olabiliyordu. Fakat insanlık tarihinin bilinen zamanlardaki genel durumuna bakıldığında, süreç daha farklı işlemiştir. Büyük ve güçlü devletlerin referansı olan dinlerin (özellikle de İslam’ın) egemenliğindeki yapılar, o devletin egemenlik alanı içinde çatışmayı değil, uyum ve anlaşmayı gerekli kılmıştır. Böylesi bir devlet o günün dünyasının büyük çoğunluğunda egemen olduğu için de, insanların çoğu uyum ve anlayış ortamının mensubu olmuşlardır. Devlete egemen olan zihniyet ve siyasetin referansı durumundaki dinin şemsiyesi altında etnik kökenleri, kültürleri, hukukları, dilleri ve hatta egemen dinden farklı olan dinleri açısından herhangi bir problemle karşılaşmadan hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Osmanlı bunun en tipik ve en son örneklerinden sadece birisidir. Osmanlı örneğinde, Müslüman, Hıristiyan veya bir başka dinin mensubu; Türk, Sırp, Arap veya Boşnak gibi farklı etniklere mensup olanlar inançlarıyla, dilleriyle, hukuklarıyla ve kültürleriyle aynı devlet lokomotifinin farklı kompartımanlarında güven ve huzur içerisinde hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Farklılık fiili veya potansiyel tehlike olarak görülmemiş; farklılıkları yok edip aynılaştırmayı (asimilasyonu, kıyımı) hedefleyen tüm girişimler titizlikle önlenmiştir. Burada temel aktör dindir (özellikle İslam’dır). Din, çatışmanın ve ayrıştırmanın, bunu takiben de imhanın aracı olmamış; tam tersine farklılığın güvencesi işlevini üstlenmiştir. Böyle olduğu içindir ki İslam’ın 1400 yıl egemen olduğu Mezopotamya’da farklı dine, etniğe, kültüre, dile mensup toplumlar, ulus devletler çağına kadar herhangi bir tehdit ile karşılaşmadan, en küçük şekliyle bile olsa asimilasyonla muhatap olmadan varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Arap ile Kürt, Müslüman ile Süryani, Türkçe ile Kürtçe, Sünni ile Şii her zaman yan yana, çoğu zaman da iç içe birlikte yaşayıp gitmişlerdir. Benzer şey Osmanlı’nın 500 yıl egemen olduğu Balkan’lar için de kolaylıkla ifade edilebilir.
Genel gidişat bu iken, modernlik ile her şey tepeden tırnağa değişmiştir. Kadim olan hemen her şeye itiraz eden modernlik, insanları din referanslı kimliklerden ve hayat tarzlarından uzaklaştırmanın çabasını yürütürken, dinin işlevini görecek yeni bir şey (modern) icat etmenin de çabasını yürütmüştür. Çabasında da başarılı olmuş ve ulusallığı inşa etmiştir. Fransız Devrimi ise, ulusallığın ilk toplumsal ve siyasal zaferi ve aynı zamanda bu güne kadar ki sürecin en önemli modeli olarak anlam kazanmıştır. Ulusallığın icadıyla da bireyler ve toplumlar açısından her şey değişmiştir.
Ulusallığın nesnesi olan Ulus homojen/türdeş bir yapıdır. Daha doğrusu, ulusallığın ideolojisi olan ulusçuluk her zaman homojen bir yapı ister. Zira Ulus homojen bir yapı olarak kurgulanmıştır. Daha da önemlisi ulusallığın varlığı, ulus olarak tanımlanan homojen yapının varlığına bağlıdır. Fakat hiçbir toplum ulusçuluğun istediği gibi homojen değildir. Bu sebeple ulusçuluk, siyasal kurumu olan ulus devlet eliyle, kendi homojen yapısını (ulus) titiz bir şekilde inşa etmiştir. Egemenliğini tesis ettiği ülkedeki homojen olmayan toplumdan homojen bir yapı çıkarmıştır. Bunu yaparken yasaklama, sürgün, vatandaşlıktan çıkarma ve hatta etnik kıyım gibi yöntemleri tercih etmekten uzak durmamıştır. Bunlardan hangisini daha gerekli buluyorsa onunla amacına ulaşmaya çalışmıştır.
Ulusçuluğun ne olduğunu ve neyi öngördüğünü anlamak için bahçe örneği iyi bir başlangıç noktasıdır. Bahçe, Ulus niteliğine sahip olmayan toplum ile Ulus’u resmeden ve bu ikisini karşılaştırma imkânı sağlayan önemli bir örnektir. Ulus niteliğine sahip olmayan herhangi bir toplumun örneği, insan elinin müdahale etmediği bir bahçedir. Bu bahçede gül ile ısırgan otu, çimen ile ayrık otu bir aradadır. Ve bu bahçede farklı otların ve çiçeklerin birlikteliğine dayanan doğal bir uyum ve güzellik vardır. Aynen, ulus niteliğine sahip olmayan herhangi bir toplumdaki farklı etniğe mensup, farklı dile ve kültüre sahip topluluklar gibi; aynen Osmanlı gibi. Ulus’un örneği ise insan eliyle tesis edilmiş ve sadece çimenden oluşan bir bahçedir. Bu bahçede tek bitki ve tek renk hâkimdir. Bu bahçede başka otların boy göstermesine izin verilmez. Eğer farklı bir bitki yetişecek olursa, o bitki titizlikle ayıklanır veya çimenlerden birisi fazla büyürse o da titizlikle biçilerek diğerleriyle aynı boyda olması sağlanır. Çünkü bu bahçede tek bitkinin egemenliği ile yetinilmez, görünümün de aynı olması istenir. Yine bu bahçede hiçbir bir bitkinin özel bir önemi yoktur; zira tüm diğerleri bununla veya bu diğer tüm bitkilerle aynı cinste, aynı boyda ve aynı görünümdedir. Aynen Ulus’u teşkil eden her ferdin etnik aidiyetinin, dilinin, kültürünün, görünümünün, korku ve kaygılarının, umut ve hayallerinin aynı olması gibi.
Ulusallığın unsurları olan ulusçuluk-ulus-ulus devlet üçlüsünden hangisinin öncelikli; hangisinin sebep ve hangisinin sonuç olduğu konusundaki tartışmalara girmeden ifade etmek gerekirse; vatandaşı olduğumuz ülkede ve diğer birçok ülkede önce ulus devlet inşa edilmiştir. Ulus devlet inşa edildiğinde, o devlete referans olan Ulus henüz ne coğrafyada vardır ve ne de tüm özellikleriyle düşüncelerde. Ulus olmadan Ulusal devlet olmayacağını bilen Ulusçu ideolojiye sahip sivil ve asker bürokratlar, yazarlar, entelektüeller düşüncelerinde kurguladıkları Ulus’u inşaya girişmişlerdir. Ancak bu hiçte kolay olmamış; hatta Türkiye dâhil birçok ulus devlette “ulus inşası” çalışmaları bir türlü tamamlanamamıştır. Zorluğun sebebi, inşa edilen şeyin doğal olmamasındadır. Zira tek tek ele alındığında yeryüzünde aynı dile, aynı kültüre, aynı zihniyete, aynı tarihsel geçmişe sahip topluluklar hemen her zaman var olmuşsa da, tüm bunların hepsine birden sahip bir toplum hiçbir zaman var olmamıştır. Ülke olarak tanımlanabilecek büyük coğrafi alanlardaki hiçbir toplum etnik özellikte, dilde, kültürde, tarihte, duygu ve düşüncelerde aynı olma vasfına sahip olmamıştır. Bu sebeple ulus devlet işine önce farklılıkları yasaklayarak ve gerekli bulduğunda da yok ederek başlanmıştır. İnşa ettiği bahçedeki tüm ayrık otlarını ve farklı bitkileri titizlikle ayıklamıştır.
Kadim kültürler ve siyasetler farklılıklar üzerinde birliktelik inşa etmenin çabasını yürütürlerken, ulusçuluk tüm farklılıkları yok sayan uygulamaların mimarı olmuştur. Çoğu zaman dil, başlangıç noktası kabul edilmiştir. Referans alınan dil, tüm topluma dayatılmış ve diğer diller ya yasaklanmış ya da yok olması için gerekli tüm girişimler titizlikle işletilmiştir. Bu arada sanal bir tarih icat edilmiş ve bunun mevcut coğrafyadaki herkesin “geçmişi” olduğunun propagandası son derece sistematik bir şekilde yürütülmüştür. Yine bu arada birçok araçtan yararlanılmıştır. Okul bunlardan sadece birisidir. Okulun en önemli sorumluluğu, Ulus’un inşası için dili tekleştirmek ve yaygınlaştırmak, tarihi icat etmek ve icat edileni kabullendirmek olarak belirlenmiştir. Yeri gelmiş tarihin bu güne en yakın yüzyılları yok sayılıp, bilinmeyen çok eski zamanlardan daha önceye ait olan ve hiç kimsenin bilmediği ve işitmediği “muhteşem bir tarih” keşfedilmiştir. Yakın geçmiş atlanmış, uzak geçmişe yönelmiştir; zira Ulus’un inşasını zorlaştıran yakın geçmiştir; zira burada din (İslam) vardır. Uzak geçmiş ise sanal olup, istenildiği gibi kurgulanabilmektedir.
Ulus Devlet ve Birey
Ulusallık, “özne” (tanrılık rolü oynama iradesine sahip olduğu varsayılan) bireylerin teşkil ettiği homojen bir toplumsal yapının; bir diğer ifadeyle gerçekte sadece zihinlerde yer alan kurgulanmış bir toplumsallığın üzerinde şekillenen aidiyet duygusuna dayalı “beşeri” bir “din”dir. Ulusallığın amentüsüne göre “özne” bireylerin genel iradesi mutlaktır; o iradenin üstünde başka bir irade yoktur. Özne bireylerin tercihi hakikat, temsil eder. Bireysel iradelerin genel bir yansımasını temsil eden “ortak akıl”, kendisine katkı sağlayan özne bireyleri de kuşatan mutlak bir irade olarak hakikati temsil etmektedir.
Ulusallık, bireylerden (ulus devlet, vatandaşlarından) kurgulanmış sanal toplumsallık (Ulus) için “gerektiğinde” kendilerini feda etmelerini, o toplumsallığı temsil eden devlete hizmeti varlık sebebi saymalarını ister. Devletin egemenlik alanında yer alan coğrafyayı “dünya cenneti” olarak niteler. Ülkenin sınırlarını imanın, vicdanın ve hayatın sınırı olarak kurgulamıştır. O sınırların dışındaki herkes ve her şey “öteki”dir; kötüdür, değersizdir, önemsizdir. Bu sebeple ulusdaşlar sürekli teyakkuz halinde bulunmak zorundadırlar. Zira “dışarıdakiler” ve bunların içerideki uzantıları hiç ara vermeksizin “cennet” ülkeyi “cehennem” kılmak için çalışmaktadırlar. Ancak ulusallık, bazı istisna durumlar ve zamanlar hariç, özellikle “içerideki ötekileri” (hainleri) hemen hiçbir zaman somut olarak tanımlamaz ve göstermez. Onları hep diri ve güçlü olarak tahayyül eder. Bunu yapmasının en önemli sebebi, “hiçbir zaman yok olmayan veya güç kaybetmeyen” bu “hainler” sayesinde tüm kadim ve insani bağlarını koparıp bencil varlıklara dönüştürdüğü bireylerin birbirlerine kenetlenmelerini sağlamaya çalışmasıdır. Yoksa onları bir arada tutacak başka bir bağ bırakmamıştır. Bu sebeple de “birlik ve beraberliğe her zamankinden daha muhtaç olunan bu günler” söylemine hiç son vermez.
Elbette ki her devlet, vatandaşından sadakat istemiştir. Çok dinli, dilli, kültürlü, etnikli devletlerdeki vatandaşların devletlerine yönelik sadakatleri, vatandaşların kendi istek ve iradeleriyle oluşmuştur. Vatandaş bu sadakatin gerekliliğine inanmıştır. Tamamıyla kendi iradesiyle oluşturduğu sadakat bağını çözmek istemez. Zira çözecek olursa, en önemli sığınağı durumunda olan ve çok daha önemlisi içsel bir güçle mensubu bulunduğu cemaatinden (dindaşlarının teşkil ettiği toplumsal yapıdan) kopup tek başına kalacağını bilir. Bu sebeple son derece güçlü bir içsel bağ ile (sosyolojik anlamdaki) cemaatine bağlanır. Devlet de vatandaşlarının mevcut sadakatinin en önemli unsurunun cemaat olduğunu bilir ve vatandaşlarının sadakatini sürekli kılmak için cemaati korur ve kollar (Osmanlıdaki millet sistemi). Böylelikle cemaat üzerinden devlet ile vatandaş arasında karşılıklı bir bağ oluşur; devlet vatandaşının sadakatini üzerinden iradesini güçlü kılarken, vatandaş ise devlete sadakatin sağladığı güvenliği ve imkânları sadakatinin doğal bir sonucu olarak elde eder.
Her devlet gibi, ulus devlet de kendisine sadakatle bağlı vatandaşlar ister. Ancak sadakat konusunda ulus devlet çok kıskançtır. Vatandaşlarının sadakatleri konusunda sürekli denilebilecek bir kuşku ve endişe haline sahiptir. Vatandaşlarının, vatandaşlık bağını sorgulamasından endişe eder. Vatandaşlık bağının kolaylıkla çözeceğine yönelik “takıntıları” vardır. Zira sadakati, yeri geldiğinde öncelik sıralaması kolaylıkla değişebilen korku ve ikna yöntemiyle kendisi oluşturmuştur; eğitim sistemi üzerinden ikna yöntemini, hukuk üzerinden de korku yöntemini ustalıkla kullanarak bunu başarmıştır. Fakat bu sadakatin ihanete dönüşmesinden yana sürekli denebilecek bir endişesi vardır. Zira vatandaşların sadakatlerinin ve aynı zamanda ulus devletin vatandaşları üzerindeki iradesinin meşruiyetinin iki önemli referansından birisi olan Ulus, büyük oranda düşüncede kurgulanmış, yaşanan dünyada somut karşılığı oldukça belirsiz bir “hayali cemaattir” (Benedict Anderson). Söz konusu referanslardan ikincisi olan ulusçuluk ise son derece problemli sistematiğe sahip bir ideolojidir. Dolayısıyla ulus devlete yönelik vatandaş sadakati oynak bir zemin üzerinden inşa olunmuştur. Bu ise ulus devleti, sürekli teyakkuz halinde bulunmaya yöneltmekte ve agresif bir konumda tutmaktadır.
Başta eğitim sistemi ve kitle iletişim araçlarıyla “iyi” (sadık; makbul ve muteber) vatandaşını inşa eden ulus devlet, vatandaşlarını iradesinin altında “uslu bir şekilde”, “sadakatle bağlanmış bir halde” kontrolünde tutmanın çabasını kesintisiz sürdürür. Sadakati tehdit edebilecek en küçük “hataya” bile müsamahası yoktur; “tövbe” kabul etmez. “Affetmek” ulus devletin lügatinde yer almaz. Böyle olduğu içinde ulus devletin aforozu son derece kolaydır. En küçük hatada hiçbir şekilde geri dönüşü bulunmayan “vatan haini” suçlamasını devreye sokar. Bu muhatap için bir ceza, daha da önemlisi tüm vatandaşlar için de bir gözdağıdır. “Vatandaşlıktan çıkarma” ise bu aşamada devreye giren yaptırımlardan sadece birisidir.
Hal ve Gidiş
Modernlik her şeyi yeniden kurgulamış ve her şeyi ile yeni bir dünya ve hayat “yaratmıştır”. Ulus, ulusçuluk, ulusal coğrafya ve ulus devlet bu “yenilerden” sadece birkaçıdır. Bir başka söyleyişle tüm bu ve diğer birçok “yeninin” ismi modernlik olarak anlam kazanmıştır. Fakat tüm bunların bedeli çok ağır olmuştur. İnsan’ın “cenneti” bu dünyada yaratma arzusu sadece düşünce ve hayallerde kalmış, varlığın ve hayatın gerçeği çok daha farklı yönde ilerlemiştir. Her şeyden önce tanrılık rolü oynamaya kalkışan modern insan, son sürat bencil ve sorumsuz bir varlığa dönüşmüştür. Evrenin ve hayatın “büyüsü” bozmuştur (MaxWeber). Aklının demir kafesine mahkûm bir halde, kendi eliyle var ettiği problemler karşısında çaresiz kalakalmıştır. Mutlaklaştırılan akıl, sebep-sonuç ilişkisini bile anlama ve tespit yetisini kaybedip, hepten işlevsiz hale gelmiştir. İnsanlık “akıl tutulmasına” (Horkhaimer) uğramıştır. İnsan, insani değerlerinden bile uzaklaşıp, eliyle yaptıklarının kölesi haline gelmiştir (Karl Marx). İnsan, mutfak-WC-yatak arasına sıkışmış bir yaşama biçiminin mahkûmu olup çıkmıştır (HerbertMarcuse). Hayat tüm derinliğini ve karmaşasını kaybedip tek düze sürdürülen fizyolojik bir aktiviteye dönüşmüştür. Şiddet ve cinsellik İnsan’ın en temel özelliği haline gelmiştir (Freud). Cenneti yeryüzünde inşa etme (aydınlanma) vaadinde bulunan modernlik, tüm yeryüzünü cehennem kılmış, hatta bununla da yetinmeyip cehenneminin boyutunu daha büyütebilmek için gözünü diğer gezegenlere, galaksilere dikmiştir. Ulusallık ise tüm bu sürecin hem en önemli ürünlerinden birisi ve hem de en önemli öznelerinden birisi olarak son derece büyük işlevler üstlenmiştir. Her ne kadar mekânın ve zamanın neredeyse sıfırlandığı (David Harvey) küreselleşme çağında yok olacağı düşünülmüşse de, daha mikro düzeyde tüm ceberrutluğu ile varlığını sürdürmeye devam etmiş ve etmektedir. Öyle ki artık bu günün dünyasındaki herhangi bir yerde patlayan bir bombanın pimini çeken; kadınları kocasız, çocukları anne ve babasız bırakan; insanları vatansız hale getiren el ulusallığın elidir; modernliğin elidir.