29 Mart 2024 - Cuma

Şu anda buradasınız: / ŞİDDETİ ÖNLEMEDE DEĞERLER DÜNYAMIZ ÜZERİNDEN BAZI ÖNERİLER
ŞİDDETİ ÖNLEMEDE DEĞERLER DÜNYAMIZ ÜZERİNDEN BAZI ÖNERİLER

ŞİDDETİ ÖNLEMEDE DEĞERLER DÜNYAMIZ ÜZERİNDEN BAZI ÖNERİLER Prof. Saffet KÖSE

Giriş Son zamanlarda Türkiye’de özellikle kadınların mevcut ya da eski kocaları tarafından çok çeşitli şiddet türlerine maruz kaldıkları kamuoyunun malumudur. Bunlardan bazıları maalesef cinayete kadar varmaktadır. Birçoğunun çocuklarının, ailelerinin yahut toplumun gözü önünde, bazılarının bütün ailesi fertleriyle birlikte, bir kısmının da sokak ortasında geçimsizlik, boşanma, evi terk etme nedeniyle kıskançlık, kin, nefret ve intikam duygularıyla işlenmiş olması hatta görüntülenip kamuoyuna servis edilmesi toplum vicdanında derin yaralar açmaktadır. Bu tür cinayetlerin, sadece evli ya da boşanmış kadınlarla ilgili değil, aşkına karşılık vermediği için kızlara, bir kızı seven birden fazla erkeğin bu sebeple birbirlerine karşı işlemelerinde, boşadığı eşinin bir başkası ile evlenmesine tepki şeklinde de ortaya çıktığı vakidir. Kadınların karıştığı erkek cinayetleri ya da başka alanlarda öldürme ve yaralama vakaları bulunsa da bu olaylar şiddetin sadece kadın üzerinden tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Bu durumda cinayete varan şiddetin sathi bir bakış açısıyla veya indirgemeci bir yaklaşımla, sadece kadın üzerinden tartışılması genel anlamda hızla değişen toplumda aile kurumunun karşı karşıya olduğu durumu da gölgelemektedir. Oysa konu bir bütün halinde ve bütün taraflarıyla ele alınabilirse, o zaman bir amaca hizmet edebilir. Burada şuna işaret etme zarureti vardır ki şiddet olaylarının tek bir disiplin üzerinden değerlendirilmesi, onu kuşatıcı şekilde sebep-sonuç ilişkilerini kurmada ve önleyici tedbirleri ortaya koymada yeterli sonucu vermeyebilir. Bu yazıda sadece şiddeti kadın-erkek cinayeti özelinde değil de insan ilişkilerinde şiddeti arttıran ve azaltan sebepleri, ilaveten dini değerlere bağlı olarak şiddeti önlemek için ne tür tedbirler öngörülebileceğinin cevaplarını arayacağız. Konunun psikolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel boyutları ayrıca ele alınmalıdır. Şiddet Eylemlerinin Önlenmesine Dönük Tedbirler Şiddeti önlemeye dönük tedbirleri ifade ederken aynı zamanda tersinden okunduğunda sebeplerine de işaret etmiş olduğumuzu söylememiz gerekir. 1- Ailede Merhamet Eğitimi ve Çocuk-Anne İlişkisinin Güçlendirilmesi İnsanının çocukluk, gençlik ve yetişkinlikten oluşan üç dönemi içinde çocukluk çağı, insanın sonraki hayatını etkilediğinden önem arzeden bir süreçtir. Çünkü insanın zihin, duygu, ahlak gelişimi çocukluk döneminde büyük ölçüde şekillenir. Çocuğun, aile fertlerini örnek alarak ve çevresini gözlemleyerek öğrendiği için yetiştiği ortam, özellikle aile içi ilişkiler, çocuk-anne arasındaki özel bağ onun üzerinde etkilidir. İnsan eğitilebilir bir varlık olduğu için elbette çocukluktaki olumlu ya da olumsuz kazanımların bütünüyle kalıcı olduğu ve bazı tutum-davranışların değiştirilemeyeceği anlamına gelmez. Ama şuna da işaret etmek gerekir ki çocukluk sonrasında olumsuz davranış kalıplarını değiştirmek ya da olumlu tutum ve davranışları yüklemek daha fazla emek ve farkındalık ister. Burada dikkate değer nokta şudur: Çocuk, aile fertlerinin kendi aralarındaki söz ve davranışları üzerinden gelişen ilişkileri, iletişimleri üzerinden yoğrulur. Ailede sertlik, şiddet ve ahlaki değerlere aykırı tutumların ya da nezaket ve zerafetin hakim oluşuna göre göre şekillenir ve sonrasında bu kazanımları etkili olur. Bu noktada İslam’ın merhamet odaklı bir din olduğuna ve mensuplarına bunun kazandırılmasını bir görev olarak yüklediğine, özellikle anne üzerinden çocuklara merhamet transferinin önemine vurgu yaptığına işaret etmemiz gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde merhametin anne üzerinden işlenmiş olması bu konuda önemlidir. İslam’ın merhamet merkezli bir din olduğuna kısaca işaret edip şiddeti önlemede bu duygunun yaşatılmasının önemine değinmemiz uygun olacaktır. Allah Te‘âlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in hemen başında kendisini “Âlemlerin Rabbi” olarak takdim ettikten hemen sonra kendisinin “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatlarına yer vermiş (Fâtihâ, 1/3), peygamberini “alemlere rahmet” olarak göndermiş (Enbiyâ’, 21/107), mü’minleri de ilişkilerinde merhameti merkeze alan (Fetih, 48/29) ve bunun da yaygınlaşması için çaba sarfeden (Beled, 90/17) insanlar olarak tanımlamıştır. Bütünüyle ayet ve hadislere bakıldığında İslam’ın ana eksenini oluşturan temel kavramın merhamet olduğu görülür. Merhametin dikey ilişkiyi ifade eden “acıma”nın dışında yatay ilişkiyi belirleyen iki unsuru vardır. Birincisi varlıkla ilişkide nezaket ve zerafet ile muamele etmek, kırıp incitmemek, kabalık yapmamak ve sertlik göstermemek, hatanın ortaya çıktığı hallerde de muhatabından özür dileyip helallik alarak onu onarmak (İbn Mâce, “Edeb”, 23) demektir ki bunun örneğini de bizzat Hz. Peygamber vermiştir (Ebû Dâvûd, “Diyât”, 14; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 28). Kabalık ve sertliğin ilişkileri bozan olumsuz bir tarafının bulunduğunu (Âl-i İmrân, 3/159) bilmeyen yoktur. İlişkilerin merhamet merkezinde yürümesi karşılıksız sevgi demek olan meveddeti doğurur, bundan da huzur manasına gelen sekînet doğar (Rûm, 30/21). Merhametsiz tutumun karşılığı da dünya ve ahirette ondan mahrumiyettir (Buhârî, “Edeb”, 18, 27). Hz. Peygamber’in “Bize merhamet etmeyeni başımıza musallat etme!” yakarışı onun önemini ortaya koyması açısından önemlidir (Tirmizî, “De‘avât”, 79). Merhamet, küçüklükten başlayarak ailede aşama aşama kazanılacak bir duygudur. Bunun merkezinde de anne vardır. Bütün dini referanslarda merhamet anne ile doğrudan ilişkilendirilmiş ve annenin çocuğa şefkat transfer eden role sahip olduğuna işaret edilmiştir. Şefkat sevginin en ileri boyutudur, ruhsal bir enerjidir ve çocuklar açısından en değerli kaynaktır, annenin çocuğa en değerli hediyesidir (Nevzat Tarhan, Makul Çözüm, İstanbul 2007, s. 26; a.mlf., Tebliğ müzakeresi, Günümüzde Aile, İstanbul 2007, s. 86). Dolayısıyla anne sevgisi çocuğun gelişiminde hissettiği en temel ihtiyaçtır (Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, İstanbul 2010, s. 147-148). Bu açıdan annenin alternatifsiz bir güç olması sebebiyle Hz. Peygamber: “İyilik etmeme en layık kimdir?” sorusuna de üç defa peş peşe “Annendir” şeklinde cevap vermiş babayı dördüncüde zikretmiştir (Buhârî, “Edeb”, 2; Müslim, “Birr”, 1, 2). Bu sebeple şefkat, annenin çocuğuna transfer edeceği en değerli güç, Allah’ın anneye çocukları için lütfettiği çok değerli kaynak ve ayrıcalıktır. En vahşi hayvanların bile bu sevgi ve şefkatin etkisiyle yavrusunu korumak için kendini tehlikeye atması, hatta feda etmesi bu gerçekliği teyit eden bir husustur. Dolayısıyla anne-çocuk ilişkisinin zeminini oluşturması gereken temel değer şefkattir. Psikiyatr Sefa Saygılı ve Pedagog Ali Çankırılı’nın müşterek araştırmalarında doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne ilgisi, sevgisi ve şefkatindeki eksikliğin ömür boyu doldurulamayacağı belirtilir. Aynı çalışmada bu eksikliğin giderilemeyeceği ve hiçbir zaman yeniden kazanılamayacağını ve telafi edilemeyeceği ifade edilirken bu mahrumiyetin ilerleyen yıllarda birçok ruhsal hastalığı beraberinde getireceğine de işaret edilir (Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 24-26, 29-31). Modern psikiyatrinin çocuğun ana kucağından ve sevgisinden mahrumiyetini en temel depression sebeplerinden birisi olarak tespiti bu gerçekliğin teyididir. Anneliğin bir kadın rolü olduğu tezini savunan John Bowlby (1953) de şu tespitlerde bulunur: “Eğer anne yoksa ya da çocuk annesinden küçük yaşta ayrılırsa –ki bu duruma anneden yoksunluk denir- çocuk büyük bir yetersiz toplumsallaşma riski ile karşı karşıya kalır. Bu durum çocuğun hayatının ilerleyen dönemlerinde toplum karşıtı olması ya da psikopatik (antisosyal kişilik bozukluğu) eğilimler göstermesi gibi ciddi toplumsal ve ruhsal sıkıntılar yaşamasına neden olabilir. Bir çocuğun refahı ve ruhsal sağlığı en iyi şekilde annesiyle kuracağı yakın ve sürekli bir kişisel ilişki yoluyla güvence altına alınabilir. Şayet anne yerine bir başkası ikame edilecekse anne gibi olmasa da bu da bir kadın olmalıdır.” (Giddens, 515-516). İslam’ın temel metinlerinden hareketle İslam alimleri karı-kocanın ayrılmaları durumunda yedi yaşına gelinceye kadar çocuğun anneye verileceği sonucuna ulaşmışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır. Buraya kadar anlatılanlar bağlamında söylemek gerekirse çocuğun psikopatik eğilimleri destekleyici şekilde büyümemesi için aile içinde ve özellikle annesi ile kaliteli zaman geçirmesi, aile fertlerinin kendi aralarındaki iletişim ve ilişki biçimlerinin çocuğun geleceğinde etkili olduğu bilinci ile hareket etmeleri gereklidir. Ailenin şiddet içerikli tutum ve davranışlardan uzak durmaları, onu şiddete yönlendiren oyunlardan uzak tutmaları önemlidir. Bunun yanında iş hayatının anne ile çocuğunun özellikle hassas dönemler için daha fazla zaman geçirebileceği şekilde ayarlanması, akşamları anne-babanın çocuğuna zaman ayırması gerekir. Hz. Peygamber’in çocuğu olan onunla çocuklaşsın (bk. İbn Mahled, Ahbârü’şsığar, III, Rabat 1986, s. 135) hadisindeki uyarısı bu açıdan dikkat çekicidir. Bizzat kendisinin torunları Hasan ve Hüseyin’e zaman ayırarak onlarla oynaması konumuz açısından son derece değerlidir (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsat (nşr. Târık Ivazullah Muhammed-Abdülmuhsin İbrahim el-Hüseynî), Kahire, ts. (Dâru’l-Haremeyn), IV, 205; a.mlf., elMu‘cemü’l-kebîr (Hamdi Abdülmecid es-Selefî), Riyad 1415/1994, III, 65). Günümüzde aile, eğitim-öğretim, iş ve gündelik hayatı sağlıklı insan ilişkileri bağlamında değerlendirdiğimiz zaman, kadın-erkek her ferdin nasıl bir ruhi donanımla topluma katıldığını düşünmemiz, yaşanan olumsuzlukları bir de bu gözle değerlendirmemiz gereklidir. 2- Eğitimde Mahabbet / Sevgi Merkezli İlişkilerin Güçlendirilmesine Ağırlık Verilmesi Mahabbet (sevgi) ve adalet şiddetin kontrol edilmesinde iki önemli kavramdır. Bazı hallerde mesela anne-babanın çocuklarla ilişkilerinde adalet sevginin itici gücü olsa da İslam ahlakçıları toplumsal ilişkilerde “adalet”in önemine vurgu yaparlar ama ilişkilerin derinlik kazanmasında “mahabbet”i daha önemli görürler. Çünkü adalet hak edene hak ettiğini vermektir. Oysa mahabbetin olduğu yerde hak davası olmaz, fedakârlık ve diğergamlık hakim olur. Bazen hak eden hakkından feragat eder, onu bağışlar bazen de hak edene hakkı fazlasıyla ödenir. Dolayısıyla adalet ilişkilerdeki son noktayı temsil ederken mahabbet onun ötesine geçip kalpleri birbirine bağlayan, insanları kaynaştıran özelliğe sahiptir. Bu sebeple İslam ahlakçıları toplumu mahabbet üzerinden tanımlarlar ve Devlet Başkanını halka karşı şefkatli bir baba, ona karşı halkı akıllı evlat ve kendi aralarında da birbirlerini seven kardeşler gibi olmaları gerektiğini belirtirler İslam ahlakçılarından Nasîruddîn et-Tûsî, muhabbeti birleşmenin tabii eğilimi sayar ve bu yönüyle insanların sun’î olarak bir arada bulunması anlamına gelen adaletten daha üstün tutar. Bu özelliğinden dolayı muhabbet yapıyı ayakta tutan özdür. Muhabbete göre adalet, kabuk mesabesindedir [Tûsî, Ahlâk-ı Nasîrî (Farsça’dan Azerbaycan diline çeviren: Rahim Sultanov), Bakı 1989, s. 180 (Kiril harfleriyle)]. Toplumsal hayatın mahabbet atmosferinde kurulmasının onun fertlerini kuşatıcı ve iyilik merkezli ilişkilere yön verici bir güç oluşturacağı muhakkaktır. Çünkü mahabbet fedakârlığı ve iyilik merkezli ilişkiler ağı örer. Günümüzde günlük hayatın bütün alanlarında ortaya çıkan çetin rekabet ortamının iyi yönetilmesi, ben merkezli tutumları güçlendirip mahabbeti engelleyici, bir adım ötesinde de şiddeti beraberinde getiren sonuçlara yol açmamasına özen gösterilmesi gerekir. Belli ölçüde yarışın özellikle çocukları hayata motive eden bir tarafı bulunsa da başarının her halükârda rakiplerini geride bırakarak elde edilebileceğine olan inancın sorunlu olduğunu belirtmek gerekir. Bu bağlamda hayatı bir yarış ve rekabet ortamı olarak yaşayanların diğer insanları saf dışı edilmesi gereken rakipler olarak görmemeleri konusunda dikkatli olunmalıdır. Bir bilim adamının dediği gibi “başarıların değil değerlerin adamı” olmanın daha değerli olduğu bilincinde olmak gerekir. 3- Emanet Bilincini Güçlendirmek Kur’ân-ı Kerîm, ailenin kuruluş ve işleyişinde (Rûm, 30/21) hatta sonlanması hâlinde bile iyiliğin esas alınmasını isterken (Bakara, 2/229) başka bir ihtimale yol vermeyecek açıklıkta “kadınlarınıza iyi davranın” (Nisâ’, 4/19) ayetiyle şiddeti yasaklamaktadır. Hz. Peygamber de her alanda olduğu gibi (Ahzâb, 33/21) bu konuda da en güzel model olmuş, eşlerine şiddet uygulamak bir yana kötü bir söz bile söylememiştir. Bir hadisinde: “Allah katında sizin en hayırlınız kadınlara karşı iyi davrananınızdır. Bu konuda en iyi örneğiniz de benim.” buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 472). Eşi Hz. Âişe de bunu tasdik ederek onun, eşlerine ve hizmetçilerine asla kötü davranmadığını açıkça ifade etmiştir (İbn Mâce, “Nikâh”, 51). Hz. Peygamber’in Veda Hutbesinde (vefat etmeden önce, bütün insanlığa yaptığı son konuşma) kadınların Allah’ın emaneti olduğunu belirtmesi oldukça anlamlıdır (Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56; İbn Mâce, “Menâsik”, 84). Emanet, sığıntı anlamında değil dini literatürde görev ve sorumluluğun en üst derecesini ifade eden bir kavramdır. Emanet, elinde bulundurana ait olmayan varlık olarak tanımlanır. Onun bir sahibi vardır ve zamanı geldiğinde aldığı şekliyle sahibine iadesi istenmektedir. Sahibinin koyduğu şartlara aykırı hareket ona ihanet anlamı taşır. Bu durumda kadının emanet oluşu da ona karşı sorumluluğun hassasiyetini ifade eder. Bu bağlamda söylemek gerekirse şiddetin güç kullanarak haksız şekilde tahakküm kurmak anlamına geldiği düşünüldüğünde “kadının emanet oluşu” onun erkeğin mülkiyetindeki bir eşya gibi değerlendirilemeyeceğini göstermesi ve şiddetle kontrol altına alınan bir varlık olamayacağını, iradesinin ipotek altına alınamayacağını, aksi bir davranışın sadece kadına değil onun sahibi olan Allah’a karşı bir saygısızlık olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bu durumda kadının sahibi kocası değil Allah’tır. Az yukarıda geçtiği üzere Allah’ın “onlarla iyi geçinin” ve Hz Peygamber’in “eşlerinize iyi davranın” hitaplarına aykırılık taşıyan her türlü eylem kadına değil öncellikle onun sahibi olan Allah’a bir ihanet özelliği taşır. Hz. Peygamber eşlerini dövme alışkanlığından vazgeçmeyenleri uyarmış ve şiddetin Müslümana yakışmayan bir davranış olduğunu (bk. Müslim, “Cennet”, 49), eşlerine şiddet uygulayanların iyi insan olmadıkların beyan etmiştir (İbn Mâce, “Nikâh”, 51). Hz. Peygamber (s.a.s.) pasif şiddet olarak nitelenen, eşin kocası tarafından ihmal edilmesine, terk edilmesine de rıza göstermemiştir (İbn Mâce, “Nikâh”, 3). Hatta kendisini ibadete verip eşini ihmal eden bazı sahâbîlerin birbirlerini uyardığını, Hz. Peygamber’in de bu hususta titiz davrandığını birçok kaynaktan öğrenmekteyiz (msl. bk. İbn Balabân, el-İhsân bi-tertîbi Sahîhi İbn Hibbân (nşr. Şuayb el-Arnaût), Beyrut 1414/1993, II, 23). Kur’ân-ı Kerîm’de eşini yüz kızartıcı bir suç olan zina halinde yakaladığını ve bunu hukuken geçerli olacak bir ispat vasıtasıyla destekleyememiş bir kocaya bile şiddet kullanma izni vermemiş, uygulanacak prosedürü belirlemiş, yargıç önünde özel bir prosedür (li‘ân) ile ayrılmalarını hükme bağlamıştır (Nur (24), 5-9). Hz. Peygamber de böyle bir durumla karşılaşmaları halinde kıskançlık ve utanç duygusunun etkisiyle şiddete başvurmamaları ve Kur’ân-ı Kerîm’in öngördüğü prosedür çerçevesinde eşlerinden ayrılmaları konusunda arkadaşlarını uyarmıştır (Müslim, “Li‘ân”, 16). Bütün bunlardan çıkan sonuca göre şiddet ve özellikle kadına karşı şiddet Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamberin asla şekilde izin vermediği bir eylemdir. 4- Çözümün Hukuk Düzeni ile Sınırlandırılması Yerine Diğer Normatif Disiplinlerin Etkin Şekilde Devreye Sokulması Toplumsal düzenin sağlanmasında hukuk normlarının tek başına yeterli olmadığı hukuk sosyolojisinin ortaya koyduğu bir gerçekliktir. Bunun için din, ahlak ve kültürel dokunun birbirini desteklemesi gerekir. Hukuk, insanı dışarıdan kontrol eder ve ispat edilebilir uyuşmazlıkları belli ölçüde çözüme kavuşturabilir. Oysa insana, onu yönlendiren iç dünyasını kontrol ile hakim olunabilir. Bunun için de insanı bir bütün halinde kavrayan manevi dinamiklerin ve onun yön verdiği ahlakın keza bu doğrultuda oluşan kültürel dokunun hukuku besleyen mekanizmalar olarak devrede olması hukukun işini kolaylaştırır. Özellikle aile içi şiddetin önlenmesinde buna ihtiyaç vardır. Çünkü aile mahrem bir alan olduğundan ispat vasıtalarının kör noktasını oluşturur. Bir başka ifade ile aile içindeki problemlerin ispatı güç olduğundan hukuk yoluyla bunların sonuca bağlanması güçtür. O sebeple şiddetin önlenmesinde hukuk ile sınırlı çözümler belli bir işlevselliğe sahip olsa da kalıcı çözüm üretmede zayıf kalabilir. Öte yandan insanın değer ve duygu dünyasını dikkate almayan yasaların uygulamada ortaya çıkaracağı sorunlar da şiddete neden olabilmektedir. Son tahlilde denilebilir ki şiddet konusunda önleyici tedbirler içinde bu yönde bir ahlak eğitimi, suçun işlenmesi durumunda fiile uygun bir ceza ve sonrasında suçlunun ıslah edilip topluma kazandırılmasına dönük tedbirlerin çok yönlü olarak hayata geçirilmesi gerekir. 5- Şiddet Öğrenilen Bir Eylem Olduğundan Onu Öğreten ve Normalleştiren Araçların ve Ortamların Denetlenmesi Gerekir Şiddet uygulayan çocukların büyük oranının şiddet görenler ya da şiddet ortamında yetişmiş olanlar olduğu dikkate alınırsa bu, şiddetin öğrenilen bir davranış olduğunu da gösterir. İnsan etkilenen, gözlemleyen ve bakarak da öğrenen bir varlık olduğuna göre şiddet kendi kendini besleyen bir dinamik olarak ortaya çıkar. İslam ahlakçıları kötü davranışın gizlenmesi gerektiği üzerinde dururlar. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi bir başkasının yaptığı kötülüğün, izleyen için örneklik teşkil etmesi ve teşvik edici özellik taşıması, ondan güç ve cesaret alması, ikincisi de bir defa işleyince de tekrarlamanın kolay hale gelmesidir. İmam Gazzâlî’nin (ö.505/1111) “öldüğünde kötülükleri de kendisiyle birlikte ölene, günahlarını kendisiyle birlikte götürene müjdeler olsun” sözü (Gazzâlî, İhyâ’, Kahire 1321, IV, 34) bu açıdan anlamlıdır. Kötülüğün açıktan işlenmesi kötülükte yardımlaşmanın da bir aracıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in iyiliği yaygınlaştırmada ve kötülüğü engellemede yardımlaşmayı emretmesi günah ve düşmanlık konusunda yardımlaşmayı yasaklaması (Mâide, 5/2) bu açıdan da önemlidir. Gerçekten bir insanı kötülük işlerken gören birisinin ondan güç alarak ya da cesaret bularak aynı kötülüğü işlemesi, bir defa işledikten sonra da tekrarlamasının kolay hale gelmesi izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Bu da ek bir sorumluluğu beraberinde getirir. Buna göre günlük hayatta ortaya çıkan şiddet görüntülerinin ve haberlerin, tartışma programlarının kitle iletişim araçlarındaki sunumu bu tür eylemleri teşvik edici biçimde olmamalıdır. Sonuç Sonuç olarak söylemek gerekirse insan ilişkilerinde birçok boyutuyla şiddetin ciddi bir sorun olduğu gerçektir. Ancak çok yönlü değerlendirilmediği için şiddetin ele alınış tarzında da bazı sorunlar bulunmaktadır. Yapılan tartışmalarda bir taraftan şiddetin önlenmesine dönük çözümler aranırken diğer taraftan şiddeti teşvik eden yorumlar da dikkati çekmektedir. Bu noktada bazı mülahazalarımızı paylaşmak isteriz: 1- İslam’ın ana kaynaklarını oluşturan Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarında şiddeti özendiren, onu haklı kılan herhangi bir delil yoktur. Tam aksine sadece insan için değil “can taşıyan her bir varlığa saygı” ana ilke olarak belirlenmiştir. Müslüman bir toplumda aksi bir tutum sadece şiddete maruz kalanlara karşı bir haksızlık değil onu yasaklayan Allah’a ve Peygamberine de bir saygısızlıktır. 2- Ülkemizde cinayete varan şiddetin oluşturduğu atmosferin etkisiyle parçacı ve bu parça üzerinden genelleyici / toptancı, indirgemeci yaklaşımlar dikkat çekmektedir. Bu husus problemi bütünlük içinde ve çok yönlü olarak görme önünde engel oluşturmaktadır. Zira farklı toplumlarda ve toplumun farklı kesimlerinde her gün şiddet olayları ile karşılaşılmaktadır. Bu durumda özellikle şiddet olgusu kadın ile sınırlandırılmadan bir bütün olarak ele alınabilirse ve buna bağlı olarak şiddete zemin hazırlayan ana dinamikler tespit edilebilir ve bunu oluşturan bireysel, sosyal ve kültürel ortam derinlikli şekilde kritik edilebilirse hedefe götüren çıkış yolları bulunabilir. 3- İkinci olarak kadın cinayetlerinin ardından önleyicilik ilkesinin amacına ulaşması için idari ve hukuki tedbirlerle sınırlandırılmış öneriler yerine diğer normatif disiplinlerden yararlanma yoluna gidilmesi çoklu faktörlerin etkisi altında gelişen şiddeti önlemede güçlü bir dayanak sağlar. 4- Bir cinayet ortaya çıktığında suçlayıcı reflekslerin etkisiyle değerler ve geleneğin örselenmesi ve bu açıdan kutuplaşmaya yol açılması başka açıdan şiddeti ifade eden bir tutumdur. Bunun yerine daha soğukkanlı düşünülmesi ve şiddetin sebep ve sonuçları çok yönlü olarak analiz edilerek kalıcı tedbirlerin alınmasına katkı sağlanması, değerler dünyamızın ve geleneğimizin kendi iç denetim mekanizmaları üzerinden varsa olumsuzlukların giderilmesi yönünde çalışmalarda bulunulması gerekir. 5- Şiddet eylemlerinin kadın üzerinden tartışılmasının genç kızların evlilikten korkmalarına ve soğumalarına yol açacak şekilde sonuçlanmamasına dikkat etmek, aile kurumunu zaafiyete düşürecek bireysel tercih ve yönelişleri genel bir doğru gibi sunmamak gerekir. 6- CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi ile bu doğrultuda yapılan düzenlemeler yeniden ele alınmalıdır. Hukuk metinlerinin, çeviri yasalarla değil, sosyal gerçekliğe uygunlukları ve denklikleri ile geçerlilik kazanacağı ve toplum nezdinde karşılık bulacağı bir gerçekliktir. Buna göre toplumsal sorunların yabancı olduğu kadar kendine özgü yerel dinamikleri de vardır. Bu açıdan yaşadığımız sorunlara insanlık tecrübesi yanında kendi değerler dünyamızı merkeze alan çözümler aramak daha sonuç alıcı ve tatmin edici olacaktır. 7- Şiddeti özendiren ve normalleştiren bilgisayar oyunları, filmler, kitle iletişim araçlarındaki şiddet görüntüleri, bu yöndeki haberlerin sunumundaki sorunlar çok boyutlu olarak tartışılmak durumundadır. Hayatımıza giren iletişim teknolojisi ve  medya araçlarının hemen her toplumsal sorunla ilgisi sağlıklı bir şekilde ele alınmalıdır. 8- Şiddet öğrenilen bir eylem olduğuna göre bunu tetikleyen aktif / doğrudan ve pasif / dolaylı etkenlerden söz etmek gerekir. Bunlarla ilgili tedbirler çok boyutlu şekilde ele alınmalıdır. 9- Cinsiyetçi yaklaşımlar yerine kurumsal yapıları, onu oluşturan fertleri ve onlar arasındaki ilişkileri değer odaklı olarak ele almak, her bir ferdi kendi başınalık yerine kurumsal bütünlük içinde konumlandırmak, aile içinde vazife bilincini canlı tutmak gerekir. Aksi bir tutum şiddeti önlemek için çözüm değil, yeni sorun alanları oluşturacaktır. 10- Toplumsal şiddetin bütün yükünü aile üzerinden tartışmaktan ve özellikle şiddet haberlerinin getirdiği telaşla aile bireylerini karşı karşıya getirici yaklaşımlardan uzak durmak gerekir. Şunu bilmek gerekir ki “şiddetin insanoğluna mesafesi, küfün demire olan mesafesi kadardır.” 11- İnsanlık tarihi içinde bazı toplumlarda yer alan kadın karşıtlığının ve yüceltilen erkekliğin getirdiği haksızlığa isyan eden kadınların haklı beklentilerinin diğer bir aşırılığa giderek cinsiyetçi bir yaklaşımla değil, sorun odaklı olarak ele alınması daha doğru olacaktır. Necmettin Erbakan üniversitesi*

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul