Amerikan başkanı Biden’ın yaptığı açıklama, tarihin ne kadar Türkiye’nin peşini bırakmadığını, Türkiye’nin gündemi ile paralel ilerlediğini gösteren bir örnek. Dolayısıyla tarih eğitimi ve tarih şuurunun da ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor. Bir ülkede, bir toplumda tarihin unutulmaması, ihmale gelmemesi lazım. Maalesef Türkiye’deki tarih eğitiminin tek yanlılığı, cılızlığı bu mesele hakkında bir şey söylemiyor insanımıza.
Amerika’nın Ermeniler ile Alakası Ne?
Binlerce kilometre ötede bir bakıyorsunuz İsveç, Kürt meselesi ile ilgileniyor. Dolayısıyla biz halının altına ne kadar süpürürsek süpürelim bu meseleler bizim meselelerimiz ve peşimizi bırakmayacak. O zaman ne yapacağız? Şimdi kiri kapının ardına ya da halının altına süpürmenin sonu var mı? Ne yapacaksın? Kolları sıvayıp temizleyeceksin.
Ne olmuş, ne bitmiş bir öğrenelim bakalım. Bu toz nereden geliyor, bu kir niye burada birikiyor? Böyle bir işe girişilmediği sürece biz meseleden sürekli kaçacağız. Aman bu sene işte “büyük felaket” desin de “soykırım” demesin diye Amerikan başkanına dua edeceğiz. Nihayet dedi. Kaçmak çözüm değil. Burada bizim bir tavır değişikliği göstererek bu meseleyi gerçekten, sadece iç kamuoyuna değil, dünya kamuoyuna da mal edecek şekilde bir çalışma içine girmemiz lazım. Gerçekten bu hadise bizim aklımızı başımıza getirirse iyi olur, bir süredir yavaş yavaş başlayan bu şuurlandırma çalışmaları güzel bir noktaya ulaşır.
Son 100, hatta 150 yıl içerisindeki dünyada yaşanan savaşların doğrudan ya da dolaylı tarafı olan ABD, milyonlarca insanı katletmiş, kendi bahanelerini üreterek milyonlarca mazlum insanı yok etmiş bir ABD söylüyor 1915’te soykırım olduğunu. Şimdi bu neden önemli? Bakıyoruz çeşitli siyasîler -bunların birçoğu da marjinal sol örgütleri destekleyen ama bir şekilde Türkiye’de siyaset yaptığını zanneden birileri- de bu olayları sahipleniyor. Gençler de meseleden bihaber olduğu ve bilmedikleri için “Acaba bunun aslı olabilir mi?” yanılgısına kapılabiliyor. Çünkü öyle bir algı mühendisliği yapıyorlar ki “Acaba öyle mi?” sorusunu sormuyorlar. Masa başında yazılmış, çizilmiş, karalanmış tarih kitaplarına dalıyorlar. Bu sefer gençler kendi tarihlerine yabancılaşmaya başlıyor. Bunun önüne geçmek için haftalardır, aylardır, hatta bir ömür boyu bu çağrıyı yaptık ama bir türlü cevap bulmadı. Bundan sonra en azından Biden’ın açıklaması bir kilometre taşı olsun.
Demek ki bizim, tarihimizi dört dörtlük öğretmemiz lazım. Türkiye’de yaşayan bir fert olmanın ne anlama geldiğini insanlara anlatmamız lazım. Bu böyle nutuk atarak, Onuncu Yıl Marşı söyleyerek falan olmaz. Sen bu topraklarda yaşıyorsan, bu toprakların tarihini iyi kötü bileceksin, hepsine sahip çıkacaksın. İyisiyle, kötüsüyle. Öte yandan bizim kurtlar sofrasının ortasında oturduğumuzu da gençlerin bilmesi lazım. Buna göre bir zihniyet programı geliştirmemiz lazım.
Türkiye’nin utanacak, başını yere eğdirecek bir tarihi olsaydı bunun altında ezilirdik; ama böyle bir tarihimiz yok elhamdülillah. Böyle bir tarihimiz olmadığı gibi tam tersine iftihar edilecek, dünyaya örnek gösterilecek tarihimiz var. Ama benzer bir durumda mesela bir empati yapılmasını talep edebiliriz: Bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız kendi topraklarında bir müdafaa savaşı veriyor. Savaş verdiğin topraklarda bir halk var, bir etnik grup var. Bu etnik grup, ordunun savaştığı düşman ülkeye yardım, yataklık gibi faaliyetlerde bulunduğu gibi arkadan bir hançerleme operasyonunun içine girmek sureti ile gücünü de epey zayıflatıyor. Buna hangi ülke seyirci kalabilir? Hangi ülke bunun olmasına “aman insan hakları, şu, bu” der? Şimdi bir savaş halindesiniz, şaka değil. Tehlike büyük: Toprak kaybedeceksin, insan kaybedeceksiniz, ekonomik kayıp var ve siyasî itibar kaybedeceksiniz. Bütün bunlar mümkün. Böyle kritik bir durumda hiçbir ülke, hiçbir devlet buna seyirci kalamaz. Burada yapılan tamamen savaş halinde arkasını devletinin savaştığı ülkeye karşı güvenceye alabilmek için tehlikeli olabilecek nüfusu başka bir yere nakletmekten ibarettir.
Şimdi bakın, fotoğrafta yakalanan Ermenilerden. Sivas’ta Merzifon ilçesinde yakalanan silahlar.
Şaka değil bu. Bunları sayfalarca göstermeye devam edebiliriz. Bu silahlar yakalandı. Bakın sayfalar dolusu bomba yakalanıyor, silahlar ele geçiriliyor. Bir devletin içerisinde başka bir ordu kurulmuş neredeyse. Bunlar da Rusya tarafından desteklenmiş. Gizli olarak, el altından Fransa’sı, İngiltere’si, bunlara para yardımı yapmış ve bunlar orada fırsat bu fırsat çalışmışlar Ermeni devletini kurmak için. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı parçalanması an meselesi. Biz de bir taraftan Kafkaslar, Azerbaycan tarafından, bir taraftan da Türkiye tarafında bir büyük Ermenistan oluşturursak bu süreçten kârlı çıkarız. Bunun için örgütlendiler, bunun için çalıştılar, bu faaliyetleri yaptılar.
Sultan 2. Abdülhamid zamanından başlayarak -daha öncesi de var ama onun zamanından itibaren- adım adım buraya doğru gitmek istediler. Dolayısıyla, burada bakın bir misal vereyim: ABD 2. Dünya Savaşı’ndan kimlerle savaştı? Tabii Almanya ve İtalya da vardı ama bir de Japonya vardı tabii. Biz Japonya’yı haritalarımızın sağ tarafında, Amerika’yı sol tarafında gösteriyoruz. Sanki dünya düz bir satıh üzerine resmedilmiş bir dikdörtgenmiş gibi. Ama atladığımız nokta, Japonya ile ABD komşu. Şimdi Japonya ile savaştığı dönemde ne yaptı? Doğu bölgesindeki Uzakdoğulu kim varsa hepsini tek tek tespit etti ve oradan Amerika’nın orta bölgelerine doğru tehcir etti. Hastalıktan açlıktan ölen binlerce insan var. Bunların kitapları yazıldı ve Amerika’nın yaptığı tehcir o sırada Japonlara veya Uzakdoğululara karşı niye yaptı bunu? Madem insan tehciri iyi bir şey değil, niye yaptın, niye özür dilemiyorsun, niye kendin bununla ilgili bir muhasebeye girmiyorsun? “Evet, Japonların acısını kabul ediyorum.” demiyorsun değil mi? Ben onun için şunu diyorum:
Türkiye’de bu tek tek olaylar ve bunlara karşı müdafaaya hazır olunması lazım. Soykırım Araştırma Enstitüsü gibi uluslararası bir enstitü kurulsun ve bununla ilgili ciddi çalışmalar yapılsın. Bu alanlarda insanlar yetişsin. Dolayısıyla bu alanda bir gelişme olduğu zaman, bunu sadece bize tepki verildiğinde, saldırıldığında reaksiyon olarak değil, normal olarak bunlar hakkında derli toplu bilgimiz olsun. Toplum da bununla ilgili bilgilendirilsin.
Öncelikle Batı hayranlığını çöpe atmamız lazım. Bu milleti Batı’nın merkebinin peşine takanların yatacak yerleri yok. Bakın bir fıkra var. Gülmek mi, lazım ağlamak mı lazım bilemiyorum.
Bir deveci varmış, artık yaşlanmış. Develerini satacak, köyüne çekilecek, evinin tadını çıkaracak. Fıkra bu ya, işte develerini yanına almış, demiş ki “Ey develer, ben sizinle bu kadar zaman beraber çalıştım. Gittik, geldik kervanlarla, az yedirdim, çok çalıştırdım, çok yedirdim az çalıştırdım. Sizi satıp köyüme çekileceğim. Bana hakkınızı helal eder misiniz?” Develer de düşünmüş, aralarından birisini sözcü seçmişler. Sözcü ile fısır fısır konuşmuşlar. Sonra sözcü gelmiş. Adama “Helal edeceğiz etmesine de sana da söyleyecek bir çift sözümüz var. Bunu da söylemeden edemeyeceğiz” demiş. “Nedir sözünüz?” demiş deveci. Sözcü deve demiş ki: “Sen şimdi bizi alıp kervan düzüyor, yollara götürüyordun. Bizim gibi koskoca develerin önüne bir merkebi bağlıyordun. Biz sanki yürümesini bilmiyormuş gibi o ufacık, bacaksız merkebin arkasından yürütüyordun. Bu bizim izzet-i nefsimize çok dokunuyordu ama hadi neyse bunu affediyoruz. Fakat ondan sonra bu merkep önüne dere gelir, tepe gelir, bir kayalık gelir, gitmek istemez. Sen itersin. O yana gider, bu yana gider, inat eder, ondan sonra ne yapardın? O zaman onu alıp, bizim üstümüze bağlayıp o bölgeyi, o nehri, o kayalığı bizim üstümüzde geçirirdin. Bu da bize çok dokunurdu ama hadi bu da neyse. Ama o sırtımıza oturttuğun merkebi tekrar önümüze koymuyor muydun? İşte bunu affetmiyoruz.’ Önümüze koyuyorsun, gururumuzu kırıyorsun. Yürümeyi bilmiyor, gitmeyi bilmiyor. Bir de onu tepemize bindiriyorsun. Sonra tekrar bir marifeti varmış gibi önümüze geçiriyorsun, rehber yapıyorsun. Sözü nereye getireceğim?
Batı bizi sömürdü mü? Sömürdü. Ticarî olarak sömürdü, zihniyet olarak sömürdü. Her şeyi yaptı. O da yetmedi. Bir de fiilen işgal etti. Osmanlı’yı da parçaladı. Bir de geldi, başkentinden başlayarak Anadolu’yu işgal etti. Tepemize çıktı. Ondan sonra ne oldu? Normalde bizim bu Garp denilen merkebe kin beslenmemiz ve düşman olmamız gerekirken, tekrar önümüze konuldu. “Bunun izinden ayrılmayacaksınız. Peşinden gideceksiniz!” deyip bize baskı yapıldı. Uymayanlar cezalandırıldı. Bu, hakikaten affedilir bir şey değil.
Batı ile gidebileceğimiz nokta buraya kadar dostlar. Bu noktadan sonra artık bizim kendi yolumuzu, tercihlerimizi, seçeneklerimizi ortaya koymamız lazım. Bu vaziyetten kendimizi nasıl kurtaracaksak onun yöntemine bakmamız lazım. İnşallah aklımız başımıza bu defa gelir. Tarihin, eğitimin, kimliğin, dünya görüşünün, bu topraklarda yaşamanın felsefesinin ne olduğunu idrak edip gençlere bu şuuru aşılamak için bir gayretin içerisine girmemiz lazım.
1915 olayları tam olarak neydi?
Bununla ilgili araştırma önerisini sürekli tekrarladı Türkiye, “Gelin arşivlerimizi açalım” dedi. Bir mahkeme kurulmadı, olayları inceleyen bilirkişiler yok. Biden “soykırım” deyince o soykırım olmuyor. Bugün bunu söylemen tarih ve hakikat nazarında bir anlam ifade etmiyor.
Ermeni çetelerin yaktığı köyler orada. Türklere ait çok sayıda toplu mezar bulundu ama Ermenilere ait bir tane bile toplu mezar yok. Yapılan araştırmalarda Ankara’da, İstanbul’da Ermenilerin nüfusu az değil. Yani soykırım diye bir şey olsa Ankara’da Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda ve İstanbul’da Ermenilerin ne işi vardı?
Bazı belgeleri sunarak gösterelim.
Bâb-ı Âlî (şifre) Dâhiliye nezareti
Emniyet-i Umumiye Müdiriyeti
Umumi
Hususi (5721)
Adana Vilayetine
Hasta ve ama Ermeni ailelerinin sevk edilmemesi
2 Eylül Sene 1331
Nazır
Bakın, bu Adana vilayetine İçişleri Bakanlığı’ndan yazılan şifre. O zaman 1915 şifreli, telgraf manasında. Adana vilayetine, -maalesef alfabemiz değiştiği için bu artık Çince gibi geliyor ama çok basit bir belge bu- şunu diyor: “Hasta ve âma Ermeni ailelerin sevk edilmemesi.” Eğer yapılan bir soykırım olsaydı, Osmanlı Devleti bunu amaçlamış olsaydı hasta ve amaları korumak için bu talimatı İçişleri Bakanlığı’nın Adana vilayetine göndermesi düşünülebilir miydi? Ölsün işte, kurşun harcamana bile gerek yok. Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde de binlercesi var bu belgelerden. Birkaç belge sunacağım.
Soykırımda amaç soyu kurutmaksa yaşlıyı mı öldürürsün, çocuğu mu? Çocuğu, değil mi? Çünkü çocuğu öldürdüğün zaman 50 sene kaybettirirsin o millete, yaşlıyı öldürürsen 10 sene. Ne yapması lazım? Soykırım yapanın tam tersine çocukların imhası ile ilgilenmesi lazım. Yaşlı zaten 3-5 seneye kadar ölecek. Lakin arşivde tam tersine çocukların himayesi ile ilgili çok sayıda talimat var.
O zaman en başa dönelim: “1915’te ne oldu?” sorusuna cevap arayalım.
Ama biraz geriye gidelim isterseniz. 1894-95’te ne oldu?
O zaman “kızıl sultan” realitesi ile karşı karşıya geliyoruz. “Kızıl sultan realitesi” dedim, yanlış söylemedim. Sultan Abdülhamid’e Kızıl Sultan diyenlerin realitesinden bahsettim. Bugün bir taraftan “Ermeni soykırımı olmamıştır” deyip diğer taraftan Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” diyen biri aslında bir taraftan Ermeni soykırımı yok, bir taraftan Ermeni soykırımı var demiş oluyor farkında olarak veya olmayarak.
Peki, Sultan Abdülhamid’e niye Kızıl Sultan dediler? Ermenileri isyanlarını bastırırken onları öldürdü, diye bu yaftayı taktılar. Sen bir taraftan soykırım var diyorsun, bir taraftan yok. Düpedüz Ermeni ağzıyla konuşuyorsun, Ermeni propagandasını yapıyorsun. Sultan Abdülhamid’e Kızıl Sultan diyenler esasen Ermenilerdi.
Ermenilerin bunu demesini anlayabilirim. Birtakım isyanlar çıktı, bastırılmasında güç kullanıldı. Ama bir Türk’ün, bir Müslümanın, bir Arab’ın, İslâm tebaasının bunu demesini anlayamam. Bu, şuursuzluğun dik âlası.
Peki, 1894’te ne oldu? 1878 Berlin Kongresinde bir madde koymuşlardı. 62. Madde. Doğu Anadolu’da Osmanlı Devleti reform yapacak, Ermenilerin haklarını tanıyacaktı. Berlin Kongresi’nde Sultan Abdülhamid bir atak yaptı ve Doğu Rumeli’yi açtırmak için (zira Balkanlardaki topraklarımız kapanmıştı önümüzde) bir taviz verdi. Dedi ki “Ben Ermenilerin yaşadığı bölgelerde ıslahat yapacağım. Buraya müfettiş göndermeyin.” Avrupalıların niyetleri o bölgeye tarafsız ülkelerden müfettiş gönderip orayı yavaş yavaş hazırlamaktı. Berlin Anlaşması’nın 62. maddesine bunu koydurduktan sonra Sultan Abdülhamid’in “Ölürüm de bu maddeyi uygulamam” dediğini biliyoruz. Uygulamadığı için de Ermeniler giderek kinlendi. İşte Kızıl Sultan lafı ondan çıktı ve Canik’ten, Samsun’dan başlayarak Van’a kadar bir yay içerisinde her gün bir vilayette isyan çıkardılar. Müslüman köylerine, evlerine saldırdılar. Birisini bastırıyorsun, ertesi gün -çok büyük bir plan var burada- yandaki vilayette çıkıyor, oradan çıkıyor, buradan çıkıyor… Derken bunları bastırmak isterken mecburen kan da döküldü. Hamidiye Alayları’nın bunların bastırılmasını sağlamak üzere devreye girdiği görüyoruz.
Sultan Abdülhamid devrinde bu taleplerine karşılık verilmediği için Ermeniler ne yaptı? Dışarıdan propagandaya giriştiler, kitaplar yazdılar, dergiler çıkardılar, vs. Kızıl Sultan, Le Sultan Rouge oradan çıktı.
Bunlar yapılırken Sultan Abdülhamid’in çok enteresan bir atağını görüyoruz. Alman imparatoru Wilhelm, Türkiye ile çok yakın ilişkiler kurmak istiyordu. Tabii menfaati de vardı. Osmanlı’yı yanına almak kendisi için avantajlıydı. Dedi ki: “Kudüs’e seyahat etmek istiyorum.” Tamam dedi Sultan. “Kudüs’e gitmene izin vereceğim ama sizden de bir şey istiyorum karşılığında. Kudüs’e gideceksiniz, dünya basını sizi takip ediyor olacak, orada bir basın toplantısında “Ermeni meselesinde Türkiye haklıdır, Osmanlı haklıdır, biz de onların yanındayız” diyeceksiniz.” Ve İmparator dedi bunu. O zaman Almanya dünyanın üçüncü gücü siyasî ve askerî olarak. Bunu deyince bir anda ortalık karıştı. Avrupa’daki dengeler değişti. Ermeniler baktılar ki Sultan Abdülhamid’le yine başa çıkamıyorlar. Onların maksadı isyan sırasında Avrupa kamuoyunu fişekleyerek bölgeye uluslararası bir müdahale yapılmasıydı. Böylece bir özerk ya da bir bağımsız devlete gitmekti. Sultan engelledi, bastırdı, müdahale ettirmedi.
Yine bu aşamada Amerika’da bir gazeteci, diplomat Müslüman oldu. Adı Alexander Russell Webb olan bu adama New York da kitap yayınlattı. “Türkler Ermeni meselesinde neden haklıdır?” diye. Türkçe kitabı burada basıp dağıtmak marifet değil. Orada bu işleri yapmak önemliydi ve yaptı da. Selanik’te Osmanlı Bankası havaya uçuruldu. İstanbul’daki Osmanlı Bankası’na baskın yapıldı, sivil personel rehin alındı. Bunlar hep Abdülhamid’i sıkıştırmak içindi; ama bir şekilde Selanikteki rehin olayının da içinden çıktı Abdülhamid. Formülleri vardı onun kendine göre ve böylece onun devrilmesine kadar bu mücadele devam etti.
İttihat ve Terakki iktidara geçtikten sonra Taşnak, Hınçak vs. gibi Ermeni örgütlerle çok sıcak ilişkiler kuruldu. Biz Osmanlıyız, hepimiz kardeşiz, hürriyet, uhuvvet vs. İlk başta bir kardeşlik havası eser gibi oldu fakat Ermeni teşkilatları fırsattan istifade güçlendiler ve hem bilinçlendirme, hem silahlanma anlamında yatırımlar yapıldı. Ve 1913-14’lere kadar bu ilişkiler devam etti.
Osmanlı Devleti de onların Rusya karşısında Türkiye tarafında kalmaları için kendileriyle görüştü ve teklifte bulundu. Dedi ki: “Bu savaş ortamında bizden yana tavır koyun, Rusya’dan yana değil”. Hatta müzakereler de yapıldı ama Ermeni örgütleri dediler ki “Hayır, sizinle bu iş olmuyor. Biz Rusya’nın tarafındayız.” Yani o noktaya kadar anlaşmaya çalışan Osmanlıydı. Dışlayan, kışkırtan değil, anlaşmaya çalışandı. Yani bunların isyan etmemesi için her türlü enstrüman ortaya konuldu ama kararlarını verdiler ve neticede ipler 1914’ten itibaren koptu ve zaten yıl sonunda Sarıkamış Harekâtı başladı.
1915 Ocak ayında Sarıkamış felaketine dönüştü bu. Seferberliğe çıkılmış ama içeride bir örgütlenme var ve bunları biliyorlar. Onlarla toplantılar, kongreler yapmışlar. Dolayısıyla yollar ayrıldı ve sonuçta Ermeniler Rusya’nın kendilerini kurtaracağına inandıkları için tercihlerini o yönde kullandılar. Derken 1915’e gelindi. Osmanlı Devleti bir taraftan savaş, bir taraftan içeride örgüt faaliyetleri, vs. hepsinden haberdarlar. İsyanları ve ufak çaplı müdahaleleri oluyor. Bu noktada bir karar veriliyor ve bu karar “tehcir kararı” olarak karşımıza çıkıyor. O bölgede biz arkamızda bir ihanet gücü. Çünkü kimin hain, kimin gerçekten masum olduğunu bilemiyorsun.
Bunların içerisinde çeteler var. Mesela; Ermeni tehcirinin sebepleri üzerine Hariciye hukuk müşaviri Mehmed Münir Bey’in raporu var. Diyor ki;
“Ermenilerden hiçbir kimsenin günahları tehcirden kurtarmak için hükümete ihbarda bulunmamış olması ve harbin pek seri bir surette inkişaf etmekte olan safahatı arasında …. derin tetkikatta bulunmak kabil olmaması ve bu kabil olsa bile bu kasabada bir sakin Ermenilerin hangilerinin hakikaten komitelere mensup ve aynı efkâr-ı ihtilalkaraneye sahip olup olmadığının ve fırsat karşısında hükümete karşı hareket etmeyeceğinin belirlenmesi imkânının olmaması nazar-ı itibara alınırsa tehcir muamelesinin tatbikinde zarurette şüphe kalmaz.”
İşte böyle bir ortamda Ermeniler güneye doğru gönderiliyorlar. Tabii bu kolay bir şey değil, ben ‘oh oldu’ diyenlerden değilim. Müslüman vicdanıyla olaya yaklaşıyorum. Bir insanın evinden alınması, yüzlerce kilometre yaya yürütülmesi, sağlıklı bir insan için bile çok sıkıntılı bir hadisedir. Çocuk var, kadın var, yaşlı var… Lakin mesela Bingöl’de, Diyarbakır’da, Urfa’da, Merzifon’da, Samsun’da Ermenilerin yüzyıllardır komşu olarak yaşadıkları insanlara saldırması, katliamlar de masanın bir tarafına konulmalı. Burada - tehcir olayını sanki bunlar hiçbir şey yapmıyorlardı, uyurken alınıp götürüldü diye bir şey söz konusu değil, ortada bir tehdit var.
Bu resimde görülen iki kadın gibi binlerce Ermeni kadın silahlanmış. Bunlar gibi daha yüzlerce, binlerce misal var. Mehmet Ali Birand’ın bilinmeyen bir kitabında, katliamlarda ağızları burunları kesilerek, vahşi bir şekilde öldürülen insanlar var. Osmanlı Devleti de bunlara karşı bir tedbir almak mecburiyetinde kalmış.
Diplomaside birtakım argümanlarla çevreleme siyaseti güdülür. Ama şu açıdan da düşünmek lazım, Ermeni soykırımı iddiasının Türkiye üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılması siyaseten çok kıymetli.
Ben çok ehemmiyetli bir vesika dizisi açıklayacağım. Muhterem Cumhurbaşkanımıza 2015 yılında Beştepe’de tarihçilerle buluştuğumuzda bu vesikayı iletmiştim. Dedim ki: Fransa, Almanya, Hollanda gibi devletler bizi Ermenilere soykırım yaptığımızı kabule zorluyorlar. Elimizde çok mühim bir argüman var. Bu argüman şu: Türkiye Ermeni soykırımı iddialarının gündeme getirilip köşeye sıkıştırılması için kullanıldığını fark ettiği 1919 yılında Sadrazam Tevfik Paşa tarafından çok önemli bir karşı atakta bulundu. (Tevfik Paşa aynı zamanda Osmanlı’nın son Sadrazamıdır.) 13 Şubat 1919 yani İstanbul’un işgalinden 3-4 ay sonra Tevfik Paşa ve Türkiye şu teklifte bulunuyor: İngiltere, Fransa, İtalya, İstanbul’a işgale geldiler bizi Ermenilere soykırım yaptığımızı söylemeye başladılar. Buna mukabil biz de şunu teklif ettik:
“Tarafsız hukukçulardan oluşacak bir tehciri komisyonu kurulsun.”
Tarafsız hukukçular, yani savaşta bizimle savaşmamış olan ülkelerden, Danimarka’dan, İspanya’dan vs. hukukçular gelsin, bunu soruştursun Türkiye’de. Ne yapmak istiyorlarsa yapsınlar, güç de sizde. İşgal altındayız, bunu engelleme gücümüz yok. İktidar bizde olsa adamları bazı yerlere sokmayız vs. Öyle bir şey de yok. Arşivler zaten sizin elinizde. Gelsinler Türkiye’de bunlar bu meseleyi soruştursunlar. Fakat, gelen cevap çok enteresan.
“Biz bu oyuna gelmeyiz, bu teklifi kabul etmeyiz.”. Belgede karşımıza çıkan şey bu. Yani, İngiltere, Fransa, İtalya; tarafsız hukukçulardan oluşacak bir komisyonun Türkiye’ye gelip çalışma yapmasına engel olmuş. Bundan daha net, daha açık, kendimize güvendiğimizi gösteren bir kanıt bulunabilir mi? Bütün imkânlar ellerinde. Gelsinler diyoruz, araştırsınlar. Bu 13, 8, 10 ve 11’i
Bunun üzerine ne yaptı Osmanlı? Biraz da haddini aşarak Bir emrivaki yaptı. Dört ülkeye telgraf çekti. Gelin bir komisyon kurulacak. Tarafsız birer hukukçu bize gönderin. Ermeni meselesinin araştırması yapılacak. Telgrafları çektik. Bakın kendimizden ne kadar eminiz. Zaten tehcir mahkemeleri-kurduk yargılama yapıldı. Cezalar verildi. İlaveten bir uluslararası komisyonun bu işe el atmasını istiyoruz ki artık üzerimizde bir kılıç gibi sallandırılmasın. İngiltere, Fransa vs. ne yaptı peki? Türkiye’den çekilen telgraf Avrupa ülkelerine, Köstence’den gidiyordu. (Köstence- Karadeniz’in batısında bir liman şehri.) Ana telgraf istasyonu oradaydı. Hemen haber verdiler, dediler ki: yakalayın. Telgrafları telden giderken yakalıyorlar. İki tanesini yakalamışlar, indirmişler. Onlar gitmedi fakat diğer ikisi yerine ulaştı. Biri Danimarka biri de İspanya. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İtalya elçilerini ilgili ülkelerin Dışişleri Bakanlığına gönderdi. Sakın hukukçu göndermeyin Türkiye’ye diye baskı yaptılar. Baskı yaparak bu projeyi kendi elleriyle bitirdiler velhasıl. Eğer bir suçumuz olduğuna inanıyor olsaydınız, işgaliniz altında olduğunuz bir zamanda, teklif bizden geldiği hâlde bunu neden kabul etmediniz? Neden henüz hadise sıcakken, dört yıl önce olmuş bir hadise, canlı şahitler de var, mahkeme kurmadınız, soruşturmalarda bunu kullanmadınız? Dolayısıyla bugün söylediğiniz hiçbir şey hukuken ve tarihen geçerli değildir diyebiliriz kendilerine.
Dolayısıyla onların burada dertlerinin Ermeniler, şunlar, bunlar olduğuna inanmıyorum. Sultan Abdülhamid’in çok güzel bir sözü var, “Ermeniler en büyük kötülüğü kendilerine yapmışlardır. Bizim onlarla bir derdimiz yoktur” diyor. Ermeni Patriği var, Ormanyan. Adamla can ciğer kuzu sarması Sultan Abdülhamid. Sadık bir insan. Ve onun zamanında çok uzun süre patriklik yaptı. Bir problemi yok. Hazine-i Hassa nazırı Ermeni, vs. Zaten Osmanlı Devleti’nin hiçbir etnik grupla etnisite sebebiyle derdi, bir sıkıntısı, olmadı. Bir Ulah neyse bir Arap da odur. Bir Çerkez neyse bir Rum da odur. Hatta daha da enteresanı Ermeni kiliseleri arasında bir sorun yaşandığı zaman Osmanlı Devleti devreye girip onları barıştırırdı. Mezhepler arasında transferler dahi engellenirdi. Mesela bir Çarkcıyan diye bir Ermeninin, “Türk Hizmetinde Ermeniler” diye bir kitabı var.
Mesela 1828 yılında Protestan Ermeniler Katolik Ermenileri padişaha şikâyet edip tehcir ettirmeleri olayı var. Sultan 2. Mahmud zamanı, bunlar sizin aleyhinize çalışıyor diye öyle bir kamuoyu oluşturuyorlar ki padişah da bunları doğuya sürgün ediyor. Fakat İzmit’te sürgün edilenlerin büyük bir kısmı yerli cömert Müslümanlar tarafından hazırlanmış çadırlarda ve kervansaraylarda alıkonuldu ve iki gün misafir edildi. Giresun’da Müslümanlar Katolikleri korudu. Katolikleri, Erzurum valisinin yola çıkmadan önce kelepçelerden kurtardığı için sevinçten ağladılar. Sonunda yaklaşık üç bin Katolik hanenin tamamen masum olduğunu Bâb-ı Âlî’ye yazarak sürgün durduruldu. Müslümanlar “Bunların ne suçu var, bunlar Protestanlarla aralarındaki çatışmadan dolayı mağdur ediliyor” diye ikna edici kanıtlar ortaya koyunca padişah sürgün kararını kaldırıyor ve tekrar dönüyorlar ama dikkat edin, bir Ermeni’yi Ermeni’den koruyor yani devlet.
Bizim milletimizin ırkçılık şeklinde bir soykırım gibi bir düşüncesi olamaz. İslâmiyet’ten dolayı olamaz, imparatorluk geçmişimizden dolayı olamaz. Böyle bir örnek yok. Bizdeki en aşırı ırkçı diye bildiğimiz Nihal Atsız Osmanlı’yı, Osmanlı hanedanını savunmuştur. Batı’nın anlı şanlı filozoflarından Hegel “zencilerin ruhu yoktur” der. Leibniz, “Türklerin kafası yok galiba” der. Yani onlar kafasız doğmuş bir millettir. Aşağılama ve insanlık çemberinin dışına itme, şeytanlaştırma yönünde bir tavır vardır Batı’da. Hepsi Alman Nazizminin temellerini oluşturur.
Almanlar ne diyor mesela; Yahudileri, bu pislik insanları, parazitleri temizlemek insanlığa hizmettir. Onları yok ederken insanlığa hizmet ettiğini düşünüyor. Böyle bir anlayışın bizde olması katiyyen zaten söz konusu değil. Zaten böyle bir felsefemiz yok, zihniyetimiz yok. En fazla biraz kızarız. Sonra barışırız. Çok milletle de tarih boyunca bunu yaşamışızdır. Bizim bu âlicenap tarafımız hem iyi hem kötü… Birçok şeyi çabuk unutuyoruz ama öbür taraftan da bize büyüklük, üstünlük kazandırıyor manevî manada. Devlet için, asayiş için bir operasyon yapılır, operasyon bittikten sonra artık onlar düşman olmaz.
Bakın Prof. Türkkaya Ataöv, Ermeni meselesini araştırmaya nasıl başladığını anlatmıştı beraber katıldığımız bir televizyon programında. Dedi ki: Ben Ankara Siyasal’da hocayım. Osmanlıca da bildiğim için devlet bir gün beni çağırdı. Arşive gir bir bak bakalım Ermeni meselesi diye bir şey varmış, ne var orada diye bana görev verdiler. Sene 1974. O zamana kadar arşivde bu yönde bir çalışma yapılmamış. Niye 1974? Bizim büyükelçilerimizin, diplomatlarımızın ASALA tarafından öldürülmeye başlandığı tarih. O zamana kadar Türkiye bu meseleyi başta da dediğimiz gibi halının altına süpürmüş, görmezden gelmiş. Böyle bir şey yok demişiz. Olmayabilir ama bunu bilerek dersin, gözardı ederek değil, uzmanlarını yetiştirerek dersin. Ermeni meselesinde tamam genç akademisyenler yetişiyor, eyvallah. Ama çok geç kalındı. 106 yıl geçti. Halil İnalcık gibi birisi mesela Ermeni meselesine çalıştırılamaz mıydı? Bir kitap yazdığın zaman bütün dünya tarihçileri okuyacaktı. Kaynak olarak kabul edilecekti. Ama böyle bir fırsat kaçtı. Devlet bunu niye yönlendirmedi? Bilim, gelişi güzel yapılmaz. Bilim, bir politikayla beraber yapılır. Politikayla yapmazsanız bir hâsıla çıkmaz. Bilimde hasılanın çıkması için, yönlendirirsiniz. Nasıl yönlendirirsiniz? Fon ayırırsınız. Gel dersin bu fonun başına geç, bu projeyi yönlendir. Çalışacaklar kendiliğinden o tarafa kayar. Bu gayet basit bir politikadır ve bütün dünyada uygulanan yöntem budur.
Türkkaya Bey’e şunu söylemiştim: “Hocam 1974 çok geç bir tarih değil mi? 50 yıl geçmiş Cumhuriyet’in kurulmasının üzerinden. 50 yıl boyunca niçin bir çalışma yapılmamış, niçin tezler hazırlanmamış, dersler verilmemiş?”
Bu bilgilere haiz olmayışımız sonucunda Batı kamuoyuna bu meseleleri anlatma fırsatını kaçırdık. Sonuçta, bugünkü vaziyete gelindi. Geç oldu ama bir uyanış da başladı. İnşallah geç olsun gama üç olmasın diyelim, ama Türkiye’yi de kolay günler beklemiyor. Tarih alanında şuurlanma ve şuurlandırmanın ne kadar önemli olduğunu idrak ettiğimizi ümit ediyorum.