
Hadisler, başta ibadetler olmak üzere, devlet yönetimi, aile düzeni, temizlik, alışveriş, eğitim, sağlık, hukuk, ekonomi, mimârî, estetik, sanat ve edebiyat, hâsılı hayatın her alanını kuşatan nebevî öğretiler ve yönlendirmeler manzumesi barındırmaktadır. Hz. Peygamber döneminden itibaren müslümanların değişmeyen başvuru kaynaklarından birisi olan hadis, onların ibadet hayatlarını şekillendirmesinin yanı sıra sosyal ve kültürel telakkilerinin biçimlenmesinde de temel dayanaklardan birisi olmuştur. İnanan bireyin, insan, tarih ve tabiat tasavvurunda hadisin oluşturduğu zihniyet ve davranış, günlük hayatın sıradan yönünde de kendisini hissettirir. Günlük yaşantımızı şekillendiren birçok davranışın arka planında Hz. Peygamber’in hadisleri olduğu muhakkaktır. Zira hadisler, müslüman kültürünün her bir parçasını, toplumsal hayatın her bir karesini etkileme gücüne sahiptirler.
Yemeğe besmele ile başlamak, sağ elle yemek, ekmek kırıntılarını toplamak, dua/hamd etmeden sofradan kalkmamak, kalkınca elleri yıkamak, tuvalete sol ayakla girmek, temizlikte sol eli kullanmak, pantolon, gömlek, ceket, çorap, ayakkabı giyerken sağdan başlamak, karşılaştığımız insanlara selâm vermek, cenaze geçerken ayağa kalkmak, cenaze evine taziyeye gitmek ve yemek götürmek, hasta ziyaretine gitmek, yeni doğan çocuğun kulağına ezan okumak, erkek çocuğunu sünnet ettirmek, ezan okunurken sükûnetle dinlemek, Peygamber’in adı anıldığında salâvat getirmek gibi farkında olarak ya da olmayarak
yaptığımız daha nice hareket, varlığını hadislerden alan günlük davranışlardır.I
Dolayısıyla müslümanların yapıp ettiklerinin köklerinde pek çok hadisin izini bulmak mümkündür. “Tarihte müslüman kişiliği, siyasası, ahlakı ve değerleri neredeyse bütünüyle hadis mirasıyla şekillenmiştir. Müslümanların bireysel ve toplumsal refleksleri, örf ve âdetleri hadisin etkisinden bağımsız kalmamıştır.”II
Bu çalışmada, planında da görüldüğü şekliyle, genellikle ibadetle ilintili olarak müslümanın hayatını tanzim eden ezan, selam ve vakıf uygulamaları gibi kaynağı hadis ve sünnet olan bildik örneklerin dışında, müslüman Anadolu ve Rumeli kültüründe, örf ve adetlerinde yer alan söz ve davranışların bir kısmının hadislerdeki temelleri ortaya konulmaya çalışılacaktır. Hadis musannefâtının özellikle “Edeb”, “Birr ve sıla”, “İsti’zân”, “Eşribe”, “Et’ime”, “Libâs”, “Nikâh” gibi beşeri ilişkilerde dikkat edilecek davranışlara, görgü kurallarına ve günlük hayatın değişik kesitlerine temas eden rivâyetleri içeren “ana bölümleri” konumuza dair en fazla misal barındıran yerlerdir. III
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
I - Palabıyık, Türk Kültüründe Peygamber Sevgisi, s. 15-44;
krş. Dayhan, “Sosyal ve Kültürel Hayatta Hadis”, s. 140.
II - Özafşar, “Hadis”, İslâm’a Giriş –Everensel Mesajlar-, s. 193.
III - Yukarıda zikredilen ve konulu hadis kitaplarında yer alan
“Edeb”, “Birr ve Sıla”, “İsti’zân”, “Eşribe”, “Et‘ıme” ve “Libâs” ana
bölümleri hakkında bilgi için bk. Kavaklıoğlu, “Hadis Edebi
yatında Kitâbü’l-Edeb’lerle İlgili Bir Değerlendirme” s. 149-
174; Ürkmez, Ahlâk Ekseninde Hadis, s. 31-48.
İNSANA ÖNEM VERMEK
Yaşlılara saygı göstermek
Hayatın değişmeyen kanunlarından birisi de yaşlanmaktır. Yüce Yaratıcı yeryüzündeki her şeyi belli bir süreyle sınırlı yaratmıştır. Her canlı gibi insanın da vadesi dolup ihtiyarladığında bedeni fonksiyonları yavaşlamaya, hareket kabiliyeti azalmaya ve konuları anlama ve intikal hızı gerilemeye başlar. İhtiyarlık, insanın zorunlu olarak geçirmek durumunda kaldığı ve önlenmesi, geri gelmesi mümkün olmayan biyolojik bir süreçtir. Meydana gelen bu biyolojik çöküntünün tabiatıyla psikolojik ve sosyolojik etkileri de olmaktadır. Öyle bir zaman gelir ki, bazen bakım ve ilgi açısından bir yaşlının neredeyse bir bebekten farkı kalmaz. Bu nedenle insanın doğum ve ölüm serüveni Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde bir ibret vesikası olarak beşeriyetin ilgisine sunulur. “O (Allah) sizi (önce) topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra alaka’dan (aşılanmış yumurtadan) yaratan, sonra da sizi ana rahminden bebek olarak çıkaran, sonra olgunluk çağına ulaşmanız, sonra da ihtiyarlamanız için sizi yaşatandır. İçinizden önceden ölenler de vardır. Allah bunları, belli bir zamana erişmeniz ve düşünüp akıl erdirmeniz için yapar.”1
Hz. Peygamber bir hadislerinde ihtiyarlığı tedavisi mümkün olmayan bir hastalık şeklinde nitelendirmiştir. Üsâme b. Şerîk’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadise göre bedevîler Hz. Peygamber’e gelip “Tedavi olalım mı?” diye sorunca Rasûlullah (s.a.s.) “Tedavi olunuz. Zira Allah (c.c.) biri hariç tedavisi olmayan hiçbir hastalık yaratmamıştır. Tedavisi olmayan hastalık, ihtiyarlıktır” buyurmuşlardır.2 Nitekim yaşlılarda, gençlere oranla bedenî rahatsızlıklar daha fazla ortaya çıktığı gibi, sağlam bir irade ve inanç yapısı olmayanlarda ihtiyarlığın müsebbibi ruhî sıkıntılar da azımsanmayacak kadar görülebilmektedir. Zira yaşlılar genelde saygınlıklarını kaybettiklerini ve bir işe yaramadıklarını düşünerek kendilerini değersiz addederler. Çevresindeki insanların kendilerine karşı gösterdikleri jest-mimiklerinde bile bu duyguyu arayabilirler. Umutsuzluk, bıkkınlık, çaresizlik, ilgisizlik gibi pek çok olumsuzluğu kendilerinde hissedebilirler. Yaşlı insan, bütün organlarında belirgin olarak olumsuz yönde değişiklikler hissetmekte ve geçmişiyle sık sık kıyaslamalar yapmaktadır. Belirgin olarak, dokunma, işitme, görme, hafıza, koku ve tat alma gibi duyulardaki zayıflamalar kendini göstermektedir.3
Yaşlılığın asıl büyük derdi, bedenin kuvvetten düşmesinden daha çok, ruhun kayıtsızlığa (ümitsizliğe) kapılmasıdır. Bazı insanların gönlü de yaşlanır. Maddî istekler azaldığından, belki de ömrün sonlarına gelindiği düşüncesi arzu ve eğilimleri öldürdüğünden dolayı, insan gönlü âdeta çoraklaşır. Kişiyi yavaş yavaş pek çok hazdan, serüven ve dostluklardan uzaklaştıran yaşlılık, onu ölüm düşüncesine yaklaştırır. İhtiyarlığı bütünüyle benimsemiş bazı kimseler, hayata karşı ilgisiz, etrafında olup bitenlere karşı duyarsız bir tutum sergilerler.4 Akranlarının birer birer ölüp gitmesi, emekliliğin getirdiği topluma katkıda bulunamadığı hissi, bazı konularda çocuklarının yardımına muhtaç olması, yaşlılarda belli sıkıntıların yol açmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle toplumda yaşlılar hususi olarak özen gösterilmesi gereken kesimi oluştururlar.
İhtiyarlığın neden olduğu bedenen elden ve ayaktan düşme, zihnen de unutma ve aklî melekelerin bozulması durumunu ifade eden “bunaklık5 (الهَرَمُ), düşkünlük ve erzel-i ömür ( (أرذل العمرhali” Hz. Peygamber’in dualarında Rabbine sığındığı belli başlı hususlardandır.6 Bir Kur’ân terimi olan “erzel-i ömür”, ömrün en kötü, en zor, en düşkün ve en verimsiz dönemini ifade etmek üzere iki ayette geçmektedir.7 İnsanın iyice ihtiyarladığı, düşkün hale geldiği, başkalarının eline avucuna bakıp onların yardımına muhtaç olduğu, bildiklerini unutup tekrar çocukluk günlerine döndüğü ve böylece acizliğinin, güçsüzlüğünün, bunaklığının ve anlayışsızlığının belirgin biçimde ortaya çıktığı bu dönem “erzel-i ömür” denen perişanlık günleridir.8 İslâm dini bu duruma düşen yaşlılara yardım etmeyi hem dinî hem de insanî bir görev saymıştır. İslâm terbiyesi ve edebiyle yetişen nesiller, Hz. Peygamber’in sözlü ve fiilî rehberliğinde örnek olduğu, ihtiyarlara gereken hürmetin gösterilmesi ve yardımın yapılması uygulamasını günümüze kadar sürdüre gelmişlerdir ve nispeten bazı yerlerde bozulmalar görülse de sürdürmeye devam etmektedirler.9
Batı toplumlarıyla bizim toplumumuz arasındaki temel farklardan birisinin, yaşlılara karşı muamele olduğu rahatlıkla söylenebilir. Batı toplumu, ailenin ve çevrenin ihtiyarlara olan ilgisizliği sebebiyle, devlet destekli teşvikler ve yaşlıların bakımını sağlayacak kurumlar oluşturarak problemi çözmeye çalışmaktadır. Gerçekten batı toplumlarında kültürel olarak yaşlılara saygı neredeyse kalmamıştır. 2004-2007 yılları arasında Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki Yüksek İslâm Enstitüsü’nde görev yaptığım zaman bir durum çok dikkatimi çekmişti. Kaldığım evden Enstitü’ye gidip gelirken kullandığım otobüs ve tramvaylarda, ayakta ancak titreyerek durabilen ve her an düşebilecek kadar güçsüz yaşlılara bile, bir kez olsun yer verildiğine tanık olmadım. Bir defasında kalkıp kendisine yerimi verdiğim bir ihtiyar adam, böyle bir muameleye muhtemelen alışık olmaması nedeniyle, bana bir şeyler anlatmaya başladı. Tabi kendisine, meramımı ifade edecek kadar öğrendiğim cümlelerle Bulgarca bilmediğimi söyleyince sustu. Ülkemize gelince, küçük yerleşim birimlerinde, toplu taşıma araçlarında yaşlılara yer verilmemesi nadir vakalardandır. Metropol kentlerde ise, yerinden kalkmak istemeyen gençler, kafasını aracın camına çevirerek çevresindeki yaşlıyı görmüyormuş izlenimi vermeye çalışırlar. Aslında bu tutum bile, gencin yerinden kalkmamakla birlikte, yaptığından çok da rahat olmadığını göstermektedir.
Rasûlullah (s.a.s.), yaşlılara her türlü saygının gösterilmesi gerektiğini hadislerinde ifade etmiştir. Enes b. Mâlik’in (r.a.) konuyla ilgili rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber, “Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lütfeder” buyurmuşlardır.10 Konuyla ilgili zayıf bir hadiste, yaşlıya ikram eden kimsenin, çok uzun bir ömür sürmesi nedeniyle, Nuh Peygamber’e (a.s.) hizmet etmiş gibi muamele göreceği ifade edilmiştir. Enes b. Mâlik’ten nakledilen hadis şöyledir: “Müslüman olarak ihtiyarlayana ikram eden kimse, sanki Nuh’a (a.s.) ikram etmiş gibidir. Kavmi içinde Nuh’a (a.s.) ikram eden de Allah’a ikram etmiş (Allah’a karşı vazifesini yerine getirmiş) olur.11 Nesiller arası münâsebetlerin önemli bir yönü, bu hadîs-i şerîfte dile getirilmiştir. Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Bugün genç olan da yarın yaşlanacaktır. Toplumda nesiller boyu bir saygı geleneğinin yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır. Saygı beklenmez, kazanılır. Başkalarına hürmette kusur etmeyen, hürmet görür. Zira “hizmet eden, hizmet görür” denilmiştir.12 Geniş aile ilişkileri, fonksiyonelliğine tersten devam eder, yani büyüklerinden yardım gören gençler bu kez büyüklerine yardım ederler.13
Yukarıdaki hadisten anlaşıldığı gibi, yaşlı kullarına hürmet edenlere, yaşlılıklarında kendilerine hizmet edecek kimseler lütfetmek suretiyle Allah Teâlâ’nın ikramda bulunacağı bildirilmektedir. Bunun anlamı, yaşlılara saygı gösteren gençlerin bu hareketinin karşılıksız kalmayacağıdır. Ayrıca hadisi yorumlayan bazı âlimler, yaşlı kişilere saygı gösterenlerin uzun ömürlü olacaklarına da hadiste işaret edildiğini söylemişlerdir.14 Keza ihtiyarlara gösterilen hürmet ve saygı, yüce Yaratıcı’ya duyulan tazimden, O’nun (c.c.) emirlerine ve yasaklarına karşı titiz davranmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.s.), “Saçı-sakalı ağarmış müslümana, aşırı gitmeyip ahkâmıyla amel etmekten kaçınmayan Kur’ân hafızına ve adil hükümdara saygı göstermek, Allah’a duyulan saygı ve tazimden ileri gelir” buyurmuşlardır.15 Mekke fethedildiğinde Ebû Bekr (r.a.), saçı sakalı bembeyaz olmuş yaşlı ve âmâ babası Ebû Kuhâfe’yi, sırtında taşıyarak bağlılık yemini (biat) vermesi için Hz. Peygamber’in huzuruna getirince, onun (s.a.s.) gönlü bundan mütehassis olmuş ve “Bu ihtiyarı evde oturtsaydın da biz onun yanına gelseydik” buyurmuştur.16 Allah Rasûlü (s.a.s.), bu ifadesiyle aynı zamanda en yakın dostu, hicret yoldaşı ve muhterem eşleri Hz. Âişe’nin babası olan Ebû Bekr’i (r.a.) onurlandırmak istemiştir.17
Başka hadislerinde Hz. Peygamber, mümin olmanın gereği, erdemli bir müslüman tavrı ve müslümanlığın kemâlinin alametleri arasında büyüklerin şerefinin tanınmasını saymıştır. Konuyla uyumlu bir rivâyet zinciriyle Amr b. Şu‘ayb’ın, babası Şu‘ayb b. Abdullah’dan, onun da babası Abdullah b. Amr b. el-Âs’dan aile isnadı olarak18 naklettikleri bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.), “Küçüklerimize acımayan, büyüklerimizin (büyüklük) şerefini tanımayan bizden değildir” buyurmuşlardır.19 Aynı anlamı ifade eden benzer rivâyetlerde “Büyüklerimizin hakkını tanımayan”,20 “Büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir”21 şeklinde geçmektedir.22 Anılan hadislerde “yaşlı” ifadesi kullanılmaksızın genel olarak büyüklere saygıdan bahsedilmekle birlikte, geçirilen ömür açısından yaşlıların büyükler arasında ilk sırayı aldığı bir gerçektir. Öte yandan hadislerde büyüklük sadece yaşı ileri olmakla sınırlı tutulmamış; ilim, takva, liyakat gibi çeşitli özellikler de büyük kavramı içinde mütalaa edilmiştir. Bu çalışmada bahsi geçen yönlerden “büyüklere saygıyı” ele alan hadislere konunun kapsamına girmediği için temas edilmemiştir.23
Büyüklerine ve yaşlılarına kötü muamele eden kimsenin ileride aynı durumla karşı karşıya kalacağı hususu sohbet ortamlarında en çok dillendirilen uyarılardandır. “Etme bulma dünyası”, “Edene ederler”, “Herkes ettiğini bulur” gibi atasözlerimiz24 genel anlamları yanında yaşlılara ilgisiz davrananların benzer akıbetle karşılaşacaklarını vurgulamak üzere kullanılan ifadelerdir. Pek çok hadisin bir bölümü veya müstakil olarak rivâyet edilen “Ne edersen onu bulursun (كما تدين تدان)”25 hadisi gerek Arapçada26 gerekse Türkçede aynı zamanda bir vecize olmuştur.27 Söz konusu gerçeğin, ehl-i kitabın kaynaklarında da yer aldığını Fudâle b. Ubeyd şöyle haber vermektedir: “İncil’de ‘ne edersen onu bulursun, tarttığın teraziyle tartılır, kullandığın ölçekle ölçülürsün’ yazılıdır.”28 Başka bazı kayıtlara göre mezkûr ifade Tevrat’ta da geçmektedir.29 Ebû Nu‘aym’ın zikrettiği bir haber şöyledir: “Tevrat’ta ‘ne edersen onu bulursun, hangi bardakla su verirsen onunla içirilirsin/içersin’ yazılıdır”.30 Ölümü yaklaştığında Kays b. Âsım’ın, çocuklarına yaptığı tavsiyeler de benzer içerikli ikazlar barındırmaktadır. Kays, oğullarına; büyüklerine kara çalmamalarını, onların saygınlığını lekelememelerini tembihler ve büyüklerinin saygınlığına gölge düşüren bir topluluğun aynı akıbete kendilerinin maruz kalacağını hatırlatır.31
Hz. Peygamber’in cemaatle namazda imamlık yapanlara, namazı uzun tutmamalarını tavsiye ederken gösterdiği gerekçeler arasında ayakta durmakta zorlanan yaşlılar da sayılmıştır. Bir adamın kendisine gelip “Falanca bize namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki, bu yüzden bazen sabah namazına gelemiyorum” şikâyeti üzerine oldukça kızmış ve şöyle buyurmuştur. “Ey İnsanlar! İçinizde nefret ettiren (ibadetten soğutan) kimseler var. Kim imamlık yaparsa namazı kısa kıldırsın. Zira arkasındaki cemaatin içinde yaşlısı var, çocuğu var, iş güç sahibi olanı var.”32
O halde her müslümanın yaşlıları dikkate alması, onlara gerekli saygıyı göstermesi ve yapabileceği hizmeti sunması gerekmektedir.33 Böyle yapılırsa toplum kesimleri arasındaki sevgi-saygı bağları pekiştirilmiş olur. Nesiller mutlu ve sıcak bir ilgi ortamında hayatlarını sürdürürler.
Baba dostunun hatırını saymak, ona vefa
göstermek ve onunla alakayı koparmamak
Akrabalık ve dostluk bağlarının kesintisiz devam etmesi, yeni nesillerin babalarında ve dedelerinde gördükleri; onların yakınlarına, arkadaşlarına ve çevresindekilere gösterdikleri ilgi ve alakayı vefatlarından sonra kendilerinin sürdürmesine bağlıdır. Baba dostlarına karşı vefalı davranmak kadim kültürümüzün süregelen uygulamalarından birisidir. Bu inceliği ve nezaketi koruyanlar, babaları vefat ettikten sonra da onların yakın dostlarıyla irtibatı koparmazlar, belli aralıklarda ve özellikle bayram günlerinde aldıkları hediyelerle birlikte baba dostlarının ziyaretine gider, hal-hatırlarını sorar, maddi ve manevi görülecek işleri varsa yardımcı olmaya çalışırlar. Gazeteci yazar Orhan Çınar’ın İstanbul-Adana uçak yolculuğunda karşılaştığı bir olay “baba dostu” kavramına sadakatin somut bir göstergesi olarak kayıtlara geçmiştir.34
Konuyla ilgili Abdullah b. Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği en veciz hadislerden birisinde Rasûlullah (s.a.s.), “İyiliklerin en değerlisi, kişinin baba dostuyla alakasını devam ettirmesidir” buyurmuşlardır.35 Hadis kaynaklarında yukarıdakinden daha çok zikredilen, anılan rivâyete bir kelime ilavesiyle “baba dostunun ailesinin” de gözetilip kollanması gerekenler kapsamına alındığını bildiren hadistir: “İyiliklerin en değerlisi, kişinin baba dostunun ailesiyle ilgisini devam ettirmesidir”.36 Yine başka benzer rivâyetlerden, bu ilginin, kişinin babası hayattayken sınırlı kalmaması, belki de esas alakanın babasının vefatından sonra gösterilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Zira Hz. Peygamber, “İyiliklerin en kıymetlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir” buyurmuşlardır.37
Baba dostuna sahip çıkmayı ifade eden mezkûr hadislerin râvîsi Abdullah b. Ömer’in, kaynaklarımızda nakledilen uygulamaları da bu sünnete olan bağlılığının somut misallerini oluşturmaktadır. Abdullah b. Dînâr’ın rivâyet ettiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle anlatmıştır: Bedevîlerden biri Abdullah b. Ömer’le Mekke yolunda karşılaştı. İbn Ömer, ona selam verdi, kendi bindiği eşeğe onu bindirdi ve başındaki sarığı da ona verdi. Abdullah b. Dînâr sözüne devamla dedi ki: Biz İbn Ömer’e “Allah iyiliğini versin! Bunlar bedevîlerdir, aza kanaat ederler” deyince, bize şunları söyledi: Bu zatın babası, (babam) Ömer b. el-Hattab’ın dostuydu. Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.), “En makbul iyilik, baba dostunun ailesini koruyup gözetmektir” buyurduğunu işittim.38
Muhtemelen aynı rivâyetin farklı bir anlatımı olan Abdullah b. Dînâr’ın diğer bir nakli de şöyledir: Bir defasında İbn Ömer, Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Bir gün yola devam ederken İbn Ömer, eşeğin üzerinde dinlendiği sırada bir bedevîye rastladı. Ona, “Sen falan oğlu falan değil misin?” diye sordu. Adam, “evet” deyince, merkebi ona verdi ve “Buna bin” dedi. Sarığı da uzatarak “Bunu da başına sar”, dedi. Arkadaşlarından biri İbn Ömer’e, “Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı, şu bedevîye ne diye verdin sanki!” deyince İbn Ömer şunları söyledi: Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) “En değerli iyilik, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir” buyururken işittim. Bu adamın babası, (babam) Ömer’in dostuydu.39
Bu hadîs-i şerîfin metninde geçen “sıla (صلة)” kelimesinden maksat; baba dostlarının ziyaretine gitmek, kendilerine ikram ve ihsanda bulunmak, gerekirse yardımlarına koşmaktır. Bunlara sebep baba olduğu için, dostuna yapılan her tür ihsan ve ikram da babaya yapılmış gibi olur. Buna kıyas edilerek; annelerin, dedelerin, hocaların ve karı-kocaların dostlarına yapılan ikram da aynı hükümden sayılmıştır.40 Nitekim Hz. Peygamber, yaklaşık yirmi beş yıl aynı yastığa baş koyduğu,41 peygamberlikle görevlendirildiğinde kendisine ilk önce inanan, müşriklerin baskı ve zulümleriyle geçen zorlu Mekke yıllarında en büyük destekçisi olan vefakâr eşi Hz. Hatîce vefat ettikten sonra, onun dostlarını hiçbir zaman unutmamış ve koyun kestiği zaman onlara birer parça göndermişti.42
Ana baba dostları, onlardan geriye kalan en değerli birer hâtıradır. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerden birisi, vefa duygusudur. Bu duygu, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir ölçüsüdür. Vefa duygusuna sahip olmayanlar sadece kendini, zevkini ve çıkarını düşünen bencil kimselerdir. Böyle şahıslardan, hâtıralara hürmet ve fedakârlık gibi asil davranışlar beklemek boşunadır. Hayatı güzelliklerle, örnek davranışlarla dolu olan güzide sahâbî Abdullah b. Ömer’in (r.a), bir baba dostunun oğluna gösterdiği bu sıcak davranış çok ibretliktir! Uzun ve sıkıntılı yolculuk esnasında kendisine gerekli olan binitini ve başını güneşten koruyacağı sarığını, yani en lüzumlu iki mâmelekini, gözünü kırpmadan hediye etmesi, babasına verdiği değeri ve onun hâtırasına olan bağlılığını göstermektedir. Ayrıca baba dostuna, yol arkadaşlarının tavsiye ettiği gibi basit hediyeler değil de o sıra kendisi için en gerekli olan şeyleri ikram etmesi, aynı zamanda onun cömertliğini ortaya koymaktadır.
Abdullah b. Ömer’in, babasının ve onun dostlarının hâtıralarına gösterdiği saygının yanında, diğer hâtıralara bağlılığı ve vefakârlığı da pek meşhurdur. Rasûlü Ekrem’in vefatından sonra, bir zamanlar geçtiği yollarda onu düşünerek yürümesi, altında dinlendiği ağaçların dibine oturup onu anması, bu ağaçlar kurumasın diye, onların dağda bayırda bulunmasına bakmadan sulaması, İbn Ömer’in ne büyük bir gönle sahip olduğunu göstermektedir. Hâtıralara bağlanmayı nostalji diyerek küçümseyenler, modası geçmiş davranışlar sayarak burun bükenler, sevgi ve dostluğun engin dünyasını fark edemeyen duygu fakiri, günlük yaşayan, dar ve küçük dünyalara hapis olup kalan kimselerdir. Buna karşılık, ana baba dostlarına ve onların yakınlarına değer verenler, insanî meziyetleri gelişmiş faziletli kimselerdir.43
Yine İbn Ömer’in (r.a.) örnek davranışını yansıtan başka bir rivâyette şu hadise anlatılmaktadır: Ebû Bürde’den nakledildiğine göre o şöyle demiştir: Medîne’ye gelmiştim. Abdullah b. Ömer yanıma geldi ve “Biliyor musun, niçin sana geldim?” diye sordu. Ben “hayır” dedim. Bunun üzerine İbn Ömer, ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) “Kim kabrindeki babasıyla sıla-ı rahmini devam ettirmek (veya babasını kabrinde ziyaret etmek isterse), onun ölümünden sonra babasının dostlarını ziyaret etsin (onlarla irtibatı sürdürsün)”44 buyururken işittim dedi. İbn Ömer, sonra sözüne şöyle devam etti: Babam Ömer ile senin baban arasında kardeşlik, dostluk ve sevgi vardı. İşte ben, (seni ziyaret etmekle) bu kardeşlik ve dostluğu sürdürmek istedim.45
Medîne’de yaşayan yahudilerin saygın ve âlim din adamlarından birisi iken müslüman olan Abdullah b. Selâm’ın bir ifadesinden, baba dostunun hatırını gözetmenin ehl-i kitap kaynaklarında da dikkat çekilen bir konu olduğu anlaşılmaktadır. Sa‘d b. Ubâde ez-Zürakî’nin, babası Ubâde el-Ensârî’den haber verdiğine göre, Ubâde şöyle demiştir: Ben Medîne Mescidi’nde Amr b. Osman (ve daha başka bazı kimselerle) birlikte oturuyordum. Abdullah b. Selâm, yeğenine dayanarak meclisimizin yanından biraz ileri geçti. Sonra (hoşnut olmayan bir tavırla) Amr’ı kastedip oradakilere döndü ve şöyle dedi: “Ey Amr b. Osman, Nasıl istersen öyle davranmaya devam et bakalım! (Bu sözünü iki veya üç kere tekrarladı). Muhammed (s.a.s.)’i hak olarak gönderen yüce Yaratıcıya yemin ederim ki, Aziz ve Celil olan Allah’ın kitabı (Tevrat)’ta (bu sözünü de iki defa tekrarladı), ‘Babanla dostluk yapmış olandan ilgini kesme ki, böyle davranmakla (iman) nurun sönmesin’ (uyarısı) kayıtlıdır.46
Üçüncü halife Hz. Osman’la aralarında dostluk ve muhabbet bulunan Abdullah b. Selâm (r.a.), onun oğlu Amr’dan bir ilgi ve iltifat görmeyince, bundan etkilenmiş ve Amr’a, dolayısıyla da orada bulunanlara hitaben, baba dostuna ilgi göstermenin, en azından onun hatırını sormanın önemini Tevrat’taki bilgiye atıf yaparak tariz yollu hatırlatmıştır. Rivâyete konu olan Hz. Osman’ın oğlu Amr, sahâbi olmayıp büyük tâbiîlerdendir.47
Tâbiîn’in büyük âlimleri arasında sayılan Ebû Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm’ın ismini zikretmediği ashâbdan birisinden naklettiği bir habere göre Rasûlullah (s.a.s.), “Sevgi (ve dostluk) babadan oğla intikal eder (veraset yoluyla kazanılır)” buyurmuşlardır.48 Râfi‘ b. Hadîc’in rivâyetinde Allah Rasûlü (s.a.s.), genel bir ifadeyle “Sevgi (ve dostluk) Müslümanların birbirlerine miras kalır” buyurmuşlardır.49 Hz. Ebû Bekr, Ufeyr b. Ebû Ufeyr denilen bir Araba, “Rasûlullah (s.a.s.)’i sevgi konusunda ne söylerken işittin?” diye sorunca Ufeyr, bu konuda Allah Rasûlü (s.a.s.)’in şöyle buyururken işittim dedi: “Hem sevgi ve dostluk hem de buğz ve öfke nesilden nesile geçer”.50 Başka bazı rivâyetlerde “buğz” kelimesi yerine “düşmanlık (adâvet)” geçmektedir.51 Bu hadislerden, malın babadan oğula, kuşaktan kuşağa miras olarak intikal etmesi gibi, sevgi, dostluk, yârenlik şeklindeki güzel hasletlerin ve öfke, kin, düşmanlık şeklindeki kınanmış tavırların beşerin yaratılışı gereği birbirlerine geçtiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla baba dostlarına karşı müspet anlamdaki her türlü alakanın gösterilmesi, sanki söz konusu hadislerin zımnen mirasçılara yüklediği bir görev olmaktadır. Burada mirasın mal dışındakiler için kullanılması mecâzîdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Süleyman, Dâvud’a varis oldu”52 ve “Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl”53 ayetlerinde bahsedilen “miras” mecâzî anlamda kullanılmıştır.54
Münâvî(ö. 1031/1622), öfke ve düşmanlığın nesilden nesile intikalini farklı bir şekilde olumlu anlamda yorumlamıştır. Günahkârın şahsına değil de, işlediği günahlar sebebiyle ona buğzedilmesi, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ilkesinin bir gereğidir. Zira iman bağının en sağlamı, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.55 Dolayısıyla bir kişi, yaptıklarıyla topluma kötü örnek olup, dinî değerleri küçümser ve aleni bir şekilde günah işlerse, söz konusu özellikleri nedeniyle kendisine buğzeden bir başkasının bu tutumu onun çocukları ve yakınları tarafından dikkate alınmalı ve aynı tavır ve hassasiyet sürdürülmelidir. Aksi halde, bahsedilen nitelikleri nedeniyle kendisine buğzedilen ile diğer bazı insanlar bunu yanlış değerlendirebilirler.
Söze büyüğün başlaması
Son zamanlarda biraz örselense de büyüklerin bulunduğu meclislerde küçüklerin saygısızlık olmasın diye söze fazla girmemeleri ve konuşmaya ilk önce büyüklerin başlaması Anadolu kültürünün nezih uygulamalarından birisidir.56 Bu geleneğin izlerini de Allah Rasûlü (s.a.s.)’in hadislerinde görmekteyiz: Sahâbeden Abdullah b. Sehl ile (amcasının oğlu) Muhayyısa b. Mes‘ûd o zaman Yahudilerin mülkü olan Hayber’e hurma toplamaya gitmişlerdi. Farklı hurma bahçelerinde çalışmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Ne yazık ki Ensardan Abdullah b. Sehl (muhtemelen) çalıştığı bahçede öldürüldü. Muhayyisa, Abdullah’ı görmeğe gittiğinde onu kan revan içinde ölü olarak buldu ve defnettikten sonra olayı haber vermek üzere Medîne’ye döndü. Bunun üzerine Abdullah’ın biraderi Abdurrahman b. Sehl ile maktulle beraber çalışmaya giden Muhayyısa b. Mes‘ûd yanına kendi kardeşi Huveyyisa’yı da alarak durumu bildirmek için Hz. Peygamber’e geldiler. Konuşmaya içlerinde en küçük olduğu halde maktulün kardeşi sıfatıyla Abdurrahman başladı. Ancak Hz. Peygamber ona müdahale ederek “İlk sözü yaşça büyük olana bırak” buyurdu.57 İmam Buhârî, Kitâbü’l-edeb ana bölümünde yer alıp altında bu hadisi zikrettiği bâba “Büyüğe ikram etmek ile söze ve soru sormaya önce yaşça büyük olanın başlaması” şeklinde başlık koymuştur. Nitekim bu husus atasözlerimizde “Su küçüğün söz büyüğün” veya “Söz büyüğün su küçüğün”58 şeklinde ifadesini bulmuştur. Bu atasözünün değişik bir söylenişi de “Sus küçüğün söz büyüğün” şeklindedir.
Hz. Peygamber, büyükler varken konuşmak isteyen Cüheyne kabilesinin heyetindeki bir çocuğa da yukarıdaki hadiste geçene benzer bir ikaz yapmıştır. Câbir’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Cüheyne kabilesinin heyeti Nebî (s.a.s.)’e geldi. İçlerinden bir çocuk (sözcü gibi) konuşmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona müdahale ederek “Hele sen bir sus bakalım!” dedikten sonra, heyete “Büyüğünüz nerede (o konuşsun)” buyurdular.59
Allah Rasûlü (s.a.s.)’den, büyüklerin bulunduğu mecliste küçüklerin ulu orta söze karışmalarının İslâmî âdâba uymayan bir davranış olduğunu öğrenen çocuk veya yaşça küçük sahâbîler söze yaşça büyük olanın başlaması usulüne özen gösterirlerdi. Bu hususu vurgulamak üzere Semüre b. Cündeb (r.a.) şöyle demiştir: “Ben Rasûlullah (s.a.s.) zamanında çocuktum. Ondan duyduklarımı ezberleyip belliyordum. Orada benden yaşça daha büyük kimselerin bulunması Hz. Peygamber’den duyduklarımı söylememe engel oluyordu”.60
Abdullah b. Ömer’in (r.a.) başından geçen bir olay da büyüklerin bulunduğu mecliste sükût etmenin güzel bir örneğini oluşturmaktadır. Onun rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber “Müminin benzeri, yaprakları düşüp dökülmeyen yeşil bir ağaç gibidir, söyleyin bakalım o hangi ağaçtır” diye sordu. Orada bulunan topluluk “o şudur, budur” diye bozkırda (veya çölde) bulunan çeşitli ağaç isimleri saydılar. İbn Ömer diyor ki, “Ben ise onun hurma ağacı olduğunu söylemek istedim, ancak meclistekilerin en genci olduğumdan (saygısızlık olmaması için) bunu söylemekten çekindim”. Topluluk, “Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi ağaç olduğunu siz söyler misiniz” deyince Hz. Peygamber, “Hurma ağacıdır” buyurdular.61
Müslim’in naklettiği benzer rivâyette yukarıdaki hadisin biraz daha detaylarını öğrenme imkânı bulmaktayız. İbn Ömer şöyle demiştir: Biz Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanındaydık. O (s.a.s.) “Bana müslümanın benzeri veya müslüman gibi olan, yapraklarını dökmeyen bir ağaç söyleyin” buyurdular. Bunun hurma ağacı olduğu içimden geçti, fakat Ebû Bekr ile (babam) Ömer’in konuşmadıklarını görünce bir şey söylemeyi uygun bulmadım”. Meclisten ayrıldıktan sonra durumu öğrenen Hz. Ömer oğlu Abdullah’a “Eğer susmayıp onun hurma ağacı olduğunu söyleseydin, bana şundan bundan daha sevimli olurdu” demiş.62 Hz. Ömer’in oğluna söylediği ifadeden, gerektiğinde küçüklerin de büyüklerin bulunduğu mecliste konuşabilecekleri ve bir baba olarak Ömer’in (r.a.), oğlunun bilgisi ve kavrayışını izhar etmesinden memnun kalacağı anlaşılmakla birlikte, Hz. Peygamber’in sünnetine uyma noktasında oldukça hassas olduğu bilinen Abdullah’ın terbiyesi ve görgüsü de dikkat çekmektedir. Nitekim Ahmed Davudoğlu (1912-1983) telif ettiği Müslim Şerhi’nde ilgili hadisten çıkarılan hükümler başlığında “Büyükleri saymak ve yanlarında konuşmamak İslâm âdâbındandır”63 maddesini zikretmiştir.
Söz konusu saygının bir neticesi olarak muhaddisler, kendilerinden daha yaşlı veya daha bilgili olanların yanında hadis rivâyetine kalkışmamışlardır. Mesela İbrahim en-Nehâî(ö. 96/714) ve Şa‘bî(ö. 103/721) aynı mecliste bulundukları zaman İbrahim, kendisinden yaşça büyük olan Şa‘bî’ye duyduğu saygıdan dolayı konuşmazdı. Keza muhadramlardan olan Kûfe’li muhaddis Ebû Vâil Şakîk b. Seleme(ö. 82/701) yine kendisi gibi Kûfeli bir muhadram olan Zirr b. Hubeyş el-Esedî’nin(ö. 81/700) yanında hadis rivâyet etmezdi.64 Benzer bir hadiseyi el-Hasan b. Ali el-Hallâl şöyle anlatmıştır: Biz Mu‘temir b. Süleyman’ın(ö. 186/802) hadis meclisindeydik. Mu‘temir bize hadis rivâyet ederken Abdullah b. el-Mübârek(ö. 181/797) çıkageldi. Mu‘temir derhal hadis rivâyet etmeyi kesti. Ona “Rivâyet etseniz ya!” dendiğinde şöyle cevap verdi: “Biz büyüklerimizin yanında konuşmayız”.65 Aynı şekilde Yahya b. Sa‘îd el-Ensârî(ö. 144/761) hadis rivâyet ederken “Rabî‘atü’r-re’y” olarak tanınan meşhur fakih ve muhaddis Ebû Osman Rabî‘a b. Ebû Abdurrahman(ö. 136/753) gelince ona olan saygı ve hürmeti sebebiyle hemen hadis rivâyetini kesmiştir. Hadis usulü eserlerimiz, muhaddisin âdâbına ayırdıkları bölümlerde, yukarıda zikredilen ve burada bahsi geçmeyen daha başka misallere yer vermişledir.66
Kulağı çınlayan kimseye “seni kim anıyor?” diye sormak
Halk arasında yaygın bir uygulama olarak kulağının çınladığını söyleyen kimseye “Acaba seni kim andı?” diye sorulur. Bazen de kişinin kendisi kulağının çınladığını söyleyip “Hayırdır inşallah, galiba birisi beni anıyor” der. Bu ifadeler kulağı çınlayan kimsenin o sırada birisi tarafından anıldığını göstermek için kullanılmaktadır. Söz konusu uygulamanın dayanağını oluşturabilecek ve senedi dikkate alan bazı değerlendirmelere göre hasen, bazılarına göre zayıf veya mevzû kabul edilen67 bir hadiste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Birinizin kulağı çınladığı zaman beni hatırlasın ve bana salât ve selam getirerek şöyle desin: Beni ananı Allah daha hayırlısı ile ansın”.68 Deylemî’nin(ö. 509/1115) kaydettiği rivâyetin son kısmı “Beni hayırla ananı Allah Sübhânehû hayırla ansın” şeklindedir.69 Bezzâr’ın(ö. 292/905) eserinde yer verdiği rivâyet ise şu lafızlarladır: “Birinizin kulağı çınladığı zaman, ‘Allahım! Bizi hayırla yâd edeni hayırla an’ desin”.70 Harâitî’nin(ö. 327/939) naklettiği rivâyet biraz farklılık içermektedir. “Birinizin kulağı çınladığı vakit hemen beni ansın ve ‘Allah beni ananı ansın’ diye dua etsin”.71 Görüldüğü gibi bu hadislerdeki ifadelerden kulağı çınlayanın, başka birisi tarafından anıldığı anlaşılmaktadır.72 Diğer bir rivâyette ise Rasûlü Ekrem, son kısım olmaksızın kulağı çınlayanın sadece kendisine salât getirmesini istemiştir: “Birinizin kulağı çınladığı vakit, hemen beni ansın ve bana salât (ve selam) getirsin”.73 İslam âlimleri, anılan hadislerin bazılarına, müslümanın yapması gereken duaları ve diğer vazifelerine dair yazdıkları eserlerde yer vermiş ve söz konusu uygulamanın halk arasında yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Mesela İbnü’s-Sünnî(ö. 364/974), Nevevî(ö. 676/1277) ve Sehâvî(ö. 902/1497) bu hadislerin bazılarını ilgili kitaplarında zikretmişlerdir.74
Hakîm et-Tirmizî(ö. 320/932), zikrettiği hadisleri tasavvufî ve hikemî bakış açısıyla açıkladığı eseri Nevâdiru’l-usûl’de bu rivâyete yer yererek ona ruh ve beden ilişkisi çerçevesinde yorumlar getirmiştir.75 Onun hadislere dayandırdığı bilgilere göre ruhlar, bedenlerden iki bin yıl önce yaratılmış olup havada bedenlerden bağımsız olarak birbirleriyle görüşürler. Öyle ki ruhlar karşılaştığında bedenler, birbirlerinden bir gün ve gecelik yürüme mesafesi uzak olabilir. Ruhlar birbirleriyle karşılaştığında atların koklaştığı gibi koklaşırlar; yekdiğerlerini tanıyanlar kaynaşır, tanımayanlar ayrılır, neticede ünsiyet kesbedenler organize bir ordu misali beraber hareket ederler. Başlangıçta arı duru, saf ve temiz yaratılmış olan ruhlar, nefis ve şehevî arzularla meşgul edilmeseydi, içinde bulunduğu kişilere eşyanın hakikatini kavrayabilecekleri harikulâde haller varit olurdu. Çünkü o ruhlar kendilerine özgü varlıklarıyla havada dolaşırlar ve hayata başladıkları Allah’ın huzurundaki makama yükselirler. Fakat ruh, arzu elbisesini giyerek kirlenmiş, dünya sevgisini yudumlayarak kederlenmiş, heva ve hevesine kapılarak bunların peşine düşmüştür. Bu duygulardan uzaklaşıp arınanlar yakîn nurunu kazanırlar ve manevi âlemde büyük bir pay elde ederler. Dünya hayatları sona eren her peygamberin öbür âlemde ikamet ettiği bir mekânı vardır. Efendimiz Muhammed’in (s.a.s.) ikamet yeri, sidre-i müntehâdır. Hz. Peygamber orada hazır bekler ve her gurup ümmeti için Allah Teâlâ’ya yakarır. Ümmetinden zikzak çizerek bocalayanlarına tövbe, tövbe edenlerine sebat, istikamet üzere olanlara ihlâs ve samimiyet, sadıklara vefa, sıddîklara ise büyük ve bol nimetler vermesi için Rabbine niyaz eder durur. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) “Hayatım sizin için hayırlı olduğu gibi ölümüm de hayırlıdır” buyurmuştur. O (s.a.s.) vefat ettiğinde, kabrinde ilk ve ikinci sur üfleninceye kadar “Ya Rabbi! Ümmetim(i isterim), ümmetim(i bağışla)” diye yalvarmaya devam edecektir.76 Ruh, bu nida sebebiyle kafada ve kalpte kendisine yer bulduğu için kulak çınlamasından ötürü salât ve selam getirmek müstehap görülmüştür.77
Kulak çınlaması ruh cihetinden meydana gelmektedir. Keskin bakışı, hafifliği/latifliği, temizliği, canlılığı ve hayatiyeti ile ruh, âlemde bahsedilen makamları dolaşırken Hz. Peygamber’in, Allah Teâlâ’nın kapısında kendisi için bir şey istediği ve Allah’ın da Peygamberine o ruhu hayırla andığı zamanı idrak eder. Kalbi bu hayır ve müjdeyle dolu olarak ruh, ait olduğu bedene döner. Bu esnada kulak onun sesinden ve getirdiği hayır haberlerinden dolayı çınlar. İşte bu sebeple Hz. Peygamber kendisine salât ve selam getirilmesini istemiştir. Zira yüce Nebî, malum vakitte o ruhu Allah katında anmış ve onun için Rabbinden dilekte bulunmuştur. Dolayısıyla üzerindeki hakkını eda etmesi maksadıyla ruhun, Hz. Peygambere salât ve selam getirmesi gerekir. Bu ve benzeri hususlar, Âdemoğlunun kendilerine manevi lütuflar bahşedilen muvahhitleri için geçerlidir.78
Tespit edilebildiği kadarıyla konuya ilişkin hadislere yer veren müelliflerden Şevkânî (ö. 1250/1834) dışında, kulak çınlamasının tıbbî boyutuna değinen olmamıştır. Şevkânî, tıp bilginlerinin kulak çınlamasının sebebini buharlaşma (veya havadaki nem oranının yükselmesi) şeklinde açıkladıklarını söyledikten79 sonra, sebebi açık bir şekilde belirtilmese de Hz. Peygamber’in hadisinin tabiplerin sözüne öncelenmesi gerektiğini vurgular. Modern tıbbın açıklamalarına göre kulak çınlaması, aşırı yüksek gürültü, kanama, işitme kaybı ve diğer bazı fizyolojik rahatsızlıklardan kaynaklanabildiği gibi psikolojik rahatsızlıklar da çınlamanın nedenleri arasında sayılmaktadır. Ancak çınlamanın hastalık belirtisi olarak görülmesi için kişiyi uzun süre etkili biçimde rahatsız etmesi, yani kronik hale gelmesi gerektiği de ifade edilir. Hastalık kabul edilecek seviyeye ulaşan kulak çınlamasının tedavi yöntemleri arasında dinlenme ve ruhsal terapi zikredilmektedir.80
Mezkûr rivâyetleri anlama çabası olarak düşünüldüğünde, hemen herkesin başına geldiği üzere devamlı değil seyrek gerçekleşen kulak çınlamasının bir rahatsızlıktan kaynaklanmadığı söylenebilir. Eğer çınlama bir hastalıktan kaynaklanıyorsa, gerçek bir müminin, hayatında büyük bir yeri olan Hz. Peygamber’i anarak ona (s.a.s.) salât ve selam getirmesi ruhî bakımdan rahatlamasını temin edecek ve tedavisine ciddi derecede yardımcı olacaktır. Bedenin herhangi bir organında nükseden fiziksel rahatsızlıların önemli nedenlerinden birisinin de, kişinin yaşadığı ruhsal problemler olduğu artık inkâr edilemeyen bir gerçektir.
Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber’in hatıra getirilmesinin kulak çınlamasının yanı sıra, ayak uyuşması ve aksırma gibi durumlarda da tavsiye edilmesi iyileşmeye bir vasıta olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Söz gelimi Buhârî’nin el-Edebü’l-müfred’de zikrettiği bir habere göre binin üzerinde hadis rivâyet etmesiyle muksirûn arasında sayılan meşhur sahâbî (Abdullah) b. Ömer’in ayağı uyuştuğunda bir adam ona “İnsanlar içinde en çok sevdiğini an” tavsiyesini yapmış, İbn Ömer de hemen “Muhammed” (s.a.s.) demiştir.81 İbnü’s-Sünnî’nin naklettiği benzer rivâyetlerde İbn Ömer’in yürürken sinir kasılmasından dolayı ayağı uyuşunca oturmak zorunda kaldığı ve söz konusu adamın hatırlatmasıyla Hz. Peygamber’in ismini andıktan sonra bağını koparmış gibi kalkarak yürümeye devam ettiği haber verilmektedir. Burada konuyla ilgili kaydedilen son rivâyette İbn Ömer’e bu tavsiyeyi yapanın Abdurrahman b. Sa‘d olduğu geçmektedir.82 Mücâhid’in naklettiği bir başka habere göre İbn Abbas, ayağı uyuşan bir adama “Senin nazarında insanlardan en çok sevdiğini an” demiş, adam “Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem” deyince ayağındaki uyuşukluk gitmiştir.83
Buhârî’nin el-Edebü’l-müfred’ine kısa açıklama notları düşen Fadlullah el-Cîlânî buradaki haberi şöyle izah eder: Ayağı uyuşan kimsenin Hz. Peygamber’i anmasından maksat ona (s.a.s) yönelik kavuşma arzusunu açığa vurmak ve sevgi (muhabbet) ateşini körüklemektir. Çünkü sevilenin anılması kalbi heyecanlandırıp coşturur. Kalbin vücuda pompaladığı kanın artmasıyla damarlardaki akış hızlanır ve kandaki pıhtılaşmadan meydana gelen organlardaki uyuşukluk gider.84
Mü’min, 40/67.
Ebû Dâvud, “Tıb”, 1 (3855); Tirmizî, “Tıb”, 2 (2038); Ayrıca bk. İbn Mâce, “Tıb”, 1 (3436); Ahmed b. Hanbel, IV, 278.
Sancaklı, “Hadislerde ‘Yaşlılık Olgusunun’ Değerlendirilişi”, s. 51. İhtiyarlık ve ihtiyarların bazı özellikleri için ayrıca bk. Coşkun, Hz. Peygamber’in İnsan Anlayışı, s. 221-227.
Kasapoğlu, “Kur’ân’da İhtiyarlık Çağının Değerlendirilişi”, s. 215.
Yaşlanmaya bağlı olarak anlık süreç işlevlerinde meydana gelen belirgin çöküntüler “yaşlılık bunaması” diye nitelendirilir. Bunama (dementia), zihinsel çöküntünün, hafıza kaybının, hesaplama güçlüğünün, dikkat dağınıklığının, yargı ve soyutlama yeteneğinde bozulmaların, mizaç ve duygulanmada değişmelerin, zaman ve mekân yönelimi bozukluğunun iyice ilerlemesiyle ortaya çıkan bir haldir. Altmış beş yaşından sonra ve yaşın daha da ilerlemesiyle doğru orantılı olarak insanlar, farklı derecelerde bunamaya maruz kalırlar. Bunama adı verilen klinik tablo, yaşlılıkta görülen bir hastalık olmakla birlikte, bunamanın, yaşlanmanın doğal kaçınılmaz bir süreci olmadığını belirtmek gerekir (Kasapoğlu, “Kur’ân’da İhtiyarlık Çağının Değerlendirilişi”, s. 215).
Bk. Buhârî, “Cihâd”, 25; Daavât, 41, 42, 44; Müslim, “Zikir”, 50, 52, 73, 76; Ebû Dâvud, “Salât”, 367 (1540), Nesâî, “İstiâze”, 5, 6, 7, 13, 27, 39, 65; İbn Mâce, “Duâ”, 3 (3838, 3844); Ahmed b. Hanbel, I, 183, 186; III, 427.
Nahl, 16/70; Hac, 22/5.
Kandemir-Çakan–Küçük, Riyâzü’s-sâlihîn, VI, 244.
Müslüman olmadan önceki eski Türk toplumlarının kültüründe de yaşlılara saygı ve hürmetin temel ahlâkî değerlerden olduğu nakledilmektedir: “Küçükler büyüklere hürmetkâr, büyükler de küçüklere karşı şefkatliydi. Ailenin yaşlılarına bizatihi kıymet verilirdi. Aile bir nevi küçük devlet örneği sergilediğinden, aile fertlerinin hepsi onu korumak ve kollamak göreviyle kendilerini mesul görürlerdi” (Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, s. 39).
Tirmizî, “Birr” 75 (2022); Ukaylî, Du‘afâ, IV, 375; Kudâ‘î, Müsnedü’ş-Şihâb, II, 19-20 (bazı lafız farklılıklarıyla); Deylemî, el-Firdevs, IV, 61, no: 6191; Zehebî, Mîzân, IV 420. Tirmizî bu hadis hakkında, sadece Yezîd b. Beyân ve Ebu’r-Ricâl el-Ensârî kanalıyla geldiğini bildiğimiz garîb bir hadistir demiştir. [Mübârekfûrî, Sünen-i Tirmizî şerhinde ikinci râvîyi Ebu’r-Rahhâl el-Ensârî şeklinde okumuş ve iddiasını ispatlamak üzere üç delil serdetmiştir. Ebu’r-Rahhâl’in ismi Muhammed b. Hâlid veya Hâlid b. Muhammed’dir. bk. Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, VI, 167]. Bu hadis hakkında hasen diyenler olmakla birlikte zayıf hükmünü verenler çoğunluktadır (bk. Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 425; Beyhakî, el-Câmi‘ li-şu‘abi’l-îmân (nşr. Muhtâr Ahmed en-Nedvî), XIII, 361-362 (Nâşir dipnotunda bu rivâyetin diğer pek çok muahhar kaynaklarını ve seneddeki râvîlerin durumlarını tadat etmiştir).
Gümüşhânevî, Râmûz, II, 408.
Kandemir-Çakan–Küçük, Riyâzü’s-sâlihîn, II, 541.
Koç, “Gelişim Psikolojisi Açısından Yaşlılık Döneminde Toplumsal İlişkiler”, s. 139.
Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 425.
Ebû Dâvud, “Edeb” 23 (4843); Abdürrezzâk, el-Musannef, XI, 138 (sadece yaşlılara hürmet kısmı); Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 113-114, no: 357; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, VI, 536, no:1964 (“el-Büyû ve’l-akdiye”, 245); XII, 221, no: 12607 (“Cihâd”, 2124, Ebû Mûsâ’dan mürsel olarak).
İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 38; Ahmed b. Hanbel, III, 160; VI, 349-350; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, IX, 40; Hâkim, el-Müsterdek, III, 244.
Ahmed b. Hanbel, III, 160; Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-âsâr, IX, 303-304; Ebû Ya‘lâ, Müsned, V, 216; İbn Balaban, el-İhsân, XII, 286.
“Amr b. Şu‘ayb an ebîhi an ceddihî” aile isnadı hakkında detaylı bilgi için bk. Kuzudişli, Hadis Rivâyetinde Aile İsnadları, s. 211-220.
1Tirmizî, “Birr ve Sıla”, 15 (1920); Ahmed b. Hanbel, II, 207; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 113, no: 354, 355.
Ebû Dâvud, “Edeb”, 66 (4943); Ahmed b. Hanbel, II, 222; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 112-113, no: 353
Tirmizî, “Birr ve Sıla”, 15 (1919, 1921); Ahmed b. Hanbel, II, 207; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 114, no: 358. [Son rivâyet için (1921) Tirmizî, hasen garîb değerlendirmesini yaptıktan sonra, bazı âlimlerin Hz. Peygamber’in “Bizden değildir (ليس منا)” ifadesini; “Bizim yolumuzdan giden (sünnetimize uyan) ve bizim âdâbımıza (ahlâkımıza) uyan değildir” şeklinde yorumladıklarını, ancak Süfyân es-Sevrî’nin bu yorumu kabul etmeyip “Bizim milletimizden (dinimizden) değildir” şeklinde anlamı zahirine hamlettiğini nakleder].
Bu konuya dair Heysemî, “Büyüklere saygı ve küçüklere şefkat göstermek” ismiyle bir bâb başlığı koyarak söz konusu anlamı ifade eden rivâyetlerin farklı lafızlarına ve diğer kaynaklarına yer vermiştir (bk. Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 14-15).
İmamlık, ön safta yer alma, bilgi danışma, görev üstlenme ve liyakat gibi konularda büyükleri takdim etmeye dair hadisler ve bunların değerlendirmeleri için bk. Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, s. 189-194.
Başaran, Hadislerin Türk Atasözlerine Tesiri, s. 66.
Buhârî, “Tefsîr (Fâtiha)”, 1 [Buhârî (كما تدين تدان) kısmını bâb başlığında, hadis olarak değil, “ed-Dîn” kelimesinin açıklaması olarak zikretmiştir]; Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene, s. 518; Münâvî, Feyzu’l-kadîr, V, 48; Nebhânî, el-Fethu’l-kebîr, II, 332; Elbânî, Za‘îfü’l-Câmi‘i’s-sağîr, s. 621, no: 4274.
Bk. İbn Kuteybe, Edebü’l-kâtib, s. 57; Meydânî, Mecme‘u’l-emsâl, III, 43.
Yazıcı, Atasözleri ve Deyimler, s. 301, 304.
Deylemî, el-Firdevs, 124, no: 6386; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XV, 772, no: 43031.
Hût, Esne’l-metâlib, s. 242, no: 1107.
Ebû Nu‘aym, Hilye, VI, 107; Enes’ten nakledildiği söylenen mevzû bir rivâyette ise şöyle geçmektedir: “Ey Musa! Ne edersen onu bulursun” (Ebû Nu‘aym, Hilye, III, 376; Zehebî, Mîzân, II, 160; Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene, s. 519).
Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene, s. 499; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 124.
Buhârî, “Ezân”, 61, 62, 63; “Edeb”, 75; Müslim, “Salât”, 182,183, 184; İbn Mâce, “İkâme”, 48 (984, 987). Burada zikredilen ve zikredilmeyen başka hadislerde; zayıf, hasta ve uzak yoldan camiye gelenler de sayılmaktadır.
Yaşlılara saygının önemini vurgulamak üzere Hz. Peygamber’e atfedilen “Kavmi içerisindeki yaşlı, ümmeti içindeki peygamber gibidir” sözü uydurma bir rivâyettir. Doğrusu; bunun hadis değil, seleften birisinin sözü olduğudur (bk. Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene, s. 412; Ali el-Kârî, el-Masnû‘, s. 115, no: 169; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 21; Hût, Esne’l-metâlib, s. 182, no: 808).
“Çağdaş yaşamda insanların artık sadece kendilerini zar zor düşünebildikleri bu dönemde anlatılanlar hem garibime gitti hem de hoşuma. Hala “vefa” kavramının yaşıyor olması güzeldi. Yurdumuzun meşhur esprilerindendir bilirsiniz; Vefa Lisesi’nden veya Vefa semtinden başka yerde vefa yoktur. Doğru mudur, maalesef günümüzde doğruluğunu üzülerek görmeye başladık. Peki, bu kadar umutsuz mu “vefa” kavramı? Geçenki yolculuğuma kadar ben de olumsuz düşünenlerdendim. İstanbul’dan Adana’ya gitmek için her zaman ki gibi yorucu ve sıkıcı bir uçuş düşünürken uçakta beni bekleyen vefa örneğinden habersiz Atatürk Havalimanı’na geldim. İşlemlerimi bitirdikten sonra uçağa geçerek yerimi aramaya başladım. Koltuğa yaklaşırken ilk dikkatimi çeken orta koltuğa adeta oturmuş arz-ı endam eden iki adet orkide oldu. Güzellerdi ama niçin onlar o koltukta duruyorlar? İlk aklıma gelen kamera şakası oldu. Ama ortada kamera yoktu. 23D’de bir bayan 23E’de orkideler ve 23F’de ben oturuyordum. Bayan tüm dikkatini orkidelerine vermişti onlara adeta çocukları gibi bakıyordu.
Gazeteciler işleri gereği meraklı olmak zorundadırlar bilirsiniz. Doğal olarak ben de olayı çözmek için tüm dikkatimi onlara yönelttim. Bizim halkımız sıcak kanlı ve cana yakındır, sıkıcı bir yolculuk olmasın diye yol arkadaşlarımızla çabucak ahbap oluveririz milletçe. Ben de öyle yaptım. Bayanın adı Gülten imiş. Bir kurumda İnsan Kaynakları Müdiresi olarak çalışmaktaymış. Rahmetli babasının kırkı için Adana’ya gidiyormuş. Sevimli ama hüzün dolu bir yüzü vardı. Fakat benim aklım hala orkidelerdeydi. Niçin onlar da bizimle bu yolculuğu yapıyorlardı? Lafı dolaylı bir biçimde orkidelere getirerek onları niçin götürdüğünü sordum. Hüzünlü bir ses tonuyla ama yine de gülerek babamın dostlarına dedi. Şaşırdım. Çünkü o babasının kırkına gidiyordu. Gülümseyerek izah etti. Babasını hastaneye kaldırdıklarında özellikle iki hastane personeli ona ve babasına adeta onlardan birisi gibi tıbbi yardımın dışında da her tür desteği verdiklerini, hatta ölüm ve defin işlerinde de onun yanında olduklarını sevgi ve minnetle anlattı. Bakakaldım. Çünkü çağdaş yaşamda insanların artık sadece kendilerini zar zor düşünebildikleri bu dönemde anlatılanlar hem garibime gitti hem de hoşuma.
Hâlâ “vefa” kavramının yaşıyor olması güzeldi. Anladım ki onun götürdüğü iki tane orkide değil karşılıklı vefaların çiçekleriydi. Artık benim gözümde de değer kazanan orkidelere birlikte göz kulak oluyorduk. Karınca kararınca ben de vefaya ortak oluyordum. Uçak alana indiğinde onda bir orkide bende bir orkide çıkışa geldik. Çıkışta onu orkidelerin sahibi dostları bekliyordu. Gerçekten yürekleri insan sevgisiyle dolu iki bayan onu heyecan ve sabırsızlıkla karşıladı. Sizleri tanıştırayım dedi: orkideleri onlara verdik, bizleri tanıştırdı. Tebessüm ederek adlarını söylediler: Gülhan Yeniçeri ve Sevgi Küreli. Ben de kendimi takdim ettim. Her ikisi de güven ve sevgi doluydu. Yeni tanışmamıza rağmen ısrarla beni gideceğim yere bırakmayı teklif ettiler. Mutlu olmadım desem yalan olur. Güvenin, paylaşımın, vefanın yok olmaya başladığı günümüzde böyle hoş şeyler duymak, görmek, yaşamak insana umut veriyor. Artık biliyorum ki “vefa” sadece İstanbul’da değil her yerde var”.
(http://www.haber7.com/haber/20110302/Vefayi-gordum.php)
Müs