
sonra 610 Yılında Arabistan’ın Hicâz bölgesinde Hz. Muhammed’e (sas) indirilmeye başlanmıştır. Söz konusu kitap Müslümanlar tarafından, ilâhî kelâmın sadece yaşanan tarihe bir müdahelesi olarak değil, aynı zamanda bir ibâdet ve tilâvet kitabı olarak da algılanmıştır. Bundan dolayı, ilk muhatap kitleden başlamak üzere bütün Müslümanlar Kur’ân konusunda gereken hassasiyeti göstererek söz konusu metnin kendisinden öncekiler gibi tahrife uğramaması için büyük çaba harcamışlardır. Böylece ilâhî kitaplar arasında özgünlüğünü (otantikliğini) muhafaza ederek insanlığın eline ulaşan yegâne kutsal kitap Kur’ân-ı Kerîm olmuştur. Bu yüce kitap, söz konusu özelliğini kıyâmete kadar koruyacaktır. Çünkü Yüce Allah: “Şüphesiz Kur’ân’ı Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız” (el-Hicr 15/9) buyurarak onun korunmasını taahhüt etmiştir.
I. KUR’ÂN’IN TANIMI
Kur’ân, “Hz. Peygamber’e (sav) vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen ilâhî bir kelâm” şeklinde tanımlanır. Bu tanımın unsurları içerisinde yer alan “Hz. Peygamber’e (sas) indirildiği” sözü, diğer semâvî kitapları ve Resûlullah’ın hadislerini dışarıda bırakmakta; “vahiy yoluyla gelmiş olması” ifadesi ise, onun ilâhî kaynaklı olduğunu beyân etmektedir. Yine tanımın bir başka unsuru olan “Mushaflara yazılan” ibâresi, Kur’ân’dan olmayan hiçbir kelâm ve kelimenin Kur’ân’a girmediğini, “tevâtüren nakli” ifadesi ise, hem lafız hem de mâna itibariyle mütevâtir derecesine ulaşmayan kırâatların Kur’ân’dan sayılamayacağını; tanımdaki “okunmasıyla ibadet edilen” sözü de Kur’ân’ın kendisinden başka, onun meâli veya tefsiri ile yahut da mütevâtir olarak nakledilen kudsî hadîslerle ibâdet edilemeyeceğini göstermektedir. Zirâ her ne kadar kudsî hadîslerin mânaları Allah’tan ise de, lafızları Hz. Peygamber’e (sav) ait olduğu için Kur’ân sayılmamakta ve okunmalarıyla ibadet edilmemektedir.
II. KUR’ÂN’IN İNZÂLİ ve YAZIYLA TESPİTİ
A. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e İnzâli
Geleneksel bilgilerimize göre Kur’ân, yaklaşık yirmi üç senelik bir süreç içinde Cebrâil vasıtasıyla ve çeşitli zaman aralıklarıyla Hz. Peygamber’e inzâl edilmiştir. Buna göre Kur’ân vahyinin bir tarafında Yüce Allah, diğer tarafında da Hz. Peygamber bulunmaktadır. Cebrâil ise söz konusu iletişimi gerçekleştirmek üzere vahiy taşıyan aracı melektir. O halde Kur’ân’ın inişi söz konusu edildiğinde öncelikle Cebrâil’in bu ilâhî metni Allah’tan nasıl aldığı konusuna açıklık getirmek gerekmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’den önce vahyin kendisine verildiği ilk varlık Cebrâil’dir.
İslâm bilginleri, Kur’ân metninin vahiy meleği Cebrâil’e intikali konusunda temel iki görüş ileri sürerler. Bu görüşlerden birine göre Kur’ân vahyi Cebrâil’e, levh-i mahfûzda görevli bulunan melekler tarafından verilmiştir. Ehl-i Sünnet’in de kabul ettiği diğer görüşe göre ise Cebrâil, Kur’ân’ı semâen yani bizzat Yüce Allah’tan dinleyerek almıştır. Bu görüş ashâbtan Nevvâs b. Sem’ân’ın nakletmiş olduğu şu hadise dayanmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah emrini bildirmeyi dilediğinde, vahiy ile konuşur. Konuşunca gökler şiddetle sarsılmaya başlar. Gök sâkinleri bunu işitince bayılırlar ve Allah’a secdeye kapanırlar; secdeden başını ilk kaldıran Cebrâil olur. Yüce Allah dilediğini ona vahyeder. Cebrâil de (Allah’tan aldığı) vahyi meleklere ulaştırır. Her bir semâya uğradığında oranın melekleri ona: ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. O da, ‘Gerçeği söyledi, yüceler yücesi, büyükler büyüğü, O’dur’ der. Böylece Cibrîl, gökte veya arzda Allah’ın emrettiği yere vahyi götürür”. Bu hadise dayanan anlayışa göre Cebrâil, Kur’ân’ın tamamını Yüce Allah’tan dinleyerek almış ve onu Allah Resûlü’ne nakletmiştir.
Cebrâil’in Kur’ân metnini almasında olduğu gibi, onu Allah Resûlü’ne nakletmesinde de iki ayrı görüşle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birine göre, Kur’ân vahyi önce bir bütün olarak Beytül-izzet’e (dünya semâsı), oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Diğerine göre ise Kur’ân, doğrudan Hz. Muhammed’e inmeye başlamış ve 23 senelik süreç içerisinde tamamlanmıştır. Ancak İslâm âlimleri, çoğunlukla birinci görüşü tercih etmişlerdir. Buna göre Kur’ân ilk önce Kadir Gecesi’nde dünya semâsına toptan indirilmiş; sonra da yirmi üç yıl boyunca oradan parça parça, olaylar geliştikçe ve gerektikçe inzâl buyrulmuştur.
Burada üzerinde durulması gereken bir başka husus, vahiy meleği Cebrâil ile Hz. Peygamber arasında meydana gelen iletişimin nasıl gerçekleştiği konusudur. Bu konuyu iyi anlayabilmek için bu iletişimin mâhiyetini kavramak gerekmektedir. İslâm bilginlerinin tespitlerine göre söz konusu iletişimde iki temel şart vardır. Biri, taraflar arasında aynı işaret veya anlaşma sisteminin kullanılması, bir başka ifadeyle kullanılan dilin, her iki tarafın anlayabileceği ortak bir dil olmasıdır. Nitekim vahiy tarihine baktığımız zaman her peygambere kendi lisânıyla vahyedildiğini yani vahiy elçisinin Tevrât’ı İbrânice; İncil’i Ârâmîce ve Kur’ân’ı da Arapça olarak indirdiğini görmekteyiz.
Cebrâil ile Hz. Peygamber arasında gerçekleşen bu iletişimin diğer temel şartı ise, vahiy esnasında konuşanın ve dinleyenin aynı kategoriye mensup, aynı düzeyde varlıklar olmasıdır. Bu durumda “vahyin gerçekleşmesi için iki varlık arasında nasıl olağanüstü bir durum gerekir?” sorusu gündeme gelmektedir. Hemen belirtelim ki bu hususun İslâm âlimleri tarafından çok iyi kavrandığı anlaşılmaktadır. İslâm âlimlerine göre vahiy, melekle insan arasında meydana gelen bir konuşmadır. İki taraf arasında bir çeşit eşitlik gerçekleşmedikçe yani “konuşan” ile “dinleyen” arasında bir ilişki olmadıkça, karşılıklı bir kelime alışverişinin, öğretim ve öğrenimin olması mümkün değildir. Bunun da iki yolu vardır. Ya “dinleyen”, “konuşanın” galip etkisiyle derin bir kişisel değişikliğe uğrar; ya da “konuşan”, “dinleyenin” sıfatlarına bürünerek (Resûlullah muhatap insan olduğuna göre) onun sûretine girer. Muhammed’in (sas) vahiy alması her iki şekilde de gerçekleşmiştir.
Kanaatimizce bu yorum çok isabetlidir. Çünkü bazı hadisler Resûlullah’a Kur’ân vahyi geldiği zaman onun çektiği şiddetli ızdırapları, birtakım fizikî değişimleri bu sarsılışları haber vermektedir. Kuşkusuz bu tür rivâyetler, Hz. Peygamber’in Kur’ân’ın nüzûlü anında beşerî özelliklerinin ve iradesinin dışına çıkarak tamamen ilâhî iradenin yönetimine girdiğini ve aracı meleğin kendisine getirdiği vahyi, mânevî yönden onunla aynı seviyeye geldikten sonra aldığını göstermektedir. Tabii bu durum, sadece “vasıtalı vahiy” için düşünülebilir. Çünkü bu vahiy tarzında peygamberlere vahyi getiren ve bunu onlara çeşitli şekillerde ileten bizâtihi aracı melek Cebrâil’in kendisidir. “Vasıtasız vahiyde” ise bu özellik yoktur. Zira o, isminden de anlaşılacağı gibi Hz. Peygamber’in kalbine bir şekilde ilhâm edilen vahiydir. Orada aracı olarak nitelendirilen vahiy meleği ile buluşma ve ondan herhangi bir şekilde vahiy alma durumu söz konusu değildir.
B. Kur’ân’’ın Hz. Peygamber Tarafından Yazıyla Tespiti
Hz. Peygamber’in elçi olarak en önemli görevlerinden biri, kendisine vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek; ayrıca bunun gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak üzere onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Hz. Peygamber bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken, diğer taraftan da sahâbîleri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Esasen Müslümanlar yeni bir dine girmenin kendilerine verdiği heyecan ve imanla Kur’ân metnini ezberliyor ve onu gece gündüz okuyorlardı. Ancak peygamberimiz nâzil olan Kur’ân metninin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü onu ne kadar çok insan ezberlerse ezberlesin, insan hâfızası daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için, ezberlenen şeyde belli bir zaman sonra, yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir. İşte bu sebeple Hz. Peygamber, okuma ve yazma bilen sahâbîlerine kendileri için hususi Mushaflar yazmalarını da emrediyordu. Böylece o, kendisine gelen Kur’ân metninin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla da tespit ettirmişti. Çünkü Hz. Peygamber’in kendisi ümmî idi. Bu yüzden peygamberliğinin başlangıcından itibaren okuma yazma bilen sahâbîlerden bir kısmını vahiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Kendisine bir Kur’ân vahyi geldiğinde hemen kâtiplerinden birini çağırır ve onu yazdırırdı. Kaynakların bildirdiğine göre vahiy yazmak üzere Hz. Peygamber’in ça-ğırdığı kâtip gelip yazma işini bitirince de, Resûlullah ona yazdığını kendisine yük-sek sesle okumasını emrediyordu. Böylece şayet kâtip yazdığı metinde bir eksiklik, fazlalık veya yanlışlık yapmışsa, ona bunu hemen tashih etme imkânı vermiş oluyordu. Nitekim Zeyd b. Sâbit bu hususu bize şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah bana vahiy yazdırıyor, bitirince de yazdığım vahyi bana okutturuyordu. Şayet her-hangi bir yanlış veya noksan bulursa, bunu hemen tashih ettiriyordu. Ben de ancak bu işlemden sonra kalkıp söz konusu metni insanlara bildiriyordum”. Daha sonraki aşamada ise, Resûlullah’ın tashihinden geçen Kur’ân metni, yine onun emriyle çoğaltılıyor; sahâbîlerin bir kısmı bu çoğaltılan metinleri alarak kendileri için özel Kur’ân nüshaları yazıyorlardı. Yazma işi bittikten sonra da asıl nüsha, Resûlullah’a teslim ediliyordu.
Kur’ân metninin Resûlullah zamanında yazıldığını gösteren naklî deliller pek çoktur. Meselâ, İbn Hişâm’ın (ö. 218/833) bildirdiğine göre Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Sûresi’nin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfa, Kur’ân’ın daha o sıralarda yazıya geçirildiğini göstermektedir. Hz. Osman’ın şu sözü de Kur’ân’ın başlangıçtan itibaren yazıya geçirildiğini bize haber vermektedir: “Peygamber’e herhangi bir Kur’ân bölümü nâzil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona: “Bu âyetleri (yazıp) falan âyetleri içine alan sûreye koy” derdi. Ayrıca Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’tan da şöyle bir bilgi nakledilmiştir: “Bizim, üzerimizde bir Kur’ân nüshası bulunduğu halde düşman memleketlerine gitmemiz yasaklanmıştı. Bunun sebebi, söz konusu nüshaların düşman eline geçmesi korkusu idi”.
Görüldüğü gibi bütün bu târihî deliller, Allah Resûlü’nün, kendisine gelen her Kur’ân vahyini yalnızca ezberlemek ve ezberletmekle kalmadığını, bunları yazıyla da tespit ettirmiş olduğunu Mekke’de nâzil olan, “Yine onlar dediler ki, (bu âyetler) onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır” (el-Furkân 25/5) âyeti, Kur’ân’ın nüzulünden hemen sonra yazıldığını bize göstermektedir. Ayrıca Hz. Ömer’in kız kardeşinden isteyip aldığı nüzûl sırasına göre 45., ancak mevcut Mushaflarda 20. sırada yer alan Tâhâ Sûresi’nin yazılı olduğu Kur’ân metni de, Kur’ân’ın Mekke döneminin başlarında yazıya geçirildiğinin çok açık bir kanıtıdır. Bu sûrenin, Hz. Ömer’in (ra) Müslüman olmasından önce inmiş olduğu bilinmektedir. Hz. Ömer, Resûlullah’ın peygamberlik görevine başlamasının 5. yılında Müslüman olduğuna göre, bu olay Kur’ân’ın yazıyla tespitinin en azından söz konusu tarihten önce gerçekleştirildiğine dair bize bir fikir vermektedir.
C. Yazdırılan Metnin Korunması
Yazdırılan Kur’ân metinlerinin nerede ve nasıl muhafaza edildiği hususu da üzerinde durulması gereken önemli konulardan biridir. Bu hususta iki ayrı yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekir. Bunlardan birine göre vahiy kâtipleri tarafından yazılan her metin, tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Nitekim Hz. Ebû Bekir’in, Kur’ân’ın toplanması esnasında Resûlullah’ın evinde çok sayıda yazılı metin bulup bunları iplerle birbirine bağlatmak suretiyle toplattığını bildiren rivayet de bu hususu desteklemektedir. Mu-hammed Hamîdullah, söz konusu rivayeti şöyle değerlendirmektedir. Hz. Ebû Bekir’in bağlattığı bu sahifeler, tam bir Kur’ân nüshası değildi. Şayet öyle olsaydı, Hz. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in başında bulunduğu Kur’ân’ı Derleme Komisyonu’nu kurmazdı. Öyle anlaşılıyor ki bu sahifeler, Hz. Peygamber’e aitti. En çok itimat edilecek nüsha da bu olmalıydı. Belki de Hz. Peygamber kendisine ait bir Kur’ân nüshası oluşturmak istemiş, bu işi birisine havale etmiş, fakat yazım işi ta-mamlanmadan kendisi vefat etmişti.
Bu konuda ileri sürülen bir diğer yaklaşıma göre ise, vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip daha sonra istinsâh edilen âyet metinleri, bizzat onları yazan kâtipler tarafından koruma altına alınıyordu. Çünkü bu durum, vahiy kâtiplerinin yazdıkları asıl metinlerden kopyalama yoluyla nüsha oluşturmak isteyen sahâbîler için daha uygun bir yoldu.
Bizim kanaatimize göre de, Hz. Peygam-ber’in vahiy kâtiplerine yazdırmış olduğu Kur’ân nüshalarını, istinsâhtaki pratiklik açısından kâtiplerin muhafaza ettiğini düşünmek ve Allah Resûlü’nün evinde bulunan nüshayı, Muhammed Hamîdullah’ın dediği gibi, Hz. Peygamber’in kendi şahsî nüshası olarak değerlendirmek daha isabetli görünmektedir.
III. KUR’ÂN’IN METİNLEŞME SÜRECİ
Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Resûlullah kendisine indirilen her Kur’ân metnini öncelikle vahiy kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Onun Kur’ân’ın yazımı ve kırâatiyle ilgili bu faaliyeti Kur’ân vahyinin tamamını kapsamaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber zamanında bir Kur’ân nüshası oluşturulmamıştı. Çünkü “emînü’l-vahy” (vahyin güvencesi) olan Hz. Peygamber henüz hayattaydı, bu nedenle Kur’ân’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi ve kaybolma endişesi söz konusu değildi. Ayrıca son nâzil olan âyet ile Hz. Peygamber’in vefatı arasında geçen süre de buna imkân vermiyordu. Bütün bunların dışında Kur’ân çeşitli vesileler üzerine değişik zamanlarda nâzil olu-yordu. Hz. Peygamber de, Kur’ân vahyinin ne zaman kesileceğini bilmiyordu. Böyle olunca henüz vahiy devam ederken Kur’ân’ı iki kapak arasında toplamak elbette söz konusu olamazdı. Dolayısıyla bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Resûlullah’ın, henüz hayatta iken Kur’ân’ı Mushaf haline getirtmesi mümkün değildi. Böyle olduğu içindir ki, Kur’ân vahyinin iki kapak arasında toplanıp metinleşmesi, Allah Resûlü’nün âhirete göç etmesinin ardından gelen Hulefâ-i Râşidîn döneminde gerçekleşmiştir.
A. Kur’ân Metninin Toplanması (Cem)
Hz. Peygamber tarafından toplu bir metin haline getirilmeyen Kur’ân-ı Kerim’in metinleşme sürecinde ilk adım, onun vefatının ardından halife olan Hz. Ebû Bekir zamanında atılmıştı. Tabii ki Hz. Ebû Bekir’i böyle bir faaliyete sevkeden birtakım sebepler mevcuttu. Öncelikle peygamberimizin henüz hayatta olması, birçok hususta olduğu gibi, Kur’ân metnine kaynak olma konusunda da tek başına bir güvenceydi. Ancak Hz. Muhammed’den sonra gelen halifenin böyle bir özelliği olamayacağından, onun dağınık haldeki Kur’ân sahifelerini iki kapak arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü derlenecek bu Mus-haf’ın bundan sonra Müslümanlar arasında bir otorite ve teminat olması gerekiyordu.
Hz. Ebû Bekir esasen Mushaf’ı, Hz. Pey-gamber’in vahiy kâtiplerine bizzat yaz-dırmış olduğu mevcut sahifelerden mümkün olduğu kadar– derleyebilirdi. Ama bu şekilde hareket etmenin birtakım sakıncaları vardı. Yani Müslümanlar arasında daha sonra ortaya çıkması muhtemel olan birtakım ihtilafları hesaba katmak icap ediyordu. Çünkü tam veya kısmî olan hususî Kur’ân nüshalarında ufak tefek istinsah hatalarının bulunması mümkündü. Kur’ân’ın bazı parçaları muhtemelen az sayıda sahâbîde yazılı olarak bulunduğundan, bu metinler çok geçmeden tamamen ortadan kaybolabilirdi. Bundan dolayı elde mevcut olan metni bir yandan ashabın nüshaları ve hâfızaları ile teyit ederek, bir yandan da ferdî hataları düzelterek, sonuçta ümmetin ittifakına mazhar olabilecek bir Mushaf’a resmî bir hüviyet kazandırmak gerekiyordu.
Bütün bu görünmeyen sebepler yanında asıl bir sebep daha vardı ki, o da Hz. Ebû Bekir zamanında yapılan Yemâme Savaşı’nda birçok kurrâ sahâbinin şehid düşmesiydi. Çünkü bu, istikbalde Kur’ân’a yönelik en büyük tehlikenin sinyali demekti. İşte bu muhtemel tehlikeyi sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Ona göre Yemâme Savaşı’ndan sonra meydana gelebilecek bir başka savaşta da benzer bir kaybın yaşanması henüz bir araya toplanmamış olan Kur’ân metnine ciddi şekilde zarar verebilirdi. Bu yüzden Hz. Ömer hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’in yanına giderek konuyla ilgili endişesini dile getirdi ve ona Kur’ân’ı derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir böyle bir teklif karşısında ilk anda tereddüt geçirdi. Bunun sebebi, derlenecek olan tek nüshaya Müslümanların ulaşmalarındaki zorluktu. Kaldı ki o dönemde yazı bilenlerin oranı da yüksek değildi. Ayrıca Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı da vardı. Ancak bütün bunlara rağmen Hz. Ebû Bekir, çok geçmeden Hz. Ömer’in teklifini kabul etti ve Kur’ân’ı cem etme işi için seçilecek en uygun sahâbînin Zeyd b. Sâbit olacağı fikrini de benimsedi.
Kaynakların kaydettiğine göre Kur’ân’ı derleme işini üzerine alan Zeyd, bu hususta son derece sağlam bir yol izlemiştir. Çünkü o, sadece ezberlenenle ya da yazılanla yetinmeyerek, Kur’ân’ı derleme işinde hem Allah Resûlü’nün huzurunda yazılanlara hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar etmiştir. Yani kendisine getirilen her Kur’ân nüshasının, öncelikle Resûlullah’ın (sas) huzurunda yazılıp yazılmadığını tespit ettikten sonra bu yazılı nüshada bulunan Kur’ân metninin insanlar tarafından –herhangi bir fazlalık veya eksiklik olmadan- aynı lafızlarla ezberlenip ezberlenmediğini kontrol etmeyi de esas almıştı. Ayrıca sunulan herhangi bir metnin kabul edilmesi için o metnin, Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına tanıklık edecek iki şahit de istemişti. Çünkü Halife Ebû Bekir, Hz. Ömer ile Zeyd’e: “Mescidin kapısında oturun, size kim iki şahitle Allah’ın kitabından yazılı bir metin getirirse, onu alın” demişti. Neticede sahâbîlerin yanında dağınık halde bulunan Kur’ân metinleri, Zeyd b. Sâbit’in bu yoğun ve titiz çalışması sonucu bir sene içinde bir araya toplanmıştı.
Zeyd, Kur’ân’ı derleme işini tamamlayınca tashihe ihtiyaç olup olmadığını kontrol etmek için Kur’ân metnini başından sonuna kadar okumuş ve bu kontrol sırasında iki âyetin Mushaf’a yazılmadığını görmüştü. Buhârî’nin nakline göre bu âyetler, Tevbe Sûresi’nin son iki âyetiydi. Ancak Zeyd b. Sâbit onları da Huzeyme b. Sâbit’in tanıklığıyla tespit edip Kur’ân’a dahil etmişti. Bu konudaki haber şöyledir: “Abdullah b. ez-Zubeyr’den naklediliyor: Huzeyme b. Sâbit Tevbe Sûresi’nin son iki âyetinin yazılı olduğu bir metinle Hz. Ömer’in yanına geldi. Ömer ona: ‘Bunların Kur’ân’dan olduğuna dair şahidin var mı?’ dedi. Huzeyme de: ‘Hayır’ dedi, ‘benden başka bir şahit olup olmadığını bilmiyorum. Ancak vallahi ben bu âyeti Resûlullah’tan (sas) işittiğime ve onu ezberleyip kalbime yerleştirdiğime şehâdet ederim’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: ‘Şehâdet ederim ki bu âyeti Resûlullah’tan ben de duydum’ dedi. Böylece söz konusu iki âyet de Mushafa yazıldı.”
B. Kur’ân’ın Metninin Çoğaltılması (İstinsah)
Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Bu yüzdendir ki söz konusu faaliyet, Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğü olarak nitelendirilmiştir. Kur’ân’ın beşer tarihindeki seyriyle ilgili böyle bir meselenin gündeme getirilmesi, ümmetin fertleri arasında ortaya çıkan kırâat ihtilaflarına dayandırılmaktadır. Buna göre denilebilir ki, verilen ruhsatın bir sonucu olarak Hz. Peygamber’den farklı kıraatler öğrenip, özellikle Hz. Ömer dev-rinde İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi neticesinde Kur’ân öğretmenliği vazifesiyle çeşitli beldelere giden sahâbîler, gittikleri yerlerde Hz. Peygamber’den öğrendikleri kırâat tarzlarını okutmuşlardı. Tabiatıyla bu durumda da onlardan kırâat dersi alan insanlar arasında birtakım okuyuş farklılıkları ortaya çıkmıştı. Her ne kadar yeni Müslüman olan bu unsurlara, söz konusu ihtilafın mahiyetinden ve bunun bir ruhsatın neticesi olduğundan söz edilmişse de, onlar kalplerine birtakım şüphelerin gelmesine engel olamamışlar ve bunun sonucunda zaman zaman birbirlerini tekzibe (yalanlamaya), hatta tekfire (kâfir saymaya) bile gidebilmişlerdi. İşte bu tür ihtilafları gidermek amacıyla Hz. Osman devrinde Zeyd b. Sâbit başkanlığında oluşturulan bir heyet, beş sene kadar süren titiz bir çalışma yaparak bunun sonucunda birkaç Kur’ân nüshası oluşturdu ve bunlar çeşitli İslâm beldelerine gönderildi. Böylece söz konusu ihtilaflar bertaraf edilmiş oldu.
Kur’ân’ın çoğaltılıp belli başlı merkezlere gönderilmesine rağmen, Müslümanlar arasında kırâat bakımından birtakım sıkıntılar yani Kur’ân’ı okuma güçlükleri ve yanlışlıkları hâlâ devam ediyordu. Çünkü ne hareke, ne de şeklen birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak için bugün bilinen noktalar henüz Kur’ân’a konulmuş değildi. Gerçi o dönemde hareke ve noktadan mahrum olan bu yazıyı sahâbîlerin hatasız bir şekilde okumaları mümkündü. Çünkü ana dilleri Arapça idi. Ancak hicrî birinci asrın ikinci yarısından itibaren Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu. Denildiğine göre Basra valisi Ziyâd b. Sümeyye bu meseleyi çözüme kavuşturmak amacıyla ilk olarak devrin büyük filoloğu Ebü’l-Esved ed-Düelî’yi (ö. 69/688) çağırıp, ondan bir sistem geliştirmesini istedi. Bunun üzerine de Ebü’l-Esved ed-Düelî Kur’ân’ın doğru okunmasını sağlamak amacıyla Mushaf’a hareke koydu. Böylece Kur’ân okuma esnasında ortaya çıkabilecek muhtemel hatalar büyük ölçüde önlenmiş oldu.
Harekeleme işi, söz konusu meseleyi bir ölçüde çözmüştü; ancak Arap olmayan unsurlar için “be”, “te”, “se”, “cim”, “ha”, “fe” ve “kaf” gibi şekil itibariyle birbirine benzeyen harfleri ayırt ederek sağlıklı bir şekilde okuma konusunda yine de zorluklar vardı. Sözü edilen harfler, eğer birtakım alâmetlerle birbirinden ayırt edilmezse, hatalı okumaların devam edeceği muhakkaktı. İşte bu konudaki eksikliği ilk sezen Irak valisi Haccâc b. Yûsuf (ö. 95/713) olmuştur. Kaynakların verdiği bilgiye göre Haccâc, devrin büyük âlimi Nasr b. Âsım’dan (ö. 89/708) veya -bazı rivayetlere bakılırsa- Yahya b. Ya’mer’den (ö. 129/746) bu iş için önlem almasını istemişti. Bunun üzerine söz konusu âlimlerden biri, Kur’ân’ın kırâatine yönelik ikinci önemli işi gerçekleştirerek, biraz önce belirtmiş olduğumuz harfleri birbirinden ayırt etmeye yarayan noktaları koydu.
Hareke ve noktalamadan sonra da Kur’ân’ın daha kolay okunmasına yönelik birtakım faaliyetlerin devam ettiği gözlenmektedir. Bu çerçevede, âyetlerin sonlarına duraklar konulmuştur. Bu duraklar, ilk önce daireye benzer çizgilerden oluşurken, daha sonraları tam daire şeklinde gösterilmiş ve zamanla gül şeklini almıştır. Bilindiği gibi bugün basılan Mushaflarda sözü edilen bu durakların içinde âyet numaraları yer almaktadır.
Hicrî altıncı asra gelindiğinde ise Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî (ö. 560/1165) tarafından Kur’ân’a, âyetlerin manası göz önünde bulundurularak geliştirilen ve “secâvend” adı verilen birtakım işaretler konulmuştur. Bunlardan başka sûre ve cüz başlıkları, hizib ve secde işaretleri ihtiyaca binaen Kur’ân’a daha sonra resmedilmiştir.
IV. TERTİBİ
Şurası muhakkak ki Kur’ân, vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu. Çünkü Allah Resûlü kâtiplerine, yazdıkları vahiy metinlerini hangi sûreye koyacaklarını da söylüyordu. Ayrıca Hz. Peygamber’in bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında, daha önce gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu. Hatta son senede bu arz işi iki defa vuku bulmuştu. Yapılan bu yıllık karşılaştırmaya “arza”; vahyin bitimindeki son iki karşılaştırmaya da “arza-i âhire” denilmektedir. İşte bütün bunlar, Kur’ân metninin Resûlullah zamanında belli bir tertibe göre sıralandığını bize göstermektedir. Ancak İslâm âlimleri arasında -âyet tertibi ile ilgili olmasa da- sûrelerin tertibi konusunda bazı farklı görüşler ortaya atılmıştır.
A. Âyetlerin Tertibi
Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin “tevkîfî” yani bizzat Yüce Allah tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürmektedirler. Gerek Resûlullah (sas) zamanındaki mevcut tertipte, gerek ondan sonra cem ve istinsah edilen Mushaf’ların tertibinde herhangi bir farklılık söz konusu değildir. Çünkü Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah efendimize bildirmiştir. Allah Resûlü (sas) de bunları Cebrâil’in kendisine öğrettiği şekilde vahiy kâtiplerine yazdırmış; böylece âyetlerin tertibi bu ilâhî düzene göre gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber, Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir. Sahâbîler de Kur’ân’ı Resûlullah (sas)’dan işittikleri ve öğrendikleri tarzda ezberlemişler, yazmışlar ne takdim ve tehire, ne de fazlalık ve noksanlığa yol açmaksızın ilâhî tertibi korumuşlardır. Hz. Ebû Bekir zamanında derlenen Kur’ân’da da aynı tertip muhafaza edilmiş, daha sonra Hz. Osman’ın talimatıyla çoğaltılan Mushaflar da bu sıralama esas alınarak yazılmıştır. Böylece söz konusu tertip herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.
B. Sûrelerin Tertibi
İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki tertibi konusunda farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşleri üç grupta toplamak mümkündür:
(1) Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik (ö.179/795) gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir.
(2) Sûrelerin tertibi tevkifîdir. Bu yaklaşımı benimseyenlere göre Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildiriyordu. Hz. Peygamber de bu bildirime göre hareket ederek sûreleri belli bir tertibe de koyuyordu.
(3) Kısmen tevkifî kısmen de içtihâdîdir. Bir kısım İslâm bilgini de, Kur’ân sûrelerinin bir kısmının tevkifî bir kısmının da içtihâdî olduğunu iddia etmek suretiyle her iki görüşü uzlaştıran bir yaklaşım içerisine girmişlerdir. Bu görüş sahiplerine göre Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.
Görüldüğü gibi Kur’ân âyetlerindeki tertibin tevkîfî olduğu konusunda İslâm bilginleri ittifak sağlamıştır. Zira Kur’ân âyetleri, Hz. Peygamber’in şahsî tasarrufundan tamamen uzak olarak ilâhî vahyin gözetiminde yazılmış ve tertip edilmişti. Ancak sûrelerin tertibi konusunda ileri sürülen farklı görüşlere bakılırsa, bu konuda herhangi bir ittifaktan söz etmek mümkün olmadığı görülür. Her ne kadar ittifak yoksa da, çoğunluk sûre tertibinin tevkîfî yani Rabbânî olduğunu kabul etmektedir. Böyle olduğu içindir ki, Hz. Osman’dan sonra yazılan ve matbaanın icadıyla basılmaya başlanan Mushafların istisnasız hepsinde aynı tertip kullanılmıştır. Kısacası, Müslüman âlimler sûrelerin şu andaki tertibinin Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği Mushafların tertibiyle aynı olduğu konusunda görüş birliği içerisindedir. Bu yüzden Kur’ân’ın tamamını çoğaltmak isteyen herkes bu tertibe uymak zorundadır. Ancak sadece belli sûrelerin çoğaltılması söz konusu ise, bu durumda tertibe uyma zorunluluğu yoktur.
* M.Ü.İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Başkanı