
Okullarımızda okutula gelen İnkılap Tarihi dersleri maalesef tam bir aptallaştırma tarihidir. Halkımızın zekâsıyla alay edilmekte ve pırıl pırıl, zeki genç dimağlar, çocuklarımız bu aptallaştırıcı masal albümleriyle sözüm ona ‘eğitilmektedir’. Aslındaysa beyinleri küçük yaştan itibaren itinayla yıkanmakta ve insanımızın yıllarca ve zorla kendisine dayatılan ve başka türlüsünü düşünmesi engellenen hatta yasaklanan tarihî hadiseleri başka türlü tasavvur etme tercihine imkân bırakılmamaktadır. Harf İnkılabı’na gerekçe olarak sunulan türlü bahaneler de bu dayatmanın istisnası değil. Güya Arap/İslam harflerinin okunması ve yazılması zormuş da… Bu elifba Türkçenin bünyesine hiç uygun değilmiş de… Harf İnkılabı’nı millet kolayca okusun yazsın diye yapmışlar da... Bu çocukça bahanelere ancak gülünür ama bunlar o kadar yıl boyunca ve defaatla ve şiddetle safi zihinlere şırınga edilmektedir ki, aklında bazı şüphelerle eğitim sisteminin değirmenine dahil olan çocuklarımız bir müddet sonra başka türlü düşünemeyen birer aptal kutusuna dönüştürülmektedir. Harf İnkılabı için ileri sürülegelen iddia veya bahaneleri kimlerin nasıl dile getirdiğini müşahede etmek için işin başından itibaren taramaya başlayalım. Harf İnkılabı’nın okuma ve yazmayı kolaylaştıracağı gerekçesiyle yapıldığını söyleyenlerin başında inkılabın yalnız pratisyeni değil, “teorisyeni” mevkiinde gözüken Gazi Mustafa Kemal gelmektedir. Nitekim yasaklayan kanunun çıktığı 1 Kasım 1928 tarihli Meclis açılış konuşmasında şunları iddia etmiştir: Her şeyden önce büyük Türk milletine, onun bütün emeklerini verimsiz duruma sokan zor yolun dışında kolay bir okuma yazma anahtarı vermek gereklidir. Büyük Türk milleti, bilgisizlikten, az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan bir araçla kurtulabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak Lâtin aslından alınan Türk alfabesidir. Basit bir deney Latin aslına göre hazırlanmış Türk harflerinin, Türk diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk vatandaşlarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi ortaya çıkarmıştır. (…) Aziz arkadaşlarım, yüksek ve ebedî (ölümsüz) yadigârınızla (eserinizle) büyük Türk milleti yeni bir nur âlemine (aydınlığa) girecektir.1 “Büyük Türk milleti yeni bir nur âlemine giriyor”, öyle mi? O zaman otomatikman Arap harfleri karanlığı/nursuzluğu temsil ediyor, değil mi? Cumhuriyetin aydınlık-karanlık, hayat-ölüm, genç-köhne gibi ötekileştirici yaklaşımının hangi vahim boyutlara ulaşacağını 1930’lardaki ahşap ev düşmanlığının kaleme alındığı metinlerden de biliyoruz: “Eski ev mezar, apartman hayat” imiş!2 Vaktiyle böyle yazdı yazanlar ve derken şehirlerimiz boğazına kadar apartmanlara boğuldu, şimdi onlar gökdelenlere dönüştü. Sonrasında neler olacak kim bilir? Neyse. Biz şimdi yeniden 1 Kasım 1928 gününe ve TBMM’ye dönelim. “Emir demiri keser” der atalarımız. Daha aynı gün Meclis Başkanı Kâzım Özalp yeni alfabe için hükümetin tasarısının hazır olduğunu ve bir önergeyle bir an önce görüşülmesinin istendiğini söyler. Hemen geçici bir komisyon seçilerek tasarının görüşülmesine memur edilir. Saat 16.05’te Meclis toplantıya ara verir. Geçici komisyon, başkanlık odasında toplanır. Komisyonun tasarıyı okuması ve hatta daha önceden hazırlanmış(!) olan mazbatasını (tutanağını) imzalaması sadece 20 dakika sürer. Saat 16.30’da Meclis Genel Kurulu yeniden toplanır. Komisyon, mazbatasındaki tasarının ayniyle kabul edildiği belirtir ve kısa, tasvipkâr bir görüşmeden sonra saat 17.00’de 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun “Türk devrim mevzuatı” arasındaki görkemli yerini alır. Herşey o yarım saat içinde olup bitmiş ve bir milletin kütüphaneleri 30 dakikada tuğla yığınına dönüştürülürken alimler cahillerle eşitlenmiş, Osmanlının dişini tırnağına katarak yetiştirdiği aydın tabakanın kaderi yeni rejimin iktidar kabzasının insafsızlığına terk edilmiştir. Tek bir örnek verelim: Bursa’da Mısrî dergâhı sabık postnişini, üç dil bilen ve çoğu Bursa tarihi hakkında 30 kadar kitap kaleme almış bulunan alim Mehmed Şemseddin (Ulusoy) Efendi çoluk çocuğun gittiği millet mektebine devam ederek ‘okur yazar olduğunu’(!) ispat edebileceği bir ‘şehadetname’, yani diploma almak mecburiyeti karşısında kalacaktır.3 Gerçi Gazi üç ay önce Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşmada bir veya en geç iki sene içinde herkesin okuma yazma öğreneceğini söylemiştir ya, bunun gerçekleşip gerçekleşmediği genellikle sorgulanmaz ve Latin aslıdan Türk alfabesi alınır alınmaz okur yazarlığın adeta bir yangın gibi toplumun çeperlerini sardığı zannedilir. Adeta bir kuyruklu yıldızın sihirli kuyruğu ülkemize değmiştir de bir anda aydınlatıvermiştir her yanımız. Söylemeye bile gerek yok, bunların hepsi birer propaganda eseridir ve tekrarlana tekrarlana sanki gerçekmiş gibi algılanır olmuştur. ‘Artık yeter!’ diyoruz ve bu oyuna veya masala bir son vermek gerektiğini söylüyoruz. Yazımızı şu iki tez üzerinden sürdüreceğiz: 1) Harf İnkılabı okuma-yazma kolaylaşsın ve yaygınlaşsın diye yapılmamıştır. 2) Harf İnkılabından sonra okur yazarlık zannedildiği kadar hızlı bir şekilde artış göstermemiştir. Şimdi sırasıyla bu iki tezin temellendirmesine geçelim. Kolaylık bahane, asıl maksat İslamdan kopmaktı Harf İnkılabı’nın okuma-yazma işlemi kolaylaşsın diye yapılmadığını bizzat zamanın Başbakanı İsmet İnönü hatıralarında açıkça yazmaktadır. Söylediği aynen şudur: Harf İnkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. (…) Harf İnkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. (Harf İnkılabını yapınca) İster istemez Arap kültüründen koptuk.4 Harf İnkılabı’nın Türkiye’de bir kültür değişmesini, yani İnönü’nün ‘Arap’ dediği ‘İslam’ kültüründen, medeniyetinden, âleminden kopmayı kolaylaştırmayı amaçladığının bu açık itirafı karşısında başka söze hacet yok ama devrin dalkavuk ulemasından İbrahim Necmi Dilmen’in 1934 yılındaki Cumhuriyet Almanağı’na yazdığı şu satırlar yine de ibretle okunmaya değer: Büyük şefin yüksek hamlelerinden biri ile tahakkuk eden harf inkılabı, Türk millî bünyesinin içine karıştırılmış olan Şark ve İslâm varlıklarının bağını kırmıştır. Arap harflerinin kelimeyi klişeleştiren, fakat okumayı güçleştiren yazı şekli ortadan kalkarken bütün bir zihniyetin de iflâsı ilan edilmiştir. Latin kökünden gelen yeni Türk harfleriyle Türk milleti, bütün dünyaya kendisinin Avrupalı medeniyeti benimsemiş bir Avrupa milleti, bir ileri millet olduğunu inkâr edilemez bir delil ile göstermiş oldu. Nitekim daha inkılaptan önce, 27 Ağustos 1928’de yazar Burhan Cahid (Morkaya) İkdam’daki yazısında Latin harflerinin kabulüne ahbabı olan bir Ermeni iş adamının ne kadar sevindiğini anlatmakla meşguldü. Şöyle yazıyordu: “Yeni yazının dile düştüğü şu sırada bir ahbabımızla konuşuyordum. Demir ve çelik üzerine iş yapan Ermeni ahbabımız bu yazıdan pek memnundu.” Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) içlerinde en dobra olan isim. Bakın neler demiş yurt dışındaki gazetelere: Son bir delil olarak Cumhuriyetin 10. Yıl Kutlamaları çerçevesinde 1933 yılında devletin çıkardığı bir kitaptan bahsetmemiz lazım. Adı: Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne. Nasıldı? Nasıl Oldu? Kitapta dört maddede Arap harflerinin neden kaldırıldığı ve Latin harflerinin neden benimsendiği anlatılır. En önemli iki gerekçe açıkça şöyle belirtilmiştir: (Arap harfleri) Bizi teokrasinin (yani şeriatın) külliyatına ve fikir yeraltlarına doğru sürüklüyordu. Yabancıların dilimizi öğrenmelerini ve bizi tanımalarını adeta imkânsız kılıyordu. Ekalliyetler (azınlıklar) dahil. Kitabın 35. sayfasındaysa yeni harflerin kolay öğrenilip modern basım tekniğinin yollarını açtığı belirtildikten sonra ilk alıntının tersine şu noktalar üzerinde durulmuştur: (Harf İnkılabı) Bizi teokratik külliyatından (dinî eserler) ve fikir yeraltlarından bir darbede ayırmıştır. GERİYE DOĞRU UZANAN KÖPRÜYÜ DİNAMİTLEYİP ATMIŞTIR. Yabancıların dilimizi kolayca öğrenmelerini ve ekalliyetlerin millet bünyemize girmelerini kolaylaştırmıştır. Resmi bir yayında ağızdan kaçmışsa bir laf, mühimdir ve mutlaka nazar-ı dikkate alınmalıdır. İşte son cümlede sadede gelinmiş ve Harf İnkılabı’nın bizi teokratik, yani şer’î külliyattan (temel dinî eserlerinden) ve yeraltından akıp gelen bin yıllık İslamî fikir damarlarından bir darbede ayırdığı ve üstelik yabancıların dilimizi kolayca öğrenip azınlıkların millî bünyeye katılmalarını kolaylaştırdığı itiraf edilmiştir. Dikkat edin, okuma yazma bizim için kolaylaştırılmamış, yabancılar için kolaylaştırılmış ve zaten Latin harflerini bilen azınlıkların millî bünyeye (bu nasıl bir ‘millî’ bünye ise artık) katılmalarını sağlayacak bir darbe olarak düşünülmüştür Harf İnkılabı. Nitekim genel bir değerlendirme yapan Prof. Dr. Mete Tunçay meselenin kaçamak bahanelerle üzeri örtülmek istenen bam teline şu sözlerle dokunuyordu: II. Abdülhamid zamanındaki maarif (eğitim) ıslahatı temposu sürdürülebilseydi harf değişikliği olmadan da, hatta daha büyük bir okuryazarlık oranına erişilebileceği sayısal olarak gösterilebilir.5 Neşe Düzel’in kendisiyle yaptığı bir röportajda söyledikleri de mühim Tunçay’ın. Konuşma şöyle cereyan ediyor aralarında: - Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim? - Çünkü dinle dil arasında değil ama dinle yazı arasında garip bi rilişki var. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı. Bunu bilinçli mi yaptı? - Bilinçli yaptı. Tarık b. Ziyad’ın geri dönülmesin diye gemileri yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi dinle ilişkili olarak getirildi.6 Demek tıpkı Medeni Hukuk inkılabında olduğu gibi çarpık bir durumla karşı karşıyayız. Nasıl 1926’da İsviçre’den Medeni Hukuk’u olduğu gibi tercüme ederek alırken Hıristiyan azınlıklar Müslüman çoğunluğun hukukuna (Şer’î hukuka) tabi olmasın diye Müslüman çoğunluk Hıristiyan azınlığın hukukuna tabi kılındıysa, burada da benzer bir mekanizma işlemiş ve Latin alfabesini bilen Hıristiyan-Yahudi azınlığın Müslüman çoğunluğa intibak ettirilebilmesi için(?) Müslüman çoğunluğun okur yazarlığı yarım saat içinde sıfırlanarak Yahudi-Hıristiyan azınlığın zaten bildiği Latin alfabesine intikal ettirilmiştir. Bunun Türkçesi veya en basit ifadesi, ‘Eğer azınlık çoğunluğa uymuyorsa çoğunluk azınlığa uysun’dur. Gizli ajandaları neydi? Türkiye’de yapılan inkılapların mantığı esasen bu şekilde işlemiş ama çoğunluğu aptal yerine koyarcasına ‘Arap/İslam alfabesi zordu’, ‘Kıyafetimiz derme çatmaydı’, ‘Mecelle çağın ihtiyaçlarına uygun değildi’ gibi çocukları güldürecek kadar zavallı bahanelere sığınılmıştı. Perde arkasına saklanmaya gerek yoktu ki! Açıkça söyleseydiniz gayenizi: Biz, deseydiniz, güya savaş meydanlarında yendiğimiz Avrupalılar (Batılılar) gibi olmak için yapıyoruz inkılapları, Batılı olmak için şapka yüzünden İskilipli Atıf Hocayı astık, buna direndiği için Bediüzzaman’a tecrit uygulayıp hapishanelerde ömrünü çürüttük. Hayır, erkekçe ortaya koymuyorlar niyetlerini de süfli paravanların arkasına sığınarak çamur atıyor ve icraatın meşruiyetini böyle sağlamaya çalışıyorlar. Vâ hayfâ! Bakın bir soru bizi nerelere getirdi. İsterseniz daha fazla kederinizi ziyadeleştirmeden şu ikinci iddiaya geçelim: Harf İnkılabından sonra okur yazarlık oranı zannedildiği kadar hızlı bir artış göstermemiştir demiştim. Şimdi bunun delillerini ortaya koyalım. İlk olarak kaba bir istatistik bilgisi. 1981 yılı Türkiye İstatistik Yıllığı’na göre 1927-1951 döneminde Türkiye’de okur yazar oranlarını hep beraber görelim: 1927 %10,7; 1936 %19,2; 1941 %22,4; 1946 %29; 1951 %33,6. Bu resmi istatistiğe göre Türkiye’de Harf İnkılabından bir yıl önce okur yazar oranımız yüzde 11’e yakındır. Nüfustaki gelişme ve savaş sonrasındaki toparlanma hızını dikkate alarak beş yıl sonra, 1928 yılı sonunda bu rakamın yüzde 12 civarına ulaştığını kabul ediyor uzmanlar. Ancak bir dakika: 1927’de 10,7 iken tam 9 yıl sonra okur yazar oranı rakamının sadece 8,5 puan (yılda 1,2 puana yakın) yükselmiş olmasını dikkatinize sunmak isterim. Yani koparılan bütün kıyamet 9 yılda 8,5 puan yükselme için miydi? diye düşünmeden edemiyor insan. Hani o kadar Millet Mektebi açılmış, milyonlar okur yazar olmaya koşmuş, sular seller gibi okuyup yazmaya başlamıştık vs. Netice nerede? Onu söyleyin siz asıl… Gerçekler acıdır ve acıtır maalesef. Netice: Sıfıra sıfır O zaman şöyle düşünmeye çalışalım isterseniz: 1928 yılında Harf İnkılabı yapılmasaydı da biz eski usul elifbeyle eğitimimize devam etseydik ve o sırada yaklaşık yüzde 12 olan okur yazar oranını her yıl sadece 1’er puan artırsaydık, 1936 yılında okur yazar oranımız kaça yükselecekti? Parmak hesabıyla 8 yılda 8 puan yükselecek ve yüzde 20’ye çıkacaktı, değil mi? Peki ne olmuş realitede? Yüzde 19,2! Osmanlıca öğretimin normal sürecinde gelişmesine devam etseydi ulaşacağı noktaya bin yıllık bir kültürün ürünlerini tuğla yığınına çevirerek, bir barbarlık icraatı olan Arap/İslam harflerini yasaklayarak ve insanları babalarının mezar taşını okuyamayacak duruma getirerek ulaşamıyorsunuz bile ve bunu kalkıp bir de görülmemiş başarı diye alkışlatıyorsunuz. Ayakta alkışlanır böyle pazarlamacılık. Peter Drucker o zaman yaşasa dizinizin dibine çöküp sizden ‘işletme’ dersi alırdı, eminim. Kaba istatistik sonuçları bunlar, dedik ama rakamları biraz daha kalite yönüne doğru sürersek ortaya daha vahim manzaralar çıkacaktır. Mesela Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ilk Maarif Vekili Dr. Rıza Nur’un hatıratındaki şu sözleri üzerinde düşünmeye değer: İstanbul’dan biri geldi. Türkiye’de yılda ancak 25 eser basılıyormuş. Yeni yazı ile gazetelerden her gün bir miktar daha az nüsha satılıyormuş. Bu hal bu yazının fiyaskosuna maddî delildir. Paris Osmanlı Bankası sirküleri yazı hakkında Türkiye’nin resmi istatistiğini neşretti. Bu kadar seferberlik, millet mektepleri, masraf, jandarma ile mekteplere sokmalara rağmen üç yılda ancak 1 milyon 200 bin kişiye yazı öğretebilmişler. Halbuki eski yazı ile okuyup yazma bilenler 900 bin kadarmış. Demek netice hiçtir. Hem de öğrenenler heceleme halinde iptidai imişler. Bu yazı işi millî, büyük bir felaket olmuştur.7 İnkılap tarihi sahasının duayenlerinden Mason Prof. Dr. Enver Ziya Karal ise hiç yüzü kızarmadan şunları yazabiliyordu, hem de 1958 yılında: Türkiye’nin bütün şehir, kasaba ve köylerinde halk yeni harfleri öğrenmek için işe koyuldu. Her nesilden, her yaştan vatandaşlarımız alfabenin öğretilmesi için açılan millet mekteplerine doldular. Bir aralık Türkiye, dünyada misli görülmemiş büyük bir okul haline geldi.8 Bu yalanlarla büyütüldük ama biz yandık onlar yanmasın diyor, evlatlarımızın artık aynı yalanlarla büyütülmesini istemiyoruz. En iyisi dışarıdan bir gözün bakışına teslim etmek kalemi. 1928 yılında The Times gazetesinden bir haber: “Türkiye’de milletvekilleri okula başladı!” Yeterli mi? 1. Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşmaları, Ankara, 1987, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, s. 180. Metin kitapta sadeleştirilmiş olarak yer almıştır. Huyumu bilenler sadeleştirilmiş metinlere güvenmediğimi bilecektir, ancak burada konuşmacının mana ve muradı ehemmiyetli olduğu için anlaşılması ön planda tutulmuş, bu maksatla sadeleştirilmiş bir metin tercih edilmiştir. 2. Geniş bilgi için bkz. Mustafa Armağan, Alev ve Beton, İstanbul, 2000, Şule Yayınları. 3. İsmail Kara, “Elsiz, dilsiz ve dimağsız kalmak yahut ‘trajik başarı’”, Derin Tarih, Sayı 8, Kasım 2012, 82-84. 4. İsmet İnönü, Hatıralar, 3. baskı, Hazırlayan: Sabahattin Selek, Ankara, 2009, Bilgi Yayınevi, s. 485. 5. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kuruluşu (1923-1931), İstanbul,