
Bir hafta boyunca, Büyük Senusî, Seydi Muhammed ve ben akşamlan oturup mücahitler için neler yapılabileceğini konuştuk. Seydi Muhammed, kısmî ve geçici bir yardımın hiç bir şeyi halletmeyeceğini söylüyordu. Ona göre gelecekte mücadelenin ana üssü olarak, SeyyidAhmed zamanında olduğu gibi, Libya çölünün güney ucundaki Kufra vahası seçilmeliydi. Çünkü Kufra, îtalyanlanların henüz ulaşmadığı bir noktaydı. Üstelik burası Mısır’ın Bahriyya ve Farafravahalanna giden yol üzerinde bulunduğundan yeterli ve sürekli bir biçimde yapılacak erzak ve mühimmat ikmali için de çok elverişliydi. Ayrıca burası Mısır’daki kamplarda yaşayan binlerce Sireneykalı mülteci için de bir toplanma ve irtibat yeri olabilecek nitelikteydi; böylece Seydi Ömer’in kuzeyde çarpışan gerilla kuvvetleri, insan gücü olarak buradan düzenli bir biçimde takviye edilebilecekti. İyi tahkim edilip modern silahlarla savunulduğu taktirde Kufra, alçaktan yapılan hava saldırılarını rahatlıkla püskürtebilirdi. Yüksekten seyreden saldırılarsa, geniş bir alana yayılan yerleşim grupları için ciddi bir tehlike arzetmeyecekti.
Büyük Senusî, mücadelenin bu yolda yeniden örgütlenmesi halinde, gelecekte yapılacak operasyonları bizzat yönetmek üzere Kufra’ya dönebileceğini söylüyordu. Bu arada ben bu planın başarıyla yürütülebilmesi için Seyyid Ahmed’in İngilizlerle iyi ilişkiler kurması gerektiğini hatırlattım. 1915 de Seyyid Ahmed’in İngilizlere saldırmasıyla bozulan ilişkilerin günün şartları içinde iyileştirilmesi zor da değildi hani; çünkü îngilizler, Mussolini’nin Akdenizin her iki yakasında ‘Roma İmparatorluğunu ihya etmek’ niyetini kimseden saklamadığı ve açıkça Mısır’a göz diktiği bir dönemde İtalyanların bölgede yürürlüğe koydukları yayılmacı politikadan hiç de hoşnut değillerdi.
Senusîlerin kaderiyle bu kadar yakından ilgilenmemin nedeni sadece onların hak bir dava uğruna verdikleri kahramanca mücadele değildi; Senusî hareketinin beni asıl ilgilendiren yanı, muhtemel bir Senusî zaferinin bir bütün olarak Arap dünyasında uyandırabileceği yankıydı. Bir çok Müslüman gibi ben de, îbn Suud’un kişiliğinde İslâmî dirilişin gelecekteki liderini görme umutlarına kapılmıştım bir zamanlar. Ama bu konuda düş kırıklığına uğramam uzun sürmemişti. Şimdiyse tüm dünyada aslî kaynaklara yönelmiş gerçek bir islâm toplumu gerçekleştirmek uğruna samimiyetle çaba gösteren bir tek hareket görebiliyordum: çekildiği son siperlerde ayakta kalma savaşı veren Senusî hareketiydi bu. Ve Seyyid Ahmed de, benim Senusî davasıyla ilgili duygularımı bildiği içindir ki, o gün görüşmelerimizin kritik bir anında bana döndü ve gözlerimin içine bakarak sordu:
“Mücahidin için neler yapılabileceğini yerinde tesbit etmek üzere, bizim adımıza Sireneyka’ya gider miydin, Muhammed? Olur ki, olup biteni bizimkilerden daha iyi görebilirsin sen...”
Ona baktım ve hiç bir şey söylemeden başımı salladım. Bana karşı duyduğu güvenin farkında olduğum için bu teklif karşısında şaşırmadım: ama yine de adamakıllı duygulanmıştım. Böylesine büyük bir serüvene atılmak son derece heyecanlandırmıştı beni. Ama işin asıl beni derinden kavrayan ve sarsan tarafı, uğruna nice insanın gözünü kırpmadan atıldığı bir davada benim için de yapılacak bir şeylerin çıkmış olmasıydı.
Seyyid Ahmed başının üstündeki rafa uzandı ve oradan ipek bir mahfaza içine konmuş Kur’anı Kerimi alarak dizlerinin üzerine yerleştirdi. Sonra benim sağ elimi iki eli arasına alarak Kitab’ın üzerine koydu:
“Şimdi, kalplerde olanı hakkıyla bilen Cenabı: Allah adına, her zaman Mücahidine sadık kalacağına yemin et, Muhammed...”
Dediği gibi yaptım, yemin ettim; hayatımda hiçbir şeye karşı o an sadakat göstereceğime söz verdiğim şeyden daha bağlı kaldığımı hatırlamıyorum.
Üzerime aldığım görev son derece gizlilik istiyordu. Büyük Senusî ile aramızda var olan ilişkiyi bilmeyen yok gibiydi; bu durum Cidde’deki yabancı misyonların da gözünden kaçmış olamazdı; dolayısıyla Mısır’a öyle alenen yolculuk etmemiz doğru olmazdı; bu takdirde Mısır’a varır varmaz yakalanmam işten bile değildi. Vaktiyle Faysal Ed-Dawiş isyanının arka planını ortaya sermiş olmam muhakkak ki İngilizlerin hoşuna gitmemişti; bu yüzden de Mısır’a ayak, basar basmaz beni adım adım izleyecekleri sadece bir ihtimalden ibaret değildi. Bu nedenle, Mısır’a gidişimin gizli tutulmasına karar verdik. Kızıl Denizi bir Arap yelkenlisiyle geçecek, vizesiz ve pasaportsuz olarak yukarı Mısır sahilinde ücra bir yerde karaya çıkacaktım. Üzerimdeki Hicaz işi giysilerle bir Hicazlı gibi rahatça dolaşabilirdim Mısır’da; çünkü Mısırlılar, ticarî amaçlarla ya da hacılara mihmandarlık için Kızıl Denizin ötesine geçen Mekkeli, Medineli insanlara alışıktılar. Hicaz lehçesini teklemeden konuşabiliyordum, dolayısıyla bir Mekkeli yada bir Medineli gibi davranabilirdim pekâla.
Hazırlıkların tamamlanması haftalarca sürdü. Bu arada Sireneyka’daki Seydi Ömer’le ve Mısır’daki Senusî yetkilileriyle gizli yazışmalar talep edildi. Ve sonunda 1931 yıIı Ocak ayının ilk haftası Zeyd ile ben Hicaz’ın liman şehri Yanbu’dan ayrılarak sahilde ıssız bir noktaya doğru yürüdük. Aysız bir geceydi; dolanbaçlı patikalarda sandallarla yürümek oldukça zahmetli bir işti; ikide bir tökezliyordum. Bir keresinde, tökezleyince, Luger piştovumun kabzası feci şekilde kaburgalarımı ezdi; ve bu da bana giriştiğimiz maceranın tehlikeli yanını hatırlattı.
İşte şu anda, beni teknesine alıp denizi geçirecek ve Mısır sahillerinde ıssız bir yere bırakacak olan esrarengiz bir Arap gemicisiyle buluşmaya gidiyordum. Kimliğimi belli edecek herhangi bir belge yoktu üzerimde; ve bu yüzden de eğer Mısır’da yakayı ele verirsem kim olduğumu ispat etmem hiç de kolay olmayacaktı. Ama yine de Mısır hapishanelerinde bir kaç hafta geçirmem Sireneyka yolunda beni bekleyen tehlikelerin yanında hiç kalırdı. Issız bucaksız Batı çölü’nü boydan boya geçmek ve İtalyan-
ların eline düşmeden, keşif uçaklarına, zırhlı devriyelere yem olmadan, yalnız silahların konuştuğu bir ülkenin ta kalbine kadar sokulmak zorundaydım. Peki niçin yapıyordum bunu? —kendi kendime sordum.
Sahile varmıştık. Bizi uzakta demirlemiş bulunan gemiye götürecek kayık, çakıl taşlarını yalayan küçük dalgaların ortasında salınıp duruyordu kıyıda. Kayıktaki adam doğrulup ayağa kalkarken. Zeyd’e dönüp: “Zeyd, kardeşim, bizi bekleyen tehlikelerin farkındasın, değil mi? Umarım Medine’nin huzurlu havasını, dostlarını özlemiyorsundur.” dedim. “Senin yolun, benim yolumdur, amcacığım,” diye karşılık verdi Zeyd, “Bana kendin dememişmiydin, akmayan su kokar ve bulanır diye? Öyleyse biz varıp gidelim ki, su akıp durulsun...”
Bizi götürecek gemi, dov denen ve tüm Arabistan sahillerinde dolaşan o geniş, hantal gemilerden biriydi. Geminin reisi Muskatlı yaşlı, pörsümüş bir Araptı. Kocaman, rengarenk sarığının katmanları altından beni süzen boncuk boncuk gözlerinde kanunsuz işlerle, maceralarla geçen uzun yılların izi okunuyordu; kuşağındaki ucu kıvrık, gümüş kakmalı hançeri hiç de süs olsun diye taşımıyordu anlaşılan. “Merhaba merhaba dostlarım!” diye bağırdı, gemiye çıkarken. “Tam vaktinde geldiniz, bu iyiye alâmet!” Aynı sıcak sözleri kaç kere tekrarlamıştı kimbilir, Suudî yönetiminin yüklediği ağır hac vergisini ödememek için Hicaz sahilerine kaçak olarak gelmek üzere Mısır’dan gemisine binen fakir hacılara... Ve aynı sözleri kimbilir kaç kere tekrarlamıştı, İslâmî yasalarla tam bir uyuşmazlık içinde, Habeşistan yerlilerini kaçırarak Yemen pazarlarında satmaya götüren esir tüccarlarına... Fakat geçmişi ne kadar karanlık olursa olsun, reisin bu tecrübeli halinin çıktığımız bu tehlikeli yolculukta tek avantajımız olduğunu düşünerek kendimi teselliye çalışıyordum; Kızıl Deniz çevresini avucunun içi gibi bilen ve bizi amacımıza uygun bir yere çıkarabilecek biri olduğu her halinden belliydi.
Reisin dov’una binişimizin dördüncü gecesi, Yukarı Mısır’da, Kusayr limanının kuzeyinde sahile yanıştık ve yine bizi bekleyen küçük bir kayığa binerek karaya çıktık. Bu arada reisin bizden yol ücreti almayı reddetmesi karşısında şaşırıp kaldığımızı eklemeliyiz. Ama bu şaşkınlığımız uzun sürmedi, çünkü reis, “Ücreti efendiler ödedi,” dedi, “Hadi Allah’a emanet olun!”
Ümid ettiğim gibi Kusayr’da kimsenin dikkatini çekmedik; çünkü şehir halkı Hicazî kıyafetlere alışıktı. Ertesi sabah Nil boylarındaki Es-Siyut’a giden eski, döküntü bir otobüse binerek, geniş kucağında piliçlerle dolu kocaman bir sepet tutan şaşılacak kadar şişman bir kadınla, bizi görür görmez hemen on yıl önceki hac hatıralarını anlatmaya koyulan yaşlı bir fellah arasında sıkışmış olarak Zeyd’le ben Afrika gezimizin ilk menziline doğru yola çıktık.
Gizli ve tehlikeli bir işe karışan herkesin her zaman çevresinde şüpheli bakışlar aradığını bilirim. Fakat tuhaf değil mi, bu yolculuğumuz sırasında böyle bir şey hissetmiyordum ben. Arabistan’da yaşadığım yıllar süresince bu ülke halkının hayatıyla öylesine haşır neşir olmuştum ki, kendimi artık onlardan biri olarak hissediyordum. Mekkeli, Medineli insanların özel iş ilişkileriyle şimdiye kadar herhangi bir yakınlığım olmadığı halde, şimdi, düpedüz bir hac mihmandarı gibi davranmakta zorluk çekmiyor, yolcularla haccın âdap ve töresi hakkında ‘uzmanca’ tartışmalara giriyordum. Zeyd’inse benden aşağı kalır yanı yoktu bu konuda. Yolculuğumuzun ilk saatleri canlı, hoş konuşmalarla geçip gitti böylece.
Es-siyut’dan trenle küçük Beni Suef şehrine gittik. Oraya varır varmaz önce irtibat kuracağımız kişinin, İsmail ed-Dibi’nin evini bulduk. Yukarı Mısır Arapçasıyla konuşan güleç yüzlü, kısa tıknaz bir adamdı İsmail ed- Dibi; basit bir elbise tamircisiydi, şehrin eşrafından sayılmazdı ama Senusî tarikatine olan sadakatini çeşitli vesilelerle ispat etmiş, Seyyid Ahmed’e karşı gösterdiği kişisel bağlılıkla Senusîler arasında kat’i bir güven kazanmıştı. Vakit geç olmasına rağmen, İsmail ed-Dibi ev halkından birini çağırıp bize yemek hazırlamasını söyledi. Yemeği beklerken bize görevimizle ilgili olarak yaptığı temasları anlattı. Seyyid Ahmed’in mesajını alır almaz Mısır kraliyet ailesine mensup bir zatla temasa geçmişti ki, bu zat Senusî hareketinin aktif ve ateşli taraftarlarından biriydi. Sözü geçen Prens yapılmak istenen girişimi olumlamış ve bize yolculuğumuz için gerekli şeyleri, iki binek deveyle, iki rehber sağlamayı üzerine almıştı. Bu rehberler yol hazırlıklarıyla birlikte şimdi Beni Suaf’m dışındaki hurma bahçelerinden birinde sizi bekliyorlardı.
Zeyd’le ben, Batı çölünde fazla dikkat çekebilecek olan Hicaz işi elbiseleri üzerimizden çıkararak, bunların yerine pamuklu kumaştan pantolonlarla Mısır’ın batı yörelerinde ve Libya’da giyilen bornoz benzeri tünikler giyindik. İsmail, evinin kilerinden bize iki tane İtalyan yapısı kısa namlulu süvari tüfeği getirdi. Tüfekleri verirken: “Bu tüfekler için mücahitlerin yanında cephane bulmanız kolay olur.” dedi.
Ertesi gece şehirden çıkıp, rehberlerimizin ardı sıra yola koyulduk. Rehberlerimiz, aralarında Senusî örgütüne mensup pek çok kimsenin bulunduğu Mısırlı Evlât Ali kabilesindendirler. Birinin adı Abdullah’tı; hareketli, yerin, de durmayan bir gençti bu, bir yıl önce Sireneyka’da savaşa katılmıştı ve bu nedenle bizi orada bekleyen şartlar hakkında güvenilir bilgiler verebilecek durumdaydı. İsmini unuttuğum öteki rehberimiz zayıf, asık yüzlü bir adamdı; Abdulah’tan daha az sıcak kanlıydı, ama bu, onun Abdullah’tan daha az güvenilir biri olduğunu göstermiyordu. Beraberlerinde getirdikleri dört deve, Bişarin dölü tez yürüyüşlü güçlü develerdi; bu yolculuk için bu niteliklerinden ötürü seçildikleri belliydi. Üzerlerindeki eyer takımları Arabistan’da gördüklerime benziyordu.
Uzun molalar vermeksizin, hızla yol almamız gerektiği için yemek pişirmek sorunu yoktu; ve sonuç olarak erzakımız da büyükçe bir hurma dengiyle, kaba buğday unundan ve hurmadan yapılmış sert, tatlı peksimetlerle dolu daha küçük bir denkten ibaretti. Ve bir de develerin eyerlerine asılı su tulumları.
Mısırlı sınır devriyelerinden kaçınmamız gerektiği için, mümkün olduğu kadar ana yollardan, bildik kervan yollarından uzak kalmaya özellikle dikkat ediyorduk. Fakat, Bahriyye ile Nil vadisi arasındaki trafik hemen hemen tamamiyle Fayyum üzerinden seyrettiği için, bizim izlediğimiz yol, bu bakımdan fazla tehlike arz etmiyordu. İlk gece otuz mil kadar yol teptik ve gündüzün ılgın çalılarının arasında mola verdik. İkinci ve daha sonraki geceler daha hızlı yürüdük, öyle ki, dördüncü gün şafak sökerken Bahriyye vahasının gömüldüğü hüzünlü alanın içinde bulduk kendimizi. İçlerinde en büyüğü Baviti olmak üzere, birbirinden ayrı pek çok yerleşim bölgesinin ve ekili alanların yer aldığı bu vahanın kenarında, kayalar arasında konakladığımız zaman Abdullah dinlenmeden, yaya olarak sarp ve kayalık yamaçtan aşağı yürüyerek Baviti köyüne, irtibat kuracağımız adamı bulmaya gitti. Gece çökmeden dönemeyecekti herhalde; bu nedenle kayaların gölgesine uzanarak uyumaya çalıştık. Geceki yorgunluk ve soğuktan sonra oldukça keyifli bir dinlenme oldu bu. Ama yine de ben fazla uyuyamadım.
Planımızı gözden geçirirken, Beni Suaf’la Bayriyye arasında kurulabilecek sürekli bir haberleşme hattının burada korunmasının pek de zor olmayacağını düşünüyordum. Hatta bu iki nokta arasında, gerekli önlemler alındığı takdirde, büyük kervanlar bile göze çarpmadan gidip gelebilirdi. Baviti’deki sınır karakolunun varlığına rağmen’ki, saklandığımız yerden bu karakolun beyaz badanalı binasını görebiliyordum. Bahriyye’nin tenha köylerinden birinde gizli bir telsiz istasyonunun kurulması bile mümkündü. Bu konudaki görüşlerimi, bir kaç saat sonra dönen Abdullah ile irtibat adamımız yaşlı Berberi de doğruladı. Görünüşe bakılırsa bu vaha devriyeler tarafından ancak çok seyrek ve düzensiz olarak kontrol ediliyordu. Daha da önemlisi, bölge halkının çoğu ya doğrudan Senusi tarikati bağlısı ya da en azından sempatizanıydı.
Köyü uzaktan dolaşarak geçtik ve sonunda bir yabani hurma korusunda mola verdik. Abdullah yine dinlenmeye vakit ayırmadan çünkü sınırın bu kadar yakınlarında çok gerekmedikçe fazla oyalanmak niyetinde değildik hemen civardaki küçük bir köyde Seyyid Ahmed’in bizi alıp sınıra götürmek için görevlendirdiği adamı bulmaya gitti; ve bir kaç saat sonra beraberinde iki yeni mihmandarla birlikte dört zinde deveyle geri döndü. Cebel Ahdar’ın Bara’sa bedevilerinden olan mihmandarlar Ömer el-Muhtar’ın adamlarıydı ve bizi İtalyanların elinde bulunan Cağbub ve Calu vahaları arasındaki boğazdan geçirerek Ömer El-Muhtar ile buluşacağımız Sireneyka platosuna götürmeleri için bizzat onun tarafından görevlendirilmişlerdi,
Abdullah ve arkadaşı köylerine dönmek üzere bizden ayrıldılar. Zeyd’le ben iki mücahidle, Halil ve Abdurrahmanla birlikte Cebel Ahdar’a doğru tatlı bir eğimle yükselen ıssız ve susuz çölde bir hafta sürecek olan yolculuğumuza başladık. Şimdiye kadar yaptığım en çetin çöl yolculuğuydu bu. Gündüzleri gizlenip geceleri yola devam edildiği taktirde İtalyanların eline düşmek tehlikesi fazla değildi, ama yine de uzak mesafelere dağılmış bulunan su kuyularına yaklaşmamak mecburiyeti, bu uzun yürüyüşü bir kâbusa çeviriyordu. Yalnız bir kere, Vadi el-Mira’da develerimizi sulayıp, su tulumlarımızı doldurmak fırsatını bulabildik. Kaldı ki, bu bile tam bir macera oldu bizim için.
Kuyuya umduğumuzdan geç varmıştık. Hayvanları sulama işini bitirdiğimiz zaman güneş ise ufkun üstündeydi artık. Halil’in söylediğine göre gündüz boyu saklanacağımız kayalık yere varmamız için daha iki saat yol almamız gerekiyordu. Fakat henüz yola çıkmıştık’ki , bir uçak motorunun meşhur gürültüsü çölün sessizliğini bozdu. Bir iki dakika sonra bir monoplen belirdi ve hızlı pike yaparak tepemizde gittikçe alçalan sipiraller çizmeye başladı. Saklanılacak yer yoktu çevrede ; bunun için hemen develerden atlayıp değişik yönlere koşmaya başladık. Aynı anda pilot makinalı tüfüğini ateşlemeye başladı “Yere yatın, yere yatın!” diye bağırdım, kımıldamayın ölü nümarası yapın !
Fakat mücadeleye yıllarını vermiş olan halil, benzer durumlarla çok karşılaşmış olmalı’ki,”ölü numarası” yapmadı; başını bir kayaya yaslayıp sırt üstü yere uzandı ve tüfeğini dizine dayayarak tepemizde dönen uçağa ateş etmeye başladı. Rastgele ateş etmiyordu, bir atış müsabakasındaymışçasına her atıştan önce dikkatle nişan alıyor, sonra tetiğe basıyordu. Son derece cesaret isteyen bir işti bu; çünkü uçak alçaktan pike yaparak dostdoğru üzerimize geliyordu. Fakat Halil in atışlarının biri isabet almış olmalıydı ki, uçak ansızın yönünü değiştirerek burnunu yukarı kaldırdı ve hızla yükseldi. Pilot yerdeki bu dört düşmanı haklamak için kendi durumunu tehlikeye sokmak istememişti anlaşılan. Tepemizde bir iki kere döndükten sonra, Cağbub yönünde, doğuya doğru yönelerek gözden kayboldu.
“Şu İtalyanlar, köpoğlu köpekler, ammada ödlek adamlar,” dedi Halil, sakin sakin, “Öldürmekten domuzuna haz ediyorlar ama kendi postlarını deldirmekten de köpek gibi korkuyorlar” Hiç birimize bir şey olmamıştı, ama Abdurrahman’ın devesi ölmüştü. Ölen devenin eyerini Zeyd’in devesine yükledik; Abdurahman’da bundan böyle Zeyd’in terkisinde yola devam etti.
Üç gece sonra Cebel Ahdar’ın ardıç ormanlarına vardık; ve yorgun develerimizi orada, kuytu bir yerde bizi bekleyen bir gurup mücahidin getirdiği atlarla değiştirdik. Çöl artık arkamızda kalmıştı. Kurumuş dere yataklarıyla yarık yarık ve bazı yerlerde nerdeyse içine girilmez sıklıktaki ardıç korularıyla kaplı, inişli çıkışlı kayalık bir platoda ilerliyorduk artık. İtalyan işgal bölgesinin tâ içlerinde yer alan bu ıssız ve geçitsiz topraklar mücahidlerin vurgun alanıydı.
Dört gece sonra Vadi et-Taaban’a vardık ‘Yorgun Adam Vadisi; tam da ismine uygun bir yerdi burası. Ömer el-Muhtar’la burada buluşacaktık. Atlarımızı bir kayanın ardında bağlayarak sık ağaçlı bir geçitte Cebel Ahdar Aslan’ının gelmesini bekledik. Gece hava oldukça soğuktu ve ağaçların hışırtısından başka bir ses işitilmiyordu.
Seydi Ömer’in gelmesine daha bir kaç saat vardı ve gece de bir hayli karanlık olduğu için yanımızdaki mücahidlerden biri, bir kaç mil ötedeki Bu-Sfayya kuyusuna gidip su tulumlarımızı doldurmakta bir sakınca görmüyordu. Oysa Bu-Sfayya’dan en fazla yarım mil ötede bir İtalyan tahkimat merkezi vardı.
“Nasıl olsa o itler,” dedi Halil, “bu kadar karanlık bir gecede burunlarını inlerinden dışarı çıkarmaya cesaret edemezler.”
Böylece Halil’le Zeyd, kayalık arazide ses çıkarmasın diye atların toynaklarına bez sardıktan sonra iki boş su tulumunu yanlarına alarak gittiler. Onlar karanlıkta gözden kaybolurken Abdurrahman ile ben alçak kayaların arkasına oturup ısınmak için birbirimize sokulduk; ateş yakmak çok tehlikeli olurdu.
Aşağı yukarı bir saat sonra, ardıç ağaçlarının arasında çıtırtılar işitildi; birinin sandallı ayağı bir kayaya çarptı hafifçe. Aynı anda arkadaşım, elde silah, doğrulup dikkat kesildi. Çakal ulumasını andıran bir ses geldi korudan; bunun üzerine Abdurrahman da ellerini ağzına siper edip benzer bir ses çıkardı. Hemen sonra karanlıkta iki insan karaltısı belirdi. Ayakları çıplaktı, ellerinde de tüfek vardı. Bize iyice yaklaştıkları zaman gelenlerden biri: ”Allah’ın yolu” dedi; Abdurrahman ise buna karşılık olarak, “ondan başka kudret ve irade sahibi yoktur” dedi Parolaydı bu sözler. Libya bedevilerine özgü card denen eski püskü giysiler içinde yaklaşan iki yabancıdan biri Abdurrahman’ın iki elini tutarak onu hararetle selâmladı. Abdurrahman beni onlara takdim etti ve bunun üzerine iki mücahid benimle de el sıkışıp selâmlaştılar. Mücahidlerden biri: “Allah sizinle beraber olsun, Seydi Ömer birazdan gelecek.” dedi.
Bekliyorduk. On dakika sonra ardıç korusunda yeniden çıtırdılar işitildi ve karanlıkta üç ayrı yerden, ellerinde ateşlemeye hazır tüfekler, üç adam çıktı. Bizim gerçekten beklenen kimseler olduğumuza kanaat getirince geldikleri yönlere doğru geri dönerek ardıç korusuna dalıp gözden kayboldular. Bütün bu temkinli hareketler onların liderlerinin güvenliğini nasıl titizlikle koruduklarının bir belirtisiydi.
Ve sonunda, toynaklarına bez sarılı küçük bir atın üzerinde Ömer El- Muhtar’ın kendisi de çıkıp geldi. Her iki yanında birer adam vardı; bir çok mücahid de ardı sıra geliyordu. Bizim beklediğimiz kayalara varınca, adamlarından biri onun attan inmesine yardım etti; biraz zorlukla hareket ediyordu (on gün kadar önce bir çarpışmada yaralandığını öğrendim sonradan.) Yükselen ay ışığında şimdi onu açıkça görebiliyordum; iri kemikli, orta boylu bir adamdı-, kırışık ve vakur yüzünü kısa, karbeyaz bir sakal çevreliyordu. Göz oyukları derindi; başka şartlar altında olsaydı, insan gözlerinin çevresindeki çizgilere bakarak onun gülmek üzere olduğunu sanabilirdi, ama şu anda bu gözlerden hüzün ve cesaretten başka bir şey yoktu. Onu karşılamak için yürüdüm ve uzattığı nasırlı eli sıktım.
“Hoşgeldin, oğlum,” dedi ve bunu söylerken keskin bakışlarıyla, her gün tehlikeyle burun buruna yaşayan bir insanın araştırıcı bakışlarıyla yüzüme baktı.
Adamlarından biri yere bir şilte serdi. Seydi Ömer bu şiltenin üzerine usulca oturdu. Abdurrahman davranıp onun elini öptü; ondan izin aldıktan sonra bir kayanın kuytusunda küçük bir ateş yaktı. Şeydi Ömer, kendisine Seyyid Ahmed’den getirdiğim mektubu bu ateşin solgun ışığında okumaya başladı. Onu dikkatle okuduktan sonra katladı ve geleneğe uyarak saygısını belirtmek üzere başına koydu. Sonra gülümseyerek bana dönüp: “Allah uzun ömürler versin ona, Seyyid Ahmed hakkınızda iyi şeyler yazıyor. Bize yardıma hazırmışsınız. Fakat bilmiyorum ki, bize kerem sahibi o kudretli Allah’tan başka kimsenin yardımı ulaşabilir mi bundan böyle? Gerçekten biz artık bize verilen vadenin sonuna geldik gibi...”
“Fakat, yine de Seyyid Ahmed’in düşündüğü bu plan mücadele için yeni bir başlangıç olamaz mı?” diye söze karıştım, “eğer yeterli destek sağlanır ve Kufra bundan sonra harekâtın merkezi olarak kullanılırsa İtalyanlar durdurulabilir belki de. Seydi Ömer, şimdiye kadar hiç kimsede rastlamadığım acı ve ümitsiz bir tebessümle: “Kufra...?” dedi. “Kufra, iki hafta önce İtalyanların eline geçti...”
Donup kalmıştım. Seyyid Ahmed ile üzerinde aylarca durduğumuz plan, Kufra’nın mücadelenin yeni atılımı için emin bir üs olabileceği fikrine dayanıyordu oysa. Kufra da elden çıktıktan sonra mücahidlerin elinde kala kala korunmasız Cebel Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında, her gün adım adım elden çıkıyor, yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember giderek daralıyordu. “Kufra nasıl düştü?”
Seydi Ömer yorgun bir hareketle adamlarından birini yanına çağırdı-. “Hikâyeyi o anlatsın size... Kufra’ katliyamından kurtulan bir kaç kişiden biridir kendisi. Daha dün geldi benim yanıma.”
Kufra’dan gelen adam, bornozunun eteklerini toplayarak önümde bağdaş kurup oturdu. Ağır ağır konuşuyordu; sesinde en ufak bir heyecan belirtisi yoktu. Zayıf, kavruk yüzü şahit olduğu vahşetin aynası gibiydi.
“Üç ayrı yönden, üç ayrı birlikle üzerimize saldırdılar, tanklar ve ağır toplarla... Uçaklar alçaktan uçuyor, evleri, camileri, hurmalıkları bombalıyorlardı. Eli silah tutan sadece bir kaç yüz kişiydik biz. Geri kalan kadın, çocuk ve yaşlı insanlardı. Şehri ev ev, sokak sokak savunmaya çalıştık; ama onlar o kadar güçlüydüler ki, sonunda El-Havari köyünde kısılıp kaldık. Tüfeklerimiz tanklara, zırhlı kam-yonlara kâr etmiyordu. Onun için bizi ezip geçmeleri fazla vakit almadı, ancak bir kaçımız kurtulabildik. Ben kendimi hurmalıklara atıp, İtalyan hatlarını aşmak için fırsat kolladım. Orada yüzü koyun uzanmış yatarken İtalyan askerlerinin kirlettiği kadınların çığlıklarını duymamak için kulaklarımı kapatıyordum. Ertesi sabah yaşlı bir kadın bana ekmek ve su getirdi”Peki, Seyyid İdris ne diyor bu işe? O da sizin görüş-lerinize katılıyor mu?”
“Seyyid İdris iyi bir insandır, büyük bir babanın iyi oğlu. Fakat, ne yapalım ki, Allah ona bu mücadeleyi ayak ta utacak bir yürek vermemiş...”
Uzun özgürlük savaşının kaçınılmaz sonucu hakkında benimle konuşurken, Seydi Ömer’in sesinde vekâr vardı, umutsuzluk ve keder değil. Kendisini mutlak bir ölümün beklediğini biliyordu: Ölümü aramıyor, ama ondan da kaçmıyordu. Ve eminim kendisini nasıl bir ölümün bekle-diğini bilseydi bile yine ondan kaçmaya çalışmayacaktı. İnsanın, nereye giderse gitsin kendi kaderini de beraber götürdüğünün farkındaydı.
Çalıların arasında hafif bir hışırtı oldu, öylesine hafif ki, başka zaman olsa fark edilmeyebilirdi, ama şimdi kesin kulağı kirişteydi; karanlıkta umulmadık tehlikelerin beklentisi içinde, bir iki saniye sonra tekrar başlamak için ansızın kesilen temkinli hareketlerin varlığı açıkça hissediliyordu. Nitekim bir an sonra çalılar aralandı ve iki nöbetçiyle birlikte Zeyd ve Halil çıktı ortaya. Yularlarından tuttukları atlar çalkalanan su tulumlarıyla yüklüydü. Seydi Ömer’i görür görmez Halil ileri atılıp onun elini öptü. Zeyd’i ona taktim ettim; Seydi Ömer’in keskin bakışları açık bir tasviple Zeyd’in zayıf, kavruk yüzünde gezindi, elini onun omzuna koyarak:
“Babamın memleketinden hoş geldin, kardeşim. Kimlerdensin?” Zeyd Şammar kabilesinden olduğunu söyleyince, Seydi Ömer başını salladı: “Hatim et-Tayyı’nin, insanların en cömerdi olan Hatim et-Tayyî’nin kabilesindensin demek...”
Seydi Ömer’in adamlarından biri beze sarılı bir tomar hurma koydu önümüze ve bizi bu basit sofraya davet etti. Biz hurma yerken yaşlı cengâver doğrulup:
(*) Cömertliğiyle tanınmış, İslam öncesi Arap cengâver ve şairi. Onun ismi, Arapların çok önem verdiği bu erdemle özdeşleşmiştir âdeta. Zeyd’in mensup olduğu kabile, Hatim’in de mensup olduğu Tayy kabilesidir.
“Artık gitme vakti geldi kardeşler. Günün doğuşunu burada karşılayamayacak kadar yakınız Bu-Sfayya’daki İtalyan karakoluna.”
Böylece bu kısacık konaklamaya son vererek Seydi Ömer’in arkasından atlarımızı sürdük. Öteki adamlar yaya olarak peşimizden geliyorlardı. Boğazdan çıkınca, Seydi Ömer’in maiyetinin sandığımdan da kalabalık olduğunu gördüm: kayaların ya da ağaçların ardından süzülüp çıkan karanlık gölgeler birbiri ardından bize katıldılar. Dışardan bakan biri çevremizde otuz kırk adamın bulunduğunu tahmin edemezdi, çünkü mücahidler ağaçtan ağaca, kayadan kayaya, Kızılderililerinkini andıran temkinli, sessiz adımlarla ilerliyorlardı.
Şafaktan önce vardık Ömer el-Muhtar’ın kendi devrinin (gerilla çetesi) ana kampına. Kampta iki yüzü aşkın savaşçı vardı. Kuytu, daracık bir boğazda kurulmuştu kamp; kayaların dibinde küçük ateşler yakılmıştı. Bazıları uzanmış yatıyorlardı; bazıları da şafağın ilk ışıkları altında kımıldanan belli belirsiz karartılar halinde dolaşıyor, abdest alıyor, su taşıyor, yemek hazırlıyor ya da ötede beride ağaçlara bağlı atların bakımıyla uğraşıyor, kamp hayatının günlük işlerini haline yoluna koyuyorlardı. Hemen hepsinin üzerinde eski püskü giysiler vardı; ne o zaman ne de daha sonra, mücahitler arasında yamasız, kadidi çıkmamış bir card ya da bornoz giyen birini görmedim. İçlerinden çoğu şurasında burasında sargı taşıyordu: bu onların bu yakınlarda düşmanla karşılaştıklarını gösteriyordu.
Kampta beni en çok şaşırtan şey iki kadının varlığı oldu. Bunlardan biri yaşlı, öteki genç bir kadındı. Ateşin başında oturmuş bir eyer heybesini tamir ediyorlardı. Şaşkınlığımı fark eden Seydi Ömer: “Bu iki bacımız biz nereye gitsek peşimizden gelirler. Ana-kız, öteki kadınlarla Mısır’a gidip canlarını kurtarmaya yanaşmadılar. Ailelerinde erkek kalmadı, hepsi şehid oldu.”
Seydî Ömer’le iki gece bir gündüz boyunca mücahidlerle hangi yolardan etkin ve düzenli bir yardımın ulaştırılabileceğini görüştük. (Bu arada kampın yeri değişmişti). Halen Mısır’dan yetersiz, devede kulak bir yardım geliyordu. Seyyid İdris’in İtalyanlarla ateş kes ilân ettiği sıralarda İngilizlerle de bir anlaşma yapmış olması, İngiliz yetkililerin, Mısır sınırları içindeki Senusî dolaşımına, yerel sınırlar içinde kalmak şartıyla belli bir hoşgörüyle bakmalarını sağlamıştı. Özellikle, zaman zaman İtalyan konvoylarını vurup ganimet toplayan küçük savaşçı gurupların sahildeki en yakın Mısır şehri olan Sallum’a gelerek ele geçirdikleri daha çok İtalyan katarlarından ibaret ganimetleri daha gerekli, daha işe yarayan şeylerle değiştirmelerine göz yumuluyordu.
Seydi Ömer’le, erzak nakil yolu için en uygun alternatifin benim geldiğim yol olduğu ve Mısır vahaları Bahriyya. Farafya ve Siva’da gizli depoların oluşturulması gerektiği konusunda görüş birliğine vardık. Fakat o bu planın bile İtalyanların gözünden uzun süre saklanabileceğinden emin değildi.
(Seydî Ömer şüphelerinde haklıydı. Çünkü bir kaç ay sonra bu yolla gönderilen bir yardım kervanı Cağbub’la Calu arasında İtalyanların saldırısına uğradı. Bunun üzerine İtalyanlar Bir-Tarfavi’de, iki vahanın tam ortasında müstahkem bir karakol kurdular. Bununla da kalmayıp bölgeye, güçlü devriye birlikleri gönderdiler. Böylece, bu yoldan ikmal sağlamak, artık son derece tehlikeli bir hal aldı.). Yapılacak bir şey kalmamıştı; artık dönüş yolumuzu düşünüyordum. Batı’ya doğru kat ettiğimiz uzun ve yorucu yolu izleyerek geri dönmeyi pek gözüme kestiremediğim için, Seydî Ömer’e izlenebilecek daha kısa bir yolun olup olmadığını sordum. Vardı, ama tehlikeliydi: Sallum’adikenlitel bariyerini yararak ulaşan yoldu bu. Sallum’dan un getirmek için küçük bir mücahid çetesi sık sık bu tehlikeli yolu kat etmek zorunda kalıyordu; istiyorsak onlara katılabilirdik. Buna karar vermekte güçlük çekmedik.
Zeyd ile ben, bir daha hiç görüşmemek üzere Ömer el- Muhtar’la vedalaştık, Ömer el-Muhtar sekiz aya varmadı, son kurşununa kadar savaşarak İtalyanlara esir düştü ve onlar tarafından asılarak şehid edildi.
* Mekke’ye Giden Yol, çev. Cahid Koytak, İst. 1984, Sh. 421-443. Baskı, İhsan yay.