“İnsan tuğyan (azgınlık) eder. Kendini müstağnî gördüğü için.“ (Alak, 96/6-7)
Çok âciz bir varlık olarak yaratılan insanoğlu, yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olarak yaratılmıştır. Bunun birçok sebebi ve hikmeti olabilir. Âciz bir varlığın halife olması, Rabbine karşı nankör olmaması, kendisini büyük görmemesi ve her daim muhtaç bir varlık olduğunu unutmaması açısından önemlidir. İşte insan ne zaman ki kendini müstağnî görürse, kendinde güç ve kudret olduğunu, hiçbir şeye ihtiyacının olmadığına kanaat getirirse, Rabbine karşı azgınlaşması ve nankörleşmesi gündeme gelir.
Kur’ân-ı Kerîm, bunun en açık örneği olarak bize İblis kıssasını haber verir. İblis’in azgınlaşmasının ana sebebi, kendini müstağnî görmesi ve kendi kendine yeteceğini sanmasıdır. Bunun için de Rabbinin emrine itaat etmemesinin sebebini Âdem (a.s.)’den üstün olarak, ateşten yaratılmış olmasını gerekçe göstermiş ve kendisinin üstün olduğunu iddia etmiştir. İşte azgınlaşan varlık böyledir. Doğru düşünme ve akletme yeteneğini kaybeder. Hem toprağı hem de ateşi yaratanın Allah olduğunu sana unutturur. Sen de kendince nefsine ateşin topraktan üstün olduğu inancını verirsin.
Ateşten yaratılmış olan cinler taifesinden İblis’in görüşü bu iken, aynı topraktan, aynı ana ve babadan (Âdem ve Havva’dan) yaratılmış insanların birbirleri üzerinde üstünlük iddia etmesi de yine kişinin kendisini müstağnî görmesinin tabii bir sonucudur. Miliyetçilik, ulusalcılık, ırkçılık, siyahilerin alt sınıf köle insan olarak takdim edilmesi, Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık v.b düşüncelerinin hepsi de kişinin kendini müstağnî görme hastalığından başka bir şey değildir. Oysa Kur’ân bize kimsenin kimseden üstün olmadığını, hepimizin Âdem (a.s.)’den olduğumuzu, üstünlüğün ancak takvada olduğunu haber veren âyetlerle doludur. Hucurât sûresi 13. âyet de bunun en bariz örneklerindendir. Peygamber (s.a.s.) de konuyla ilgili birçok hadislerinde ‘’Ey insanlar, şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap olana, beyazın siyaha, siyahın beyaz tenliye üstün değildir. Kim Allah›tan daha çok korkuyorsa üstün kişi odur”1 hakikatini bizlere haykırmıştır.
Şimdi doğru akıl bize şunu öğretir ki; hakikat, kişinin seçmesinin elinde olmadığı anne ve babası gibi, nerede ve hangi coğrafyada doğacağı ve ten renginin nasıl olacağı meselesinde ne üstünlüğü olabilir ki? Ama insan azgınlaşınca ve kendini müstağnî görünce doğru düşünme yeteneğini kaybedeceğinden bu sonuçlar maalesef ortaya çıkar.
Bundan dolayıdır ki, yarattığı kulunu en iyi bilen Yüce Allah, yukarıda giriş kısmında mealini verdiğimiz Kur’ân’da ilk inen sûre olan Alak sûresinin 6. ve 7. âyetlerinde insanın azgınlaşan bir varlık olduğunu ve bunun sebebinin de kendini müstağnî yani kendi kendine yetebileceğini görmesi olduğunu bize haber verir.
“İnsan tuğyan (azgınlık )eder. Kendini müstağnî gördüğü için.“ (Alak, 6-7)
Oysa insan çok âciz bir varlıktır. Muhtaç bir varlıktır. Açlığa, susuzluğa, yorgunluğa, uykusuzluğa, sıcağa, soğuğa ve hastalığa karşı son derece zayıf bir varlıktır. Korkuları olan bir varlıktır. Ne zaman ki ihtiyaçları giderildi. İşte o zaman kendini bir şey zannedip, bunları kendisine ikram eden Rabbini unutup isyan eder, şirke ve küfre düşer ya da fasık ve zalimlerden olur. Karnı doymuşsa, sağlık ve gücü yerindeyse maddi imkâna kavuşmuşsa, Allah kendisine oğullar vermişse ya da iktidar ve ordular hizmetine sunulmuşsa işte o zaman bunlar elinde ebediyyen kalacakmış gibi hisseder ve Rabbine kafa tutarak azgınlaşır. Oysa Allah Alak sûresinin 8. âyetinde bizleri uyararak “Dönüşünüz Rabbinizedir” der.
Rabbimiz bu hastalıkların kâfir ve müşriklerin hastalığı olduğunu, mü’minlerin bu hastalığa yakalanmamaları hususunda bizleri uyararak, doğru ve makbul imanın nasıl olması gerektiğini, kâfir ve müşriklerin düşünce tarzına asla sahip olmamamız gerektiğini bizlere vahiy yoluyla öğretmiştir.
Özellikle kâfirlerin bozuk karakterlerini, yanlış inanışlarını iyice anlamamız için bizlere âyetlerini apaçık göndermiştir.
Allah’ın indirdiği hükmü beğenmeyenlerin, gönderdiği peygamberlere tâbi olmayanların, hayatlarını vahye göre değil de, insanların meclis ve parlementoların koyduğu hükme göre düzenleyenlerin karakterleri şöyledir:
“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak ihlasla yalnız Allah’a
yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, Allah’a ortak koşmaktadırlar. Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etsinler, sefa sürsünler bakalım. Ama yakında bilecekler.” (Ankebût, 29/65-66)
İşte vahiy ölçüsüne göre müşrik karakteri… Bir şeye gücünün yettiğini anladığında hiçbir şekilde aklına Allah gelmeyecek… O’nun hükmünü gericilik diyerek hayatına dâhil et-
meyeceksin… Denizde tatlı tatlı rüzgâr esintisiyle gemi giderken Allah’ı hiç hatırlamayacaksın; ama fırtına ve kasırgalar dev dalgalar gemiyi kuşattığında seni bu durumdan yalnız Allah’ın kurtarabileceğini anladığında işte o zaman sadece Allah’a ve O’nun hükmüne teslim olacaksın. O zaman aklına ne laiklik ne demokrasi ne sosyalizm ne kemalizm ve ne de bu ideolojilerin kurucuları gelmeyecek… İzinden gideceğine, ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına and içtiğiniz atanızı hiç aklınıza bile getirmeyeceksiniz.
Ama Allah sizi sâlimen karaya çıkarttığında ise o an için kurtulduğunuzu zannettiğinizde, kendinizi yine müstağnî görerek tekrar sizi o durumdan kurtaran Rabbinize karşı gelmeye O›na ortaklar koşmaya laikler yine laik, demokratlar yine demokrat, komünistler yine komünist, kemalistler de yine kemalist olmaya devam edeceksiniz.
Oysa yegâne ilâhımız ve melikimiz olan Allah sadece zor zamanlarda, sadece ölümlerde, kabirlerde hükmüne müracaat edilecek bir ilâh değildir. O, hükmüne asla kimseyi ortak etmez. Hüküm yalnız kendisine ait olan Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir.
Müslümanlar ancak öyle kimselerdir ki; darlıkta da bollukta da hastalıkta da sağlıkta da iyi günde ve kötü günde Rablerine karşı her daim mütevazı ve alçak gönüllülerdir. Asla kendilerini Rabbinden
müstağnî görmezler. Her daim Allah’ın hükmüne boyun eğmişlerdir. Nefislerinin hoşuna gitse de gitmese de Allah’ın hükmüne itaat ederler. Allah neyi helal kılmışsa helal, neyi haram kılmışsa onu haram kabul eder ve Rablerine hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Allah’ın hükmünü asla gerici ve çağdışı kabul etmez ve her çağda Allah›ın hükmü ve kanunları hâkim olsun diye cehd ve gayret ederler.
İslâm, her daim insanın önüne, hep daha iyisine, en güzeline ulaşma hedefi koymuştur. Dolayısı ile kullukta son zirve, ahlakta en son zirveye doğru yürümek esastır. Ben sahip olunacak bütün ahlâk ve edebe erdim, takvada son noktaya ulaştım diye bir şey söz konusu değildir. Psikolojik bir varlık olan insan her daim daha iyisine ulaşmak için mücadeleyi ön planda tutmak zorundadır. Komşularıyla iyi geçinmek, yetim ve dullara sahip çıkmak, yolda kalmışlara, fakirlere iyilikte bulunmak, akrabayı gözetmek, Müslüman olmayıp sana ilişmeyenlere karşı iyi davranmak gibi erdemli davranışlar, İslâm tarafından hep ön planda tutulmuş, kişinin övünmesi, kibirlenmesi ve sahip olduklarıyla gururlanması asla tasvip edilmemiştir. Bu gibi davranışların Allah’ın gazabına sebebiyet verileceği vurgulanmıştır. Kendini Rabbinden müstağnî göreceği her şeyden sakınması istenmiştir.
Kur’ân’ı Kerim’deki en büyük kıssalardan olan Musa (a.s.) ile Firavun kıssasında da kâfir Firavun karakteri net bir şekilde ortaya konmuş, Müslümanlar bu karaktere sahip olmaması için kendileri uyarılmıştır. Bunun karşısında ise Müslümanların sahip olmaları gereken karakterin ancak Musa (as)’nın sahip olduğu karakter olduğu bir kez daha vurgulanmıştır.
“Andolsun ki biz de Firavun’a uyanları, ders alsınlar diye kuraklık yılları ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık. Onlara bir iyilik (bolluk, bereket) gelince “Bu bizim hakkımızdır” derler, eğer başlarına bir felaket gelirse bunu Musa ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna
bağlarlardı. Bilesiniz ki başlarına gelenler Allah katındandır; fakat onların çoğu bunu bilmez.
Ve dediler ki: “Bizi büyülemek için ne işaret getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.”
Biz de açık seçik mucizeler olmak üzere onların üzerine tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim olmakta direndiler.
Azap üzerlerine çökünce, “Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et! Eğer bizden azabı kaldırırsan mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrâiloğulları’nı seninle göndereceğiz” dediler.
Ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırdığımızda hemen sözlerinden dönerlerdi.
Nihayet, âyetlerimizi asılsız saymaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle kendilerini cezalandırdık ve onları denizde boğduk.“ (A’râf, 7/130-136)
Yıllar geçse de değişmeyen müşrik karakteri her zaman aynı olmuştur. Zor zamanlarda Allah’a
yalvaran, bu durum geçince Allah ‘ı unutan ve Allah yokmuş gibi davranan… O’nu her inkâr eden inkârcı da biliyor ki her şeye gücü yeten ancak Allah’tır. Bu, firavun karakteridir. Bu gücü kendinde gördüğünde azgınlaşan ve kendini müstağnî gören, Allah’ın ve Peygamberi’nin hükmünü hiçbir zaman kabul etmeyen, Allah’ın hükmünü asla anayasa olarak kabul etmeyen, kendisine iktidar verildiğinde, insanları Allah’ın kanunlarıyla değil de kendi yaptıkları anayasalarıyla yöneten,
ancak güçleri bir işe yetmediğinde ise yalnız Allah’a yönelen, Allah’ın hükmünü o zaman hatırlayan zihniyet elbette ki Firavun zihniyetidir. Firavun; ‘Ben sizin Rabbinizim’ demişti. Hani madem insanların Rabbi isen, kaldırsaydın üzerlerinden kıtlığı. tufanı, çekirge, haşerat ve kurbağa istilasını… Bütün Nil ve içecek temiz suları kan olmuş, içecek temiz su bulamıyorlardı. Hadi insanların kanun koyucusuydun ya getirseydin ya insanların içebileceği temiz suyu!
İlâh ve Rab ancak bunlara gücü yeten olmalıydı, insanları nasıl yaşayacaklarına dair kanun koyacak olan, ancak her şeye gücü yeten olmalıydı.
Günübirlik heva ve arzuları değişen, âciz, şehvet sahibi, duygusal, öfkelendiğinde kendini kaybeden, sevinçli iken başka düşünen insan, insanlar üzerine kanun koyucu olmamalıydı. Bundan dolayıdır ki âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, kullarını insan kullarına bırakmamış, gönderdiği kitaplar ve peygamberler vasıtasıyla kanunlarını ve yasalarını kullarına bildirmiş, hiçbir insana değil, sadece kendilerini yaratan, yaşatan ve rızıklandıran Rablerinin kanunlara uymayı onlara emretmiştir. Allah, hükmünde hiçbir ortağının olmadığını (Kehf, 18/26’da) ve hâkimiyetin kayıtsız şartsız kendisine ait olduğunu (Yûsuf, 12/40’ta) haber vermiş, kendi kanunlarına mukabil kanun koyanları sahte ilâh ve Rab olarak beyân etmiş, kendi indirdiği hükümlerle hükmetmeyenleri kâfir, zâlim ve fasık olarak isimlendirmiş (Mâide,6/44-45-47’te) ve kendi hükmüne ortak koşmayı ise asla bağışlamayacağını (Nisâ,4/48) haber vermiştir.
Müslümanlar her asırda Musa gibi inanmaya devam edecek, elinde denizleri ikiye ayıran asa da olsa, sana her daim pişmiş bir vaziyette önüne gelen bıldırcın eti ve kudret helvası olsa da susadığında bir kayadan fışkıran buz gibi su da olsa, sana gölgelik etmesi için Allah üstüne bir bulut gönderse de tavrın hep mütevazı ve alçak gönüllü olarak tıpkı Musa (a.s.) gibi “Rabbim göndereceğin her hayra muhtacım (Kasas, 28/24)” tavrı olacaktır.
Bugün de durum aynı değil mi? Allah’ın hükmünü sadece cenaze ritüellerine sıkıştırmaya çalışmışlar, Kur’ân’ı sadece ölülerin arkasından okunan, Fâtihalardan, Yasinlerden ibaret hale gerirmişlerdir. Sözde aydınları, Türkiye’de hukuk devrimi gerçekleştirildiğini, bu devrimin Batı’dan resepsiyon yoluyla getirildiğini söyleyerek, Türk vatandaşı tarifini yaparken, “İsviçre Medeni Hukuku’na göre evlenip boşanan, İtalya Ceza Hukuku’na göre muhakeme olunan, Fransa İdare Hukuku olan laikliğe göre yönetilen ve İslâm Hukuku’na göre gömülen kişiye Türk vatandaşı denir” diyerek açıkça küfürlerini kusmuşlardır. Oysa Rabbimiz bize gönderdiği kitabında evlenme ve boşanma hukukunu, ceza ve yargılama hukukunu, idare ve yönetim hukukunu, ticaret hukukunu ve hayata dair ne varsa bizlere bunlara ait yasasını Kur’ân’da apaçık âyetlerde haber vermişken, nasıl olur da biz bundan yüz çevirip de, Batı’nın ya da Doğu’nun, Güney’in ya da Kuzey’in, kısaca insanların koyduğu yasalara uyarız? İşte bu kula kulluğun ta kendisidir. İslâm’ın gönderilme gayesi ise kula kulluğu ortadan kaldırmak ve yanlızca Allah’a kul olmaktır. İslâm, bizlere bunun için gönderilmiştir. Kişi burada iki şeyle karşı karşıyadır: Ya yalnızca Allah’ın kanunlarına göre hayatını tanzim edip Allah’a kul olma şerefine erecek. Ya da insanların, meclislerin, parlementoların koyduğu kanunları kabul edip kula kul olma zilletine düşecek. “Artık bundan sonra dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. “ (Kehf, 18/ 29)
Ahmed b. Hanbel, V, 411.