
Ropörtaj: Şemşettin Ayas
Bismillahirrahmanirrahim…
Hocam, bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz, Emir Eş Kimdir?
Mesnevi müellifi meşhur Mevlana ile Yunus Emre karşılaşmışlar. Mevlana Celaleddin Rumi, onbinlerce beyitten oluşan Mesnevi’sini günler boyu devam eden bir sürede okuduktan sonra Yunus’a sormuş: “Nasıl buldun?” diye… O da: “Çok güzel, çok manidar da, ancak çok uzun olmuş” demiş. Bunun üzerine: “Nasıl yani? Sen olsan ne yazardın?” diye soran Rumi’ye, Yunus’un cevabı: “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” der, işin içinden çıkardım”şeklinde olmuş. Mevlana demiş ki: “Vallahi, manevi rütbelerden hangisine yükeseldiysem, bu Türkmen kocasını önümde buldum.”
Şimdi bu temsilden hareketle, bizim kim olduğumuzun cevabı da: “Ete kemiğe büründüm, Emir diye göründüm” şeklinde kısa kesilecek türden, aslında. Kayda geçmesi gereken herhangi bir özelliğimiz yoktur. Amma, sualinize bir cevap teşkil etmesi bakımından: 1951 Samsun doğumluyum, Konya’da 1975 senesinde, Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdim. Sırasıyla Malatya, Kars ve İstanbul’un çeşitli ilçelerindeki okullarda 15 yıl öğretmenlik yapmışken, o zamanki 12 Eylül darbecilerinin elindeki sıkıyönetim idaresinin zalimane tasarrufları karşısında tepki olarak istifa ettim.
Kurucuları arasında bulunduğum Tevhid Vakfı bünyesinde bir süre serbest alternatif tevhîdî eğitim proğramları üzerinde icrây-ı faaliyet eyledikten sonra kurum değiştirerek Kültür Bakanlığı bünyesinde Süleymaniye Kütüphanesi’ne müdür yardımcısı olarak atandım. Oradaki görevimin henüz birinci ayında da, bu sefer 28 Şubat postmodern darbesinin ve darbecilerinin gadrine uğradık ve de sürüldük: Bandırma’ya. Gerçi oradan mahkeme kararıyla Süleymaniye’ye tekrar döndüm. Ve o kütüphanede dokuz yıl müdür yardımcılığı, yedi yıl müdürlük yaptım. Görevimin son üç yılında da Türkiye Yazma Eserler Kurumu adıyla bir kurum oluşturdum. Kurulmasına Mevla’mızın bizzat bizi vesile kıldığı ve üçlü kararnameyle atandığım o kurumun İstanbul Bölge Müdürü olarak çalıştım. Bilahare, 2016 yılında emekli oldum. Şimdi de, fisebilillah yine kurucusu olduğumuz Fütüvvet Vakfı bünyesinde hayrat işlerinde koşturmaya çalışıyoruz. Rabbim Kabul eder, İnşaallah.
Hocam bu gün inşallah, geçmişte ve günümüzde islam ülkelerindeki yazma eserler, kütüphaneler ve kitapların durumu hakkında konuşacağız. İlk sorumuza şöyle başlamak isterim. Geçmişte ve günümüzde İslam Ülke’lerindeki Batı’nın yağmaladığı, Amerika’nın Irak işgali esnasında Bağdat kütüphanelerini ve Fransızların en son Kahire’deki Rabia olaylarında Mısır kütüphanelerini yağmaladığını... Gerek seyyahların gelip gezme ve maksatlı ya da dolaştıktan sonra koltukların altına alarak götürdükleri kitapları, misyonerlerin çaldıkları kitaplar hakkında konuşmak istedik.
Kardeşim kitaplar, menkul maddelerdir. Yani, gayr-i menkul bir ev gibi değildir. Evi alıp bir yere götüremiyorsunuz, tarlayı alıp götüremiyorsunuz. Kitaplar ise dediğiniz gibi koltuğunuzun altına alıp götürülen bir menkul maddedir. Dolayısıyla her kitap yazıldığı coğrafyada yaşamaz. Çok kolayca bir kimse çantasına, heybesine, torbasına koyarak onu alıp götürebilir. Ama yazma eserlerin bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya intikali sadece o yöntemlerle olmuyor. Bir: Diplomatik yollarla oluyor. Yani diyelim ki, Osmanlı üzerinden konuşalım. Osmanlı Devleti’ne gelen sarayın ziyaretçileri ülkelerine dönerlerken onlara zaten ellerinde mebzul miktarda bulunan yazma eserlerde, onların ilgisini çekeceği ve bizim ilmi ve kültürel yapımızı ortaya koymaya yarayacak seviyede kıymetli kitaplar hediye edildiği elbette olmuştur. Ayrıca sizin de söylediğiniz gibi zamanla satılmıştır, ticari yollarla satın alınmıştır, ya da çalınmıştır. Bunların hepsi olmuştur. Bir de diplomatik yollarla da temin edilmiştir. Ayrıca savaşlarda ganimet olarak da alındığı olmuştur.
Yani dolayısıyla yazma eserlerin trafiği çok farklıdır. Tabii yazma eserlerin aslında önemini de burada vurgulamam gerekiyor. Bilimin bugüne hangi aşamalardan geçerek geldiğini öğrenmek istiyorsanız yazma eserlere müracaat etmek zorundasınız. Diyelim ki, ecdadımız dâhili hastalıkları yani iç hastalıklarını nasıl tedavi ediyorlarmış, bir bakıp görelim, öğrenelim diye 300 - 500 yıllık, 1000 yıllık bir tıp kitabını elinize alıp da okuyup, o dönemin tedavi usullerini ortaya koymamızın bir faydası yok. Çünkü bu son çağda tıp çok gelişmiş durumdadır. Bugün daha hızlı, daha modern, bir takım yeni yöntemler var, artık. Ancak, asıl bilim bugünkü seviyeye hangi aşamalardan geçerek gelmiştir, bunu anlamak istiyorsanız yazma eserlere müracaat etmek zorundasınız.
Peki, batı Rönesans’ına bizim bu eserlerimizin katkısı var mı?
Hiç kıyas kabul etmez kesinlikle var. 2009 yılında Orada çalışan arkadaşlarımın misafiri olarak Fransa’ya gitmiştim. Gece vakti Paris’te dolaşırken cam giydirme, yani göz kamaştıracak kadar aydınlık, ışık deryası büyük dev bir binanın yanından geçiyorduk. Arkadaşlar: “Hocam burası senin için çok önemli” dediler. Ne var burada, deyince “Paris Bibliyotek Nasyonal” dediler. Yani onların milli kütüphaneleri imiş, meğer. Peki biz gecenin saat 10’unda buraya girebilir miyiz? Diyecek oldum, bir baktım gecenin ilerlemiş o saatinde kütüphane açık ve yüzlerce okuyucular, masalarda yer bulamayanlar koridorlara oturmuşlar, okuyorlar, çalışıyorlar. Görevlilere kendimizi tanıttıktan sonra, vakit dar gecenin ilerleyen saatinde bize yazma eserler bölümünüzü gezdirip tanıtır mısınız? Dedik. Kabul ettiler. Görevlilerden birisi, galiba İranlı bir hanım olsa gerek, Farsçası da iyi. Benim de biraz farsça bilgim vardır, dolayısıyla kadın Fransızca, Farsça bir şeyler anlatmaya başladı yazma eserlerle ilgili. Dedim ki: Peki! En eski yazma eseriniz kaç yaşında? Hangi yıl yazılmış dedim. Dedi ki: 1600 senesi civarında. Tabii kelimeler dilden dile intikal ederken tercüme hataları olabiliyor. Bir hataya kurban gitmeyelim diye, dedim ki: 1600 yıllık mı bu kitab, yoksa 1600 yılında mı yazılmış? 1600 yılında yazılmış. Tekrar soruyorum: En eski el yazması Fransızca kitabınız hangi tarihte yazılmış? Cevapları: 1600 yılında… Yani yaklaşık 400 yıl kadar önce. Fransızlar gibi kültürlü bir ulusun en eski yazma eserinin 400 yıllık olduğunu düşünebilir miyiz? Ama o tarihten önce korumacılık yoktu adamlarda. Kitabı korumuyorlar, korumacılık ilkeleri henüz gelişmemiş. O nedenle daha eski tarihli eserleri elde kalmamış.
Avusturya’nın, İstanbul büyükelçisi bundan 300 yıl önce İstanbul hatıralarını anlatırken çok ilginç tespitlerde bulunuyor ve diyor ki: Osmanlı devletinde Müslümanlar üç şeye çok önem verirler: Yere düşmüş yazılı bir kağıt ile yine yere düşmüş bir ekmek parçası ve alelade düzensizce yerlere konulmuş Kur’an-ı Kerim. Bunlara çok önem verirler. Kur’an-ı Kerim’i alırlar, yüksek bir yere hürmeten koyarlar. Ekmek parçasını alırlar, kuşlar yesin diye duvarın üstüne koyarlar. Yazılı kâğıdı da iki taşın arasına bir deliğe sokuşturuyorlar. Çünkü bizde kitap korumacılığı Kur’an ı Kerim’le başlıyor.
Sahabe-i kiram da, Hazret-i Ebu Bekir döneminde Kur’an-ı Kerim toplanırken cem edilirken, yıllar önce Peygamber Aleyhisselam zamanında ayetleri yazdıkları kemik, tahta, taş, az sayıda kâğıt vs. parçalarını nasıl Hazret-i Ebu Bekir’in işareti ile muhafaza ettikleri yerlerden çıkarttılar. Saklıyorlar, çünkü korumacılık zihniyeti var, onlarda. Batı korumacı değil, çünkü yazının onlarda kutsiyeti yok.
Batı uygarlığıyla İslam medeniyeti arasında çok önemli bir fark var: İslam medeniyeti -sevmediğim tabirle söyleyeyim-, kaligrafik bir medeniyettir. Yani yazı medeniyetidir. Batı uygarlığı figüratif bir uygarlıktır, yani resim uygarlığı. Bilirsiniz, kiliselerinde ve bilmem nerelerde ikonlar, büstler, putlar bir kaç yüzyıllık, beş yüz yıllık, bin yıllık heykelleri vardır. Amma gördüğünüz gibi eldeki en eski Fransızca kitabın ömrü 400 yıllık. Bizde ise 1380 yıllık kitaplar var. Bin yılı aşkın 400 tane kitap var sadece Süleymaniye’de. Bizdeki kitap korumacılığı iyi seviyede ve derin temellere dayandığı için. Bu, Kur’an-ı Kerim’e olan hürmetten ve Resulullah’ın hadislerine olan hürmetten kaynaklanıyor. Şimdi tabii batı, kendisinde olmayan şeyleri elde edebilmek için doğal olarak uğraşır. İnsan kendinde olmayan şeyi elde etmeye çalışır, Batı’nın kitap ve yazı konusunda korumacılık fikri olmadığı için bazen ticaret yollarıyla, bazen savaşlarda, bazen diplomatik yollarla, bazen satın almak, bazen kaçırmak, bazen çeşitli farklı yollarla yazma eserleri almış götürmüştür memleketlerine. Son örnek kapitülasyonlar. Fransızlarla Osmanlılar arasında kapitülasyon uygulaması üzerinde durmayacağım, konumuzla alakalı olmadığı için. Ama kapitülasyonlar uygulama sahasında, hangi taraf güçlüyse o tarafın lehine çalışmış. Osmanlı güçlü olduğu zaman Osmanlı faydalanmış. Osmanlı zayıflayıp Fransızlar güçlendiğinde de onlar yararlanmışlar. Osmanlı’dan ticaret yapıp da Fransa limanlarına giden gemilere liman idaresi, yazma eser getirdiyseniz Osmanlıdan, sıraya girmeden gümrük işlemleriniz erken yapılır diye bir ayrıcalık tanımış. İlginç değil mi?
Bunlar yazma eserler kendilerinde yeterince bulunmadığı için Bibliyotek Nasyonal’da ben, bizim coğrafyamızdan yukarıda ta’dad ettiğimiz vechile, oralara götürülmüş gerçekten 1000 yıllık, 1200 yıllık İslami yazma eserler gördüm. Ama Fransızların kendi eseri 400 yıllık. Yeni yeni fark etmişler ve bizim İslami eserlerimizi okuyarak, Müslümanların yazdığı eserleri okuyarak bunlar reform ve Rönesans hareketlerini gerçekleştirmişlerdir.
Kültürümüzde kütüphanecilik nasıl başladı?
Kültürümüzde, İslam kültüründe kütüphanecilik önce, Resulullah döneminde Müslümanların ellerinde bir kere kitap olarak malum Kur’an-ı Kerim ayetlerinin yazılı olduğu parçalardan başka bir şey yok. Hazreti Ebubekir’in döneminde Kur’an-ı Kerim’in cem edilmesi ile Hazreti Osman döneminde de çoğaltılması, yani teksir edilmesiyle başlayan, özellikle mescit ile medresenin ayrıştığı dönemlerde bu ikinci, üçüncü yüzyılda biraz da hadis toplama faaliyetlerinin yoğunlaştığı dönemlerde, eldeki kitapları halkın ve ilgili herkesin istifade etmesi için belli merkezlerde toplama ihtiyacı doğmuş, onun için özellikle kütüphanecilik konusunda Şam, Kûfe, Bağdat, Kahire ve daha sonraki dönemlerde İslam orduları fetihler ile İstanbul’a kadar geldikten sonra özellikle İstanbul’un fethinden sonra İstanbul olmak üzere Hindistan, taa Türkistan’lara kadar Afrika’nın berberi kabilelerine kadar kütüphanecilik daha sonra Gırnata’ya İspanya’ya, İspanya üzerinden Portekiz ve Fransa’ya kadar İslami kütüphanecilik yaygınlaşmıştır.
Özellikle tercüme faaliyetlerinin başladığı dönemde kitapların korunması ihtiyacı hâsıl oldu. Bakın size gösterdiğim, 415 hicri tarihinde tercüme yoluyla Arapçaya kazandırılmış olan bu kitap. 1025 sene öncesine aittir. İsmi: “Kitab-ı Apollonyus Fi’l- Mahrutat fi İlmi’l-Hendese”. Hazret-i İsa’dan 3-2 yy. önce yaşamış olan Apollonyus’un yazdığı bu eser Yunanca’dan Arapça’ya tercüme edilmiştir. Bunun kısa adı: Kitab-ı Mahrutat. Türkçesi: Çizimler Kitabı. Peki, Yunanca’dan Arapça’ya bu kitap niye tercüme edilir, fantazi olsun diye değil. Müslümanların bunu bilmesine ihtiyaç vardı. Gördüğünüz üzere, birçok karmaşık geometrik, hendesi şekiller var sayfalarında. Ve bu kitap özellikle harekesiz ve noktasız dönemde tercüme edilmiş. Yani, bin küsur yıl önce tercüme edilen bu kitabın Yunanca orijinali yok dünyada. Yunanlılar bunu koruyamamışlar. Bunu tercüme eden heyet veya kişi, kitabın ortadan kalkmasından sonra da, “İşte gördüğünüz gibi bunu biz yazdık” deseydi, kimse bu bir tercüme diyemezdi. Bir intihal olduğu anlaşılamazdı. Ama dikkat edin, o kaybolmuş Yunanca kitabın yazarının ilim dünyasına tanıtılması ile kitabın korunması bu tercüme kitapla mümkün olmuştur.
Bilhassa korumacılık ve kütüphanecilik bizde 1100 yıl önce yaygınlaşmış. Moğolların Bağdat kütüphanelerinde yaptığı şeyleri biliyorsunuz. Derler ki haftalar boyunca nehre döktükleri kitaplar sebebiyle nehrin suyu masmavi akmıştır. Dolayısıyla kütüphanecilik olayı bizde bilhassa tercüme döneminden sonra hızlanmış, Yunanca ve Arapça arasında karşılıklı tercüme faaliyetleri o dönemde başlamıştır.
İlk kütüphaneler hangileridir?
İlk kütüphane özellikle kütüphane adı altında Bağdat Kütüphaneleri’dir. Bir de bugün artık ismi cismi bilinmeyen yine o coğrafyada Bağdat, Kufe, Şam, Mısır, Iskenderiye, kütüphaneleri en önemli kütüphanelerdir. Hem Mekke ve Medine’ye en yakın çoğrafyalar olması itibariyle o bölgededir, daha sonra Medine’de kütüphane oluşmaya başlamıştır.
Tarihi süreçte yazma eserlerin tasnifleri nasıl yapılırdı?
Her dönemin kendine ait tasnif anlayışlar vardır. Yani bugünkü modern kütüphanecilik ve dokümantasyon dediğimiz anlamda kullanılan tasnif fikri o zaman bilinmiyordu. Elimizde 800 – 900 veya 1000 yıllık bazı şahıs ya da vakıf kütüphanelerine dair kitapların listeleri var. Kitabın adını ve müellifini, bir de kaç yapraktan oluştuğunu kaydetmişler. Böyle listeler halen var. Ama daha sonra kitap kitaba, isim isme benzer, bu münasebetle de karışıklık olmasın diye kitapların tanıtımına başka detaylar da eklenmiş. Mesela, aynı isimde iki farklı konuda kitap da olabilir, karışmasın diye eserin konusu da yazılmış. Bu tıpla ilgili, bu hendese ile bu kelamla ilgili, bu Tevhit’le ilgili kitaplar şeklinde. Amma, bir şey daha söyleyeyim:
Ben, 1996 da Süleymaniye Kütüphanesi’ne intikal ettiğimde, 2016’ya kadar Süleymaniye Kütüphanesi’nde, kitapların tasnifiyle uğraşan çok kıymetli hocaların son kalıntılarını bizzat tanıdım. Türkiye’de de büyük zulümlerin yaşandığı cumhuriyetin ilk 30-40 yılında ülkemizde hoca kıtlığı yaşanmaya başlamış. Bulgaristan’da da aynı zulümler söz konusu. Özellikle Nüvvab mezunu hocalardan hicret edenler var… Osmanlı teb’ası bunlar. Bulgaristan’dan ya da balkanlar’dan hicret ederek önce Mısır’a gitmişler. Mısır’da rahmetli Ahmet Davutoğlu hoca, Bekir Sadak ve Ali Yakup gibileri, daha sonra Türkiye’ye gelmişler. Bu isimler, Süleymaniye Kütüphanesinde tasnif heyetinde çalışırken tasnif anlayışı bir adım daha ileriye taşınarak kitapların ebatları, kâğıdının cinsi, rengi, kaç varak olduğu, hatta her sayfanın kaç satır olduğu bile tespit edilmiş, başka kitaplarla karıştırılmasın diye, birbirine benzeme durumlarına karşı. Karışmaması ve kaybolmaması için tasnifte kitabın rengi, ciltli olup olmadığı, cildinin hangi cins deriden mamul olduğu, kaç satır olduğu, kaç yaprak olduğu gibi konular. Bu değerli hocalarımız bunu böyle ilerletip geliştirmişler. Bu husus şimdilerde ise daha fazla gelişmiş durumda.
Örneklik teşkil etmesi açısından, yeri gelmişken söyleyeyim: Süleymaniye’de idareciliğim döneminde bir usül başlattım. Devam edip etmediğini bilmiyorum şu anda. Okuyucuya bir kitabı vereceğimiz zaman, okuyucunun haberi olmadan önce elektronik altın terazisinde, kuyumcu terazisi ile kitabı tartıyor ve oluşturulan bir forma kaydediyoruz, şu kadar gram gelmiştir diye. Bir de araştırmacının elinden geri alınca tartıyoruz. İkisi arasında ağırlık farkı varsa bu kitapta bu fark niye oluştu diye eseri inceliyoruz. Kitabın içinden eksilen, bir sayfa bile olsa kuyumcu terazisi olunca, o belli olur. Ancak böyle bir vukuatla karşılaşmadık. Sözü kısası, kitabın güvenliği açısından tasnif işlemleri çok önem arz etmiş bir uygulama şeklidir.
Geçmişte şahıs kütüphaneleri var mıydı? Örnek verebilir misiniz?
Biraz önce söyledim. Kitaplar, menkul malzemeler olurken, “Bunlar, ümmetin malıdır” anlayışıyla şahıs kütüphaneleri, şahıslar adına vakıf kütüphanesine dönüştürülmüştür. Süleymaniye’de 144 ayrı koleksiyon vardır. Bunların birleşmesinden Süleymaniye Kütüphanesi adıyla bir derme oluştu, zaman içinde. Bunların kimisi vakıflara ait kimisi camilere ait, kimisi askeri zevata yani paşalara aittir. Süleymaniye’de Osmanlı döneminde yaşamış 22 tane paşa koleksiyonu vardır. Hatta bir ara, o zamanki Harp Akademileri’nden rica ettiler. Ve ben de Osmanlı paşalarına ait sözünü ettiğim o kütüphanelerin tanıtımını yaptım orada.
Bir düşünün, 144 kütüphanenin nerdeyse altıda biri, yedide biri asker kütüphanesi. Çünkü hayrat yapacak adam, ya kütüphane bıraktırıyor veya mescid yaptırıyor ya başka bir hayır kurumunu “Sadaka-i Câriye” niyetiyle bırakıyor. Dolayısıyla şahıs kütüphaneleri var ama o şahıs kütüphaneleri daha çok vakfa dönüştürülerek idame-i hayat eyliyor. Mesela Esad Efendi Kütüphanesi, Şeyhülislam Esad Efendi Kütüphanesi bunun bir örneğidir. Eyüp Sultan Kütüphanesi, Hazreti Ebu Eyyub el Ensari’ye ait sanılmasın, Eyüp Camii kütüphanesi. Medrese kütüphaneleri, vakıf kütüphaneleri gibi çok çeşitli kütüphane şekilleri ve uygulamaları var ama şahıs kütüphaneleri daha çok vakıf kütüphanesine dönüştürülerek uzun ömürlü olmuştur. Eğer bunlar vakıf kütüphanelerine dönüştürülmezse, adam ölünce vereseleri arasında kütüphane de taksim edilerek dağılır, bütünlük kaybolur bu münasebetle şahıs kütüphaneleri daha çok vakıf kütüphanesi şeklinde kendini gösterir.
Kütüphanedeki kitapların çoğaltılması (İstinsah) nasıl yapılırdı?
İstinsah demek, zaten nüshalaştırmak, bir metnin diğer nüshalarını oluşturmak anlamındadır. Nüsha yazma olayı ya hocanın söylemesi talebenin yazması şeklinde ya da müellifin yazdığı kitaba talebenin, kâtibin bakarak yazmasına bağlı olarak yapılıyor.
Bir kitabın çok nüshası bulunması aslında kötü değil. Bir kitabın çok nüshası olması, onun çok aranan bir kitap olması dolayısıyla, bir mekâna yazabilecek durumda çok sayıda kişiyi topluyorlar. Rahleler üzerinde birisinin söylediği metni çok sayıda kişi birlikte yazıyor ve bir kitabı çoğaltabiliyorsunuz, yazabiliyorsunuz. Kamış kalemlerle yazılıyor. İstinsah meselesi bu şekilde oluyor, kitabın ne kadar mergup olduğuna bağlı olarak. Çok rağbet edilen kitaplar tabii olarak, medrese kitaplarıdır yani dolayısıyla onlar bu şekilde çoğaltılıyor bunlar kimi kâğıt üzerine, kimisi parşömen üzerine ve kimisi de ceylan derisi vs. üzerine üzerinde yazılarak çoğaltılıyordu.
Ancak elektronik ortama aktarmak, mikrofilm gibi uygulamalar son dönemlerde ortaya çıkmıştır. Şimdi mesela matbaalarda gazeteleri saatte 100 bin hatta 200 bin basan çok gelişmiş rotatifler var. İşin bu yönü sorunuzun kapsama alanı dışında kaldığı için geçiyorum.
El yazma kitapların durumları ne?
Kitaplar tıpkı insan bedeni gibi organik maddelerdir, onlar da aynı insanlar gibi yaşlanır, hastalanır, ölür. Kitaplar da küflenir, pamuklanır ya da kimyevi anlamda yanarlar. Onların da tıpkı insanlardaki cilt bakımı gibi kitabın gerek varaklarının gerekse cildinin temizliğe, bakıma, korunmaya ihtiyacı vardır,
Süleymaniye’de ortalama yüz bin cilt kitap vardır. Yüz bin cildin içerisinde en az 300 - 400 bin civarında risale vardır. Risale, malumunuzdur, broşür manasına gelir. Genellikle bir kitabın içerisinde farklı veya aynı konuları etrafında toplamış birden fazla risale cem olmuş durumdadır. Bu kitapların takriben üçte biri halen sapasağlamdır ve daha dün yazılmış gibidir. Çünkü mürekkebi kimyasal değil, kullanılan boyası kimyasal değil, orijinal. El yapımı ve âher ile kaplı, kâğıdı bozmuyor ve yakmıyor, yine yaklaşık üçte biri hastalıklıdır dolayısıyla ya nemden etkilenmiştir ya da havadan ve içinde bulunduğu ortamın iklim şartlarından dolayı kurumuştur. Zaman içerisinde kimyasal madde kullanılmaya başlanması sebebiyle ya da aşırı ışıktan rahatsız olmuştur ve benzeri sebeplerle kitaplarda bozulmalar başlamıştır. Bünyesinde yazma eserler barındıran kurumların teknik servisleri vardır ve bulunmalıdır.
Allah’a şükürle söyleyeyim, 2008 ile 2010 yılları arasında iki senelik bir mücadele neticesinde Türkiye’deki 23 Adet Yazma Eser Kütüphanesi’ni tek çatı altında toplayan, hepsine aynı hizmeti vermek üzere Türkiye Yazma Eserler Kurumu diye bir başkanlık oluşturuldu. Bu başarılı işi, Allah bu Fakir’e nasip etti. Bizzat benim teklifim ve gayretlerimle oluştu. O zamanki Başbakanlık Müsteşarı Efkan Âlâ ile birlikte istişare ettik ve bir kanun teklifi hazırlandı, o kanun teklifinin hazırlanmasının her aşamasında bizim de emek ve gayretimiz var, hamdolsun. Şimdi kütüphanelerde teknik elemanlar ve teknik servisler var, iğneyle kuyu kazar gibi bazen kurtlanmış bazen kimyevi anlamda yanmış, bazen nem almış, bazen yaşlanmış, bazen kirlenmiş kitapların bakımıyla ilgili o teknik servisleri de kitapların kurtarılmasına yönelik çalışmalar sürdürülüyor. Oradaki bilgi birikiminin gelecek nesillere aktarılmasına yönelik çalışmaların devam etmesini diliyorum.
Kütüphanedeki eserlerin ne kadarını biliyoruz?
Türkiye Yazma Eserler Kurumu bünyesindeki kütüphanelerde bütün eserler kayıt altındadır. Kayıtsız kitap bulunmamaktadır. Ancak noktasız ve harekesiz döneme ait sayıları 400 civarında kitap var. Onları okuyabilmek ve deşifre edebilmek ve ilim dünyasının istifadesine sunabilmek için ana dilinizin Arapça olması bile yetmez. İleri seviyede Arapça bilecek. Yani bizim işin içinden çıkacağımız bir durum değil.
Bakın, bir yazma eser deyince aklımıza genellikle hadis, tefsir, kelam vs. gibi din ilimleri ile ilgili bir şeyler geliyor. Maamafih, öyle de anlaşılabilir. Bir insanın dinini öğrenmesinden daha tabii ne olabilir? Coğrafyadan tıbba, psikolojiden Tarihe, haritacılıktan matematiğe, kimyadan edebiyata, din ilimlerinden astronomiye kadar çok farklı alanlarda kitap yazılmıştır, Uç bir örnekten bahsedeyim. Hijyen nedir? Tıbbın bir alt bölümü değil mi? bir şey söyleyeyim, Süleymaniye’de eskiden kullanılan manüel kataloglarda sadece hijyen ile ilgili 200 civarında kitap vardır. Tıpla ilgili ayrıca binlerce kitap vardır Ama bunlar arasında aslan payını din ilimleri alır, eşyanın tabiatı gereği. Edebiyat, tarih, sosyal bilimler gibi konularda ve mesela matematikle ilgili yaklaşık 5000 kitap vardır. Tıpla ilgili yine 5 - 6 bin kitap vardır, içlerinde. Yani istemediğiniz kadar konuda kitaplar kaleme alınmış, hayırlı ecdadımız tarafından.
Ama onların ne kadarını biliyoruz sorusuna gelince, üzüleceğimiz bir şey söyleyeyim. Batılılar ve Türkiye’nin dışındaki ilim dünyası bunları bizden daha iyi biliyorlar. Almanlar, Amerikalılar, Japonlar, bilhassa İngilizler, Fransızlar. Gerçi İslam dünyasının her taraftan insanlar da geliyorlar didik didik, o kitapları araştırıyorlar. Ne var ne yok çünkü bilimin hangi aşamalardan geçerek bu günkü seviyeye geldiğini bilmek istiyorsanız yolunuz yazma eser kütüphanelerine uğramak zorunda. Biz de ise, yok dersek haksızlık etmiş oluruz, ama daha çok tez çalışması seviyesinde bilim adamları gelirler, tezleriyle ilgili el yazması kitapları araştırdıktan sonra kaçarcasına kütüphaneden giderler ve çoğu kez bir daha da uğramazlar. Herkes için söylemiyorum ama önemli bir kısmı, maalesef öyledir. Çünkü bizim coğrafyamızda, ilmi araştırma ve çalışmalar - halen - yeterince takdir edilmiyor
Âlimlerin kaybolduğunu bildiğimiz eserlerinin bulunması için bir çalışma var mı? Örneğin Muhammed Hamidullah bir çalışmasında İbni İshak’ı buldu. Bunun gibi kaybolmuş ama adı bilinen ama kendisi ortada olmayan eserleri.
Kayıp mühim eserlerin ortaya çıkarılması ile ilgili çalışmalar, çok zor bir alan. Çünkü kütüphanecilik aşk işidir. Yani mesela ben kütüphaneye gidiyorum, 5 yıl çalışıyorum. Ama falanca üniversiteden gelen davet üzerine Üniversiteye intikal ediyorum yaptığım çalışmalar yarım kalıyor. Filanca memur geliyor, 3 yıl çalışıyor ve o da başka bir sebeple ayrılıyor. Hâlbuki Kayıp eserleri arayacak kimselerin işe stajyerlikten başlayarak emekli oluncaya kadar, hatta ölünceye kadar o kitaplarla uğraşacak kimseler olması gerekir. Ancak gerekirse başka şehir hatta ülkelerdeki kütüphanelerde nüsha karşılaştırmaları yaparak o kayıpları bulunabilir.
Şimdiki çalışma mantığıyla ve yöntemiyle kayıp kitapları bulmak mümkün değil. Çünkü sizin ne çalıştığınızı ben, benim de ne çalıştığım siz bilmiyorsunuz. Söz gelişi ben, 3 yıl önce elimden geçen bir kitabı unutmuşum. Sizin de 5 yıl önce elinizden geçen kitaptan haberiniz yok. İşte merhum Hamidullah ve Fuat Sezgin gibi, yine bu anlamda haklarını yemeyelim, bazı Arap kökenli araştırmacıların ve bir kısım İranlıların bizden daha başarılı, iyi çalışmalar yaptığını da itiraf etmek durumundayız. Mesela bu anlamda Fuat Sezgin Hocanın bulup ilim dünyasının istifadesine sunduğu bir takım kitaplar vardır.
Burada tıpkıbasımını gördüğünüz “Divan-ı Lü-gati’t-Türk” Te’lif-i Mahmut bin Hüseyin bin Muhammed el Kaşgari. Kaşgarlı Mahmut’un tanınıp eserinin ortaya çıkmasını sağlayan Ali Emiri Efendi bunu elde edebilmek için yapmadığı fedakârlık kalmamıştır. Türkçenin en eski lügatlerinden biri.
Yine Muhammed Hamidullah hocanın Sîret-i İbn-i İshak adıyla bilinen, bahsettiğiz çalışmasına gelince. Tabii onlar ne aradığını bilen insanlar. Ama sıradan araştırmacılar, kayıp eserleri, sadece tez çalışması için geldiklerinen dolayı başka kitaplarla ilgilenmezler ve bulamazlar. Bazen bir kitabın içerisinde birden çok risale vardır. İlk risale üzerinde uğraşıyorsunuz, ikinci risale çok önemli bir kitap ama sizin çalışma alanınızla ilgili olmadığı için hiç ilgilenmiyorsunuz. O risaleyi atlayıp gidiyorsunuz. Onun için bizim kurumlarımızda bu anlamda kayıp eserlerin bulunması için özel bir çalışma yok. Hâlbuki konu çok önemli ve yapılmalıdır. Fakat kiminle yapılır? Öyle sıradan memur kafasıyla yapılmaz. Kendini bu işe adamış, ömrünü vermiş hayatta ilme hizmetten başka hedefi ve beklentisi olmayan ve “Ben Müslümanların elindeki ilim hazinesini insanların istifadesine sunacağım” demekten başka derdi olmayan insanlar bunu yapabilir. Sizi ümitsizliğe sevk etmek istemiyorum, ama durum bundan ibaret.
Şu anda Batı’da olup da bizde olmayan çalınmış eserlerimiz var mı?
Vatikan Kütüphanesi’nde, Almanya Berlin Kütüphanesi’nde, Fransız Bibliotek Nasyonal’de, İngiltere’de ve bazı merkezlerde İslam medeniyetinin ürünü çok sayıda eser bulunmaktadır. Bunları zaman zaman medyada okuyup öğreniyoruz. Batılılar, gerçekten soğanın cücüğünü alıp götürmüşler. En özlü eserleri alıp götürmüşler, maalesef.
El yazması kitaplarımızın dijital ortama aktarımı ile ilgili bir çalışma varmı?.
Var, bizim zamanımızda 2003 te başlayan ve 2010’da biten Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bütün eserlerin dijital ortama aktarıldığı, hatta Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağlı Çemberlitaş’ta Köprülü Kütüphanesi ile Nuru Osmaniye, Vefa’da Atıf Efendi, Koca Mustafa Paşa, Murat Molla gibi bir takım kütüphaneler dijital ortama aktarıldı. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı kapsamında halen yürüyen, yürümekte olan projeler de var. Fakat Türkiye’de dijitalleştirme işlemleri son yıllarda daha teknik daha verimli hale geldi.
Eskiden mesela mikro film çekiliyordu. İlk mikrofilm bundan 60 sene önce verilmeye başlandı okuyuculara. Bu sistem pahalı, ağır işleyen ve hantal hatta tekniği itibariyle de kitaptaki farklı renkleri göstermeye yetmeyen bir sistemdi. Şimdi bu sistemler yeniden geliştirildi, dijitalleştirme işlemi var ama daha sistematik daha uzun ömürlü yöntemler ve teknikler ortaya konulması da gerekiyor, sürekli gelişen teknolojiden yararlanarak.
Bakın, insanlığın yazılı metinleri korumak konusunda şimdiye kadar keşfettiği en büyük icat kâğıt olmuştur. Ne CD’ler ne DVD’ler, ne flash diskler ne de harddiskler. Yani bilmiyorum ama bugün en şahane hard diskin ömrü 20 yıldır. Hadi siz 30 yıl deyiniz. Ya da 50 yıl deyin. Zararı yok. Bir kâğıdın ömrü bin yıl, işte, görüyorsunuz. Bakın örneklerini gösterdik, ilmi koruma bakımından kâğıttan daha dayanıklısı yok.
Ben dijitalleştirme işlemi hem iyi hem de kötü olduğu yönünde kaygılar ve kanaatler taşıyorum. Tamam, bilgiye daha kolay ulaşıyorsunuz ama efendim bir gün bunu nasıl olsa elimizde dijitali var, dolayısıyla kitap üzerinde durmaya ne gerek var noktasına gelecek akl-ı evveller çıkabilir. Nitekim çıktı da. Bizzat şahit olduk.
28 Şubat sürecinde Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü bir kadın vardı. Telefonda biz, Ankara’da bulunan kendisiyle bir şey tartıştık ve Süleymaniye Kütüphanesinin vekâleten müdürü idim o zaman. Tutturmuş, ille de bir takım sorunları olan Nuruosmaniye Kütüphanesini kapatacağım diyor, nasıl olsa dijital suretleri yok mu? Ne gerek var, kütüphanenin kendisine? Diyor. Dedim ki: Kapatırsanız, iyi edersiniz. Böylece adınız “Kütüphane kapatan kütüphaneler Yayımlar Genel Müdürü”ne çıkar. Senin görevin, kütüphane açmak iken ben kütüphane kapatacağım diyorsun problemlerden kaçarak kütüphanecilik olmaz vs. söyledim. Bunun üzerine göze alamadı ve vazgeçti. Teknolojiler, sorunlarıyla geliyorlar. Bu sorunların fark edilmesi için ise uzun süre geçmesi gerekiyor. Yani, dijitalleştirme, hem iyi hem kötü. Açık söyleyeyim.
Hocam bu eserlere kimler ulaşabilir? Sokaktan geçen herhangi bir vatandaş söz gelimi, İbn-i Nedim’in Fihristi’ni araştırmak istiyorum. diyebilir mi? ne gibi bir prosedür olması gerekiyor.
Bu sorunun cevabına önce ciddi olarak cevaplayayım ondan sonra da yaşadığımız, ilgili ve ilginç bir olayı nakledeyim, örnek olması babında: Malum, piyasada Osmanlı Arşivleri ile Süleymaniye Kütüphanesi birbirine karıştırılır. Osmanlı arşivinde adı üstünde ‘arşiv’ olduğu için devletin politikaları ile ilgili belgeler ve metinler bulunabilir, onun için Osmanlı arşivinde araştırma yapacak kişiler için sıkı güvenlik takibatı yapılır. Bu tabii bir hadise.
Ancak, yazma eserler üzerinde herhangi bir araştırma yapmak istiyorsanız bu ilmi bir konudur, devletin güvenliğiyle ilgili pek bir şey bulunmaz orada. İsteyen herkes yazma eserler üzerinde araştırma yapabilir. Ancak bir şartla: Ya Arapça ya Osmanlıca ya da Farsça, özellikle bunlardan birini bilecek.
İmdi işin burasında, yaşadığımız ve hatıra değeri olan bir olayı anlatayım. İstanbul’daki meşhur üniversitelerden birinin öğretim üyelerinden bir profesör bir gün kütüphaneye geldi. Selam sabahtan sonra, dedi ki: “Benim alnımla ilgili (metalurji) Kanada’dan bilim adamları geldiler. Süleymaniye Kütüphanesi’nde metalürji ile ilgili kitaplardan bahsettiler, çok utandım, haberim varmış gibi başımı salladım. Şimdi Japonya’ya gittiler, bir ay sonra tekrar gelecekler bu hataya bir daha düşmek istemiyorum. Onun için o kitapları tanımak için geldim” dedi. Bunun üzerine kendisine: “Peki hocam, dedim, okur-yazarlık var mı? Hoca şöyle bir silkelendi ve: “Yani!” dedi. Yanisişu ki: Arapça veya Farsça, ya da Osmanlıca biliyor musunuz? Haa, onlar yok, dedi o zaman latife yolluca: “Bir ay kısa bir zamandır, hemen çarşıya koşun, bir elif cüzü alın ve başlayın” dedim, bir daha da bu zatı hiç görmedim. Geldi de, ben mi görmedim yoksa hiç mi uğramadı. Onu bilemiyorum, dolayısıyla Arapça, Farsça Osmanlıca bilmek kaydıyla kütüphaneden isteyen herkes istifade edebilir. Bir kısmı ücretsiz olmak üzere dijital ortamda ilgili görevlilerden suret isteyebilir ve evinde ofisinde çalışabilir.
Meşhur kütüphanecilerden bahsedebilirmisiniz?
Türkiye’deki meşhur kütüphaneci deyince ilk akla gelen isimlerin başında, İsmail Saip Sencer’i anmamız gerekir. Meşhur kütüphane delisi, bu ifade burada hakaret içermez, deli âşık manasına geliyor malumunuz. Dolayısıyla özellikle İsmail Saip Sencer. Bu anlamda çok önemli bir boşluğu doldurmuş rahmetli bir arkadaşımız daha vardı, İsmi Mehmet Serhan Tayşi o da çok ilginç bir kitap hastası idi. Bunlara benzer birçok isim saymak mümkün.
Yine, her ne kadar ilk etapta kütüphaneci gibi algılamasak bile Fuat Sezgin hoca Allah rahmet etsin, Batı’nın Müslümanlardan öğrendiği bilim dallarıyla ilgili derlemeler yapmış. Alman sosyal enstitüsünün son 300 yıllık bütün dergilerini taramış İslam ve bilim üzerine ne kadar makale varsa hepsini derlemiş, toplamış ve yayınlamış. Bu güne kadar yayınladığı kitapların cilt sayısı dudaklarınızı uçuklatır, dile kolay, 1400 cilt kitap. Ayrıca bazı mühim yazma kitapların da tıpkıbasımı yapılmış, 250 kadar. Toplamda 1600 - 1700 cilt civarında. İslam Bilimler Tarihi filan onlar hariç. Batı’da da, İslam dünyasında da başka isimler de var efendim.
Hazret Ömer’in İskenderiye Kütüphanesini yaktırdığı söylenir. “Bu kitaplarda yazılanlar Kur’an’da varsa, zaten Kur’an ortada. Şayet yoksa o zaman bunlara hiç gerek yok.” deyip bütün kütüphaneyi yaktırdığına dair söylentiler var. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz.?
Tabii böyle bir iddia var. Ancak birçok batılı kaynakta da belirtildiği üzere, bu iddiaya tarihi bir gerçeklikmiş gibi bakılamaz. Zira Hazreti Ömer gibi bir şahsiyetin, her şeyin Kur’an’da açıkça bulunmadığını ve hatta böyle bir durumun gerekli olmadığını bilmemesi de düşünülemez. İslam’ın henüz ilk yıllarında, o kütüphanede bulunan kitap ve tabletlerdeki bilgilerin Kur’an’a uygun olup olmadığını nasıl test edebiliriz? Bu iddia aslında tamamen müslümanları ilim düşmanı, kitap düşmanı olarak karalamaya yönelik bir iftiradan ibarettir.
Burada şunu da söyleyeyim: Ahmet Efendi, Mehmet Efendi böyle bir kütüphaneyi mesela yaktırsaydı, “Olur mu öyle şey, ne gerek var. Fikre katılırsın veya katılmazsın” der, itiraz ederdik. Amma, bu iddianın doğru olmadığını tekrar söyleyerek diyorum ki: Hazret-i Ömer yaptıysa, vardır bir bildiği” derim. Ancak, tıpkı bu haber gibi, Hz. Ömer’e isnad edilen o sözün de, yanlış olduğunu düşünüyorum.