15 Ocak 2025 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / BATI’DA ŞİDDETİN KÖKENLERİ ÜZERİNE
BATI’DA ŞİDDETİN KÖKENLERİ ÜZERİNE

BATI’DA ŞİDDETİN KÖKENLERİ ÜZERİNE Necdet MEŞE

“Her ne pahasına olursa olsun zenginleşmek arzusuyla hareket eden Batı toplumları, insanoğlunun yaşamını her alanda ilgilendiren ihlallerine devam etmektedir. Batılı yöneticilerin sergilediği kibirli ve açgözlü tavrın insanlığa maliyeti onarılamaz seviyelere ulaşmıştır. Dünya siyasetinin hamiliğine soyunan bu devletler, kendi çıkarları uğruna uyguladıkları politikalarla başta İslam coğrafyası olmak üzere tüm dünyayı ve tabii ki kendi halklarını felakete sürüklemektedir.” Batı’nın Krizleri Raporu’ndan(1)
 “Umarım İsa Efendimiz, bunlar gibi kalabalık toplulukların dinimize döndürülmesi ve Kilise’ye kazandırılması için, aynı zamanda Baba’ya, Oğul’a ve Kutsal Ruh’a inanmak istemeyenlerin de yok edilmesi için siz Yüce Efendimiz’in karar vermesine yardım eder…” Kristof Kolomb, Seyir Defterleri (İspanya Kraliçesine Mektup)(3)
Batı yahut Batı Medeniyeti dendiğinde ilk akla gelen şey şiddettir. Batı Medeniyeti, Batı tarihi ve Batı insanının zihni şiddetle özdeştir! O kadar ki, Batı tarihinin -kısa yahut uzun- hangi dönemini çekerseniz çekin, karşınıza çıkan şiddetten başka bir şey olmayacaktır! Sadece 20.yüzyıl bunun en çarpıcı örneğidir; Batılı emperyalist ülkeler çıkar paylaşımında I. ve II.Dünya Savaşı başta olmak üzere büyük savaşlar çıkarmış ve sömürgeci emelleri yüzünden çağımızda 100 milyondan fazla masum insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Eric Hobsbawm, 20. yüzyılın “yazılı tarihin en caniyane yüzyılı” olduğunu ve bu yüzyılda savaşlar sebebiyle ölen insanların toplamının 187 milyon olarak belirlendiğini dile getirmiştir.(4)
Acımasız bir tespit olarak görülse de, günümüzde “Avrupa’nın krizi” başlığıyla yumuşatılarak ifade edilse de, “Batı’ya özgü” bu “sürekli şiddet” Batılı aydınlar arasında konuşulmaktadır. “Edmund Husserl ile Michel Henry, bu kriz sorununu elli yıl arayla ele almışlardır; biri bunu, “Avrupa insanlığında hayatın radikal krizi” olarak (E.Husserl), diğeri “Batı’nın barbarlığı” olarak (M.Henry) nitelemiştir… Krizin, böylece Avrupa’ya ve Batı’ya ilişkin diye nitelendirilmesi, hemen dikkatimizi çekmektedir. Kriz ya da barbarlıkta, Avrupa ve Batı söz konusu.”(5) Aynı makalenin devamında Ahmet Soysal meseleyi biraz daha yumuşatmaya çalışsa da gerçeği ifade etmekten imtina etmez; “Oysa, bunu basit ve tek yanlı biçimde anlamamak gerekir: Onlarda var sayılacak karanlık bir özden dolayı, kendi krizlerinin ve çöküşlerinin sorumlularıymış gibi, ve buradan da dünyanın geri kalan kısmına dayattıkları (ve dayatmaya devam ettikleri)… gezegen boyutunda bir yok oluşun sorumlularıymış gibi.” (6)
Avrupa ana karasında ve ABD’de karşımıza çıkacak “görece barış” yılları kimseyi aldatmasın; her ikisinde de barış yılları kendi aralarındaki uzun çarpışmalardan ve iç savaşlardan sonra kazanılabilmiştir! Avrupa ana karasında ve Amerika Birleşik Devletleri’nde iç dengeler üzerine zorlukla kurulabilmiş bu barışa “Batı barışı” diyelim. “Batı barışı” geçmişi, gerçekliği ve geleceği olmayan bir hayalden ibarettir! Geçmişte Avrupa’da vuku bulan ve 7 yıl, 30 yıl ve 100 yıl süren bitmek bilmez savaşları hatırlayalım.
Bu, II.Dünya Savaşı’ndan sonra hem güç bölgelerine (kanton, federasyon vs.) ayrılmış -Banu Avar’ın tabiriyle- “sınırlar arasında” son derece sorunlu zeminler üzerine zoraki tesis edilmiş “kırılgan” bir barış, hem de kendi coğrafyaları dışında kan dökmekten, dünyanın geri kalanını terörize etmekten çekinmeyen tuhaf ve çarpık bir “barış” anlayışıdır! “...Kendi halkını, Kopenhag kriterleri bir yana, minimum insan haklarından mahrum bırakan, her köşesinde ayrılık rüzgârları esen bir Avrupa! Barış ve demokrasi meleği kuzey ülkeleri silah satışında rekor kırıyor. Amerikan üsleri İskandinavya’dan sonra İrlanda’ya da yerleşiyor.. Avrupa adeta yeni bir Haçlı Seferi’ne hazırlanıyor.”(7)

“Batı Barışı”nın şimdilik ince dengelerle korunabildiğini, fakat kendi elleriyle kan gölüne çevirdikleri bir dünyada, üstüne oturduğu “kırılgan zeminde” bunun devamının mümkün görünmediğini kaydedip asıl konumuza dönelim.
Bakmayın ülkemizde körü körüne Batı’ya hayran olanların, yüz yıldır sömürgeci bir eğitim anlayışıyla beyni yıkananların ucuz Batı övgülerine, emsalsiz Batı hayranlıklarına! Bu “Mustağriblerin (Batılılaş/tırıl/mış)” Batının ne karanlık geçmişinden, ne kanlı tarihinden, -Hakan Albayrak’ın o müthiş kavramlaştırmasıyla- ne de “Batı’nın soykırımcı tabiatından” haberleri vardır! Barışı, hümanizmi, hoşgörüyü kendi hanelerine, savaşları, katliamları, terörü her zaman “barbar” addedip “ötekileştirilen” mazlum milletlerin hanesine yazarlar.
“Batılılar dün olduğu gibi bugün de kendileri gibi olmayan, amel etmeyen, giyinmeyen, konuşmayan insanlara alerji duyarlar. Yeni bir “Haçlı Seferi” başlatan ABD Başkanı G.W.Bush, “(Afgan erkeklerinde) zerre kadar insanlık olmadığı düşüncesindeyim. Bu yüzden böylelerini öldürmek çok eğlenceli.” diyen ABD’li General James Mattis ve benzerleri, Batı ülkeleri başta olmak üzere bütün dünyayı tek renge boyamak isteyen Batı medeniyetinin 900 küsur yıldır değişmeyen ırkçı ve soykırımcı tabiatını ortaya koyuyorlar.”(8)
Batının kan, gözyaşı, işkence, ölüm, zulüm, katliamdan ibaret olan “şiddet tarihini” araştıranlar, gerçekten de Batı’nın mizacına yapışmış, tabiatı haline gelmiş gayr-i insanî bir şiddetle karşılaşacaklardır! Bizim de konumuz, tam olarak Batı’nın tabiatına işlemiş, Batı’nın mizacı olmuş bu kör şiddetin nedenlerini sorgulamak, anlamaya çalışmaktır. Başta kitleler halinde Afrikalıları köleleştirip katleden, Kızılderilileri, Mayaları, İnkaları ve Aztekleri, kültürleriyle beraber yok eden, Doğu ve Uzakdoğu’da Arap, Çinli, Hintli, Vietnamlı, Malay ayrımı yapmadan hemen her ırktan insanı işkence ve katliama tâbi tutan bir medeniyetten(!) söz ediyoruz! Öldürmekle, yok etmekle kalmayıp topraklarını, yer altı ve yer üstü zenginliklerini doymak bilmez bir iştihayla yağmalayan, kendi yurdunda insanları açlığa ve susuzluğa mahkûm eden ve karşılarına geçip ölümlerini izlemekten fütur etmeyen bir zihniyetten söz ediyoruz! İnsan olmakla birlikte acıması, sevgisi, vicdanı ve merhameti olmayan, bu tür insanî duygulardan sıyrılmış Batılı” beyaz adam”dan o “beyaz canavar”dan söz ediyoruz!
Kendi insanını “homo homini lipus (insan insanın kurdudur)” diye tanımlayan o Avrupa ki, yamyamlığını yeni gittiği bütün kıtalara, bütün ülkelere taşımaktan ve insan eti yemekteki hünerini dört asır boyunca bütün dünyaya açıkça göstermekten çekinmedi.(9)
Şiddet duygusu Batı’da adeta bir virüs gibi; yönetimden ekonomiye, dinden sanata, medyadan siyasete, ordudan sivil topluma, edebiyattan sinemaya kadar her şeye öylesine sinmiş durumdadır ki, günlük/rutin işleyiş bile şiddetin dilinden kurtulamaz. Göçmenler, yabancılar ve bunlara yönelik haklar söz konusu olunca, hele de İslam’dan-Müslüman’dan bahis açılınca, sömürü-emperyalizm gündeme gelince yüzlerindeki o hümanist/romantik maske hemen düşüyor ve yerini anında şiddet diline bırakıyor.
Modern çağda Batı, teknolojinin imkânlarını kullanarak şiddeti kitleselleştirmeyi başarmıştır. Son yüz yıldır bir düğmeye basarak yüzbinlerce kişiyi öldürebilecek, onlarca şehri yok edebilecek kadar teknolojide üstün gelişmeler sağlamıştır! Başka bir deyişle, Batı Medeniyeti insanlıkta sürekli irtifa kaybederken, şiddete ise adeta kutsallık kazandırmıştır!..
Bunca zulüm ve katliamların arkasında, kendisini tanrılaştıran ve kendisinden başkasını insan olarak görmeyen “hastalıklı” bir anlayış yatmaktadır. O kadar ki, bunu coğrafî bilgileri içeren ve aslında zihniyetlerinin bir yansıması olarak çizmiş oldukları haritada da görmek mümkündür: “Yeryüzü burada suyla çevrelenmiş, merkezinde Kudüs ve Avrupa’nın yan yana oldukları, yassı bir tepsi gibi gösterilmektedir. Daha uzakta, halkı köpek başlı maymunlar, tekerlek ayaklılar ve tek ayaklar olan kavurucu ve canavarca bir ülke vardır. Son olarak da bütün bunların çevresinde sudan bir halka vardır. Kıta tarihinin ne olacağını haber veren simgesel görüş: Avrupa Yeni Kudüs’tür. Avrupalılar insan, diğerleri canavardır.”(10)
“Humanizm”i insanlığa çok büyük bir düşünce sıçrayışı, büyük bir erdem gibi sunsa da, Batı’nın en büyük zaafı insanı her şeyin merkezine koyarak adeta “tanrılaştırması”dır! Aslında Rönesans’tan sonra Batı düşünce sisteminin ortaya koyduğu seküler ve pozitivist akım, Batı insanının zihninde “insanı merkeze almayı” meşrulaştırmıştır. İleride görüleceği üzere, kutsiyet kazandırılmış geçmişteki “tanrı-insan/tanrı-kral” fikri bu meşrulaştırmaya zemin hazırlamıştır. Batı düşünce tarihi bize göstermektedir ki, antik çağlardan modern çağa kadar geçen süreçte, her çağa özgü düşünce ve inanç biçimlerinde
 “insan merkezli” bir kutsama kesintisiz şekilde devam edegelmiştir.
Batı zihniyetinde şiddete kaynaklık teşkil eden inanç, kültür ve düşüncelerin Antik Yunan’dan başlayarak izini sürelim.
Batı, mensubiyetini ilan ettiği üç düşünce döneminde de yaratılışa inanmaz; Antik Yunan, Antik Roma ve Hristiyanlık. Hristiyanlık inancı her ne kadar “yaratılıştan” Kutsal Kitap’ta (İncil ve Tevrat) bahsetse de, Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olduktan sonraki kanlı ve din dışı fetva ve icraatlarıyla, dünyada adeta tesadüfen yahut başıboş olarak var olduğu izlenimini vermiştir. Tek olan ve hesaba çeken bir yaratıcıya inanıyor görünse bile, amel düzeyinde yapıp ettikleri akıl almaz zulümlerle inançsız olanlardan –mesela Romalılardan- bir farkı kalmamıştır. Buna göre evren kendiliğinden vardır, durağandır ve ebedîdir! Evren dediğimiz şey, kendimizi üzerinde bulduğumuz bu dünyadan ve gözümüzle müşahede ettiğimiz gezegenlerden ibarettir. Bir yaratıcıdan, haliyle koruyucudan mahrum olan(!) insan, haliyle bu dünyada var olabilmek için; varlığını sürdürmek, kendi kaderini tayin etmek hakkına sahiptir. Bu minvalde, yaşamak için rekabet etmek, saldırmak, toplamak, aşırmak, yığmak, biriktirmek zorundadır. Bunun için de savaşlara, zulme ve katliamlara başvurmakta bir sakınca görmeyecektir. Ancak varlığını böyle ispat edebilir ve sürdürebilir. Koca evrende yalnız, sahipsiz ve çaresiz olduğunu düşünen Batılı zihni, kendini güçlü kılacak çareler aramış ve böylece, kendi varlığını hayatın merkezine koyan, yücelten, hatta Tanrılaştıran bir düşünce sistemi bina etmiştir. Tarihi boyunca ortaya koyduğu şiddet, her ne kadar Tanrı’ya atfen kutsiyet gömleği giydirilse de, aslında meşruiyetini bizzat tanrılaştırdığı kendi egosundan alır! Batı’nın geçmişinde izi sürüldüğünde bunun dinsel ve düşünsel kökenlerine ulaşmanın ve tarihî zemine oturtmanın mümkün olduğu görülecektir.
Tanrılardan oluşan Roma panteonuna, Roma’nın Tanrı-Kralı eşlik eder. Sol invektum dini, Tanrı-Kralı inancın merkezine koyar. Hristiyanlık inancı ise gerçekte Hz.İsa’nın tebliğ ettiği “Hak Din” olarak değil, ama Pavlus’un Roma’nın insanı yüceltmeye dayalı ‘sol invektum’ dinine giydirilmiş haliyle İmparatorluğun resmi dini olabilmiştir. Burada, Tanrı-Kral’ın yerini, İsa’nın şahsında yine insanı yüceltmeye dayalı Tanrı-Oğul inancı almıştır. Teoman Duralı Avrupa Medeniyeti’ni, “İngiliz- Yahudi Medeniyeti” olarak adlandırır. Bu adlandırma Batı Medeniyeti’nin hem “Ahd-i Atik” kökenine, hem de “sermayeye” dayalı kapitalizmin kuruluşuna işaret eder. Buradan hareketle, Yahudilikte var olan “Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır” inancının, Batılı zihninde “insanın Tanrılaştırılması”na dönüştüğünü, en azından bu düşünceye cesaret verdiğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Mademki insan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır, o halde İsa’yı -haşa- Tanrı’nın oğlu olarak ilan ve kabul etmekte bir sakınca görülmeyecektir. Zaten bir Yahudi olan Pavlus’ta Hristiyanlıkta tam olarak bunu yapmıştır.
Demek ki, Batı düşüncesi insan için yaratılış fikrine uzak, öncesiz ve sonrasız bir evren düzleminde “kendini tanrılaştıran” ve bu korkunç ego ile ötekileştirdiği her şeyi sömürüp istismar edebileceği bir düşünce sistemi var etmiştir. Modern zamanlarda Batı düşüncesinin ulaştığı seküler/pozitivist nokta göstermektedir ki, Hristiyanlıktaki yaratılış ve vahiy inancı, Batı’nın kadim insanımsı (humanoid) Tanrılar inancını ve bundan kaynaklanan Tanrı-insan düşüncesini asla değiştirememiştir. 16.yy başlarında Papa X.Leo tarafından söylenen; “Bu İsa efsanesinin bize fazlasıyla yararı dokundu.” sözü bu hakikatin bir belgesi niteliğindedir. (11)
Trajedi şuradadır ki; her üç düşünce biçimi de “yaratıcıyı görmezden gelme” ve “insanı tanrılaştırma” ortak paydasında Batı insanını içinden çıkılamaz bir evren anlayışına hapsetmektedir. Bu düşünsel ve zihinsel hapishane Batı insanını çaresizliğe itmekte ve bu çaresizlik içinde kibrin ve şiddete yönelimin ilk zeminini oluşturmaktadır.
Hristiyan inancının insanın özünde var olan kötücüllüğü ve şiddeti besleyen iki temel inanç ilkesi vardır; Birincisi, bir beşer olan Hz.İsa’nın mucize olarak babasız dünya gelişi sebebiyle Tanrısal bir öz atfedilerek –haşa- “Tanrı’nın oğlu” olarak vasıflandırılmasıdır. Bu inanç Antik Yunan’da ve Antik Roma’da olduğu gibi doğrudan “insanı kutsama” anlamı taşır. Hatta Hristiyanlıkta, insanı kutsama durumu Papalık ve Kilise nezdinde sürekli bir dinî ritüel halini almıştır; Tanrısal bir öz atfedilen İsa’nın vekili olan Papa dahi masumdur ve günahları bağışlamada yetki sahibidir ve bu yetkisini emrindeki papazlar eliyle kullanır. Görüldüğü gibi Papa ve yetkilendirdiği papazlar eliyle, işlediği her günah bağışlanabilen insanoğlu sınırsız bir kötücüllüğe mahkûm edilmek suretiyle yüceltilmektedir.
İkincisi, “ilk günah”ın bedeli olarak Hz.İsa’nın Tanrı’nın oğlu olması vasfıyla, insanlığın yakasını bir türlü bırakmayan bu günaha karşılık “bedel ödemesi” inancıdır. Bedel olarak, insan zihninde travmaya yol açacak kadar müthiş bir işkence yöntemi ile çarmıha gerilmiştir. Çarmıh hadisesi Hristiyanlık için bir inanç esası ve başlı başına bir travma olagelmiştir. Öyle ki, en kutsal insan olan “Tanrı’nın oğlu”nun işkenceye maruz kalması; bir yandan insanların gözünde işkenceyi normalleştirirken, bir yandan da kendini insanlık için feda etmekten çekinmeyen “yüce İsa’ya” bunca fenalığı reva gören kâfirlerin öldürülmesini normalleştirmektedir.
Her iki inanç da, Hristiyanlığı benimseyen Batı insanının zihnini şiddete yatkın hale getirmekte ve adeta bu minvalde formatlamaktadır. Hristiyanlığın tarihi korkunç işkenceler, zulümler ve katliamlarla doludur. Sırf Haçlı Seferleri (Kudüs’ü ele geçirme hareketi) ve Reconquista (Müslümanları İberik’ten kovma hareketi) dönemlerinde yapılan Müslüman katliamlarını hatırlamak bile Batılı-Hristiyan zihninin şiddete yatkınlığını anlamak için yeterlidir. Zaten Hristiyanların işgal ettikleri her toprak parçasında zulüm ve katliamları kendileri için bir hak olarak görmelerinin nedeni bu “crusade (kutsal savaş)” inancıdır. Batı tarzı şiddet hükümranlıkla orantılıdır. Hükümranlığı ele geçiren Kral iktidarını korumak için her dönemde kutsal olana müracaat eder. Bu kutsal bazen pagandır, bazen Hristiyandır. Ancak, hangi çağda olursa olsun, imkânı ne olursa olsun şiddet için bir kılıf ve kaynak olan bu “kutsal savaş (crusade)” anlayışı değişmiyor. Buna sömürge ve endüstri çağının emperyalist yayılmacılığına öncülük eden misyonerlik ve modern çağa damgasını vuran “Haçlı Seferleri” söylemi de dâhildir.
 “Bütün bu katliamlarda Hristiyanlık da bir araç olarak kullanılmıştır. Resmî Hristiyanlığın getirdiği istilâ, katliam ve yeni kölelik için manevî bahane vazifesi gören Tanrı, kan dökücü bir puttu. Böyle bir Hristiyanlık anlayışı, yüzyıllardan beri Yunanlılaşmış ve Romalılaşmış, kendilerinden başka kültürleri tanıyıp kabul etmeyi reddeden, yüzyıllardır skolastik içinde fosilleşmiş, tamamıyla Batı’ya özgü olarak ortaya çıkmıştır.”(12)
Dergimizin bu sayısında tarihten çokça örnek vaka verileceği için biz “beyaz adamın” din adına Amerika kıtasında yaptığı katliamlara küçük bir göndermede bulunalım; “İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları neredeyse yere değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazılarını ise, bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı…”(13)
Burada Batı düşüncesini daha iyi anlamak ve Batı tarihinde şiddetin izlerini sürmek için, daha eski zamanlara, antik kökenlerine uzanarak Yunan ve Roma inançlarına göz atmakta fayda var.
Batı’nın ana kaynağı olarak kabul edilen Antik Yunan düşüncesi ki, Husserl’e göre “-Felsefe Antik Yunan’da doğduğu biçimde- Avrupa’nın kurucu edimidir”(14), elbette Batı düşüncesini daha bidayetinde etkilemiştir. İnsan suretinde/insanımsı temsil edilen antik Yunan tanrıları kendi yaşamlarında, kendi aralarında vuku bulan olaylarda tıpkı insan gibi/insanımsı bir ilişki içerisinde betimlenirler. Bu ilişkilerde her türlü dalavere, kaçma-kaçırma, hile, çatışma, zulüm ve haksızlık devrededir. Yunan panteonuna dâhil Tanrılar arasında vuku bulan bu olaylar üç esasa indirgenebilir; cinsellik, kavga ve adaletsizlik!
Şüphesiz ki, bu şekilde betimlenen “tanrılar” inancı onlara inanan insanları da aynı şekilde etkileyecektir! Bu insanlar tanrılarının çevirdiği dalavereleri, şiddeti örnek alarak elbette merhametsiz, adaletsiz ve zalim olacaklardır!..
Antik Yunan inancının izlerini Homeros (M.Ö 9.yüzyıl) ve Heseidos’un (M.Ö 8.yüzyıl) eserlerinden takip etmek mümkündür. Homeros İlyada adlı eserinde antik Yunan Tanrılarını insan şeklinde tasvir etmiştir. Bu durum, asırlar geçtikçe insanoğlunun kendine güveninin artığının bir simgesi olarak tarihte yerini almıştır. Homeros’un anlatmış olduğu din varlıklı, zengin, kudretli ve kendine güvenen bir sınıfın dünya görüşünü yansıtmaktadır. Bu insanların özgüvenleri o kadar yüksektir ki; tanrıları düşündüklerinde onları ancak kendileri gibi bir bedene sahip varlıklar olarak tahayyül edebilmişlerdir. Bu durumu “kendilerini tanrılaştırmak istemişlerdir” diye yorumlamak çokta yanlış olmayacaktır.
Hesiodos’un çerçevesini çizdiği din ise Yunan topraklarında ki “halkı” yani avam sınıfının ihtiyaçlarını tatmin etmek için oluşturulmuş gibidir. Hesiodos’a göre evrenin yaratılmasından sonra kendi yaşadığı zamana kadar geçen beş kuşaktan biri, insanın yarı tanrı olarak yüceltildiği “Tanrısal Kahramanlar Kuşağı”dır. Burada insanı merkeze alarak yücelten Dionizos kültünden de bahsetmek icap eder. Dionizos bir tanrıdır ve Zeus’un oğludur. Acı çeken bir tanrıdır. Çünkü Titanlar genç yaşta onu öldürmüş, parçalamış ve yemiştir. Ancak Athena ondan bir parçayı (yüreğini) kurtarmıştır. Zeus’ta yeni bir Dionizos yaratmak üzere onu yutmuş ve Titanları cezalandırmak için kül etmiş ve bu küllerden de insanı yaratmıştır. İnsanda hem iyilik hem kötülüğün bulunması bu sebeptendir. Görüldüğü gibi insanın yüceltilmesi, tanrılaştırılması Antik Yunan düşüncesinin her yanına sinmiş vaziyettedir.(15)
Romalılar ise, otorite karşısında gönüllü boyun eğme ve eğdirme yöntemlerini kullanarak yurttaşlarında devlete bağlılık duygusunu geliştirmişlerdi. Bu gönüllü bağlılık, insanlara devleti benimsemede kutsal bir görev yaptıkları hissini veriyor ve bu hem kendilerine, hem de devlete olan güvenlerini pekiştiriyordu.(16) Roma, bu rızaya dayalı boyun eğmeye ilişkin düşünceden hareketle, fethettiği topraklardaki “yabancıları” bile inanç ve kültürlerinde özgür bırakarak, hatta bu inanç ve kültürlerin bir bölümünü benimsemek suretiyle cezbederek Romalılaştırıyordu. Pagan dönemden başlayarak Roma bir devlet dini yaratmış ve bunu bir kült haline getirmiştir; İmparatorlar/sezarlar hem dünyevî hem de ruhanî liderdiler.(17) Roma’da Cumhuriyet döneminde (İ.Ö 509-27) inanılan “ Roma’nın tanrısal görevi”, İmparatorluk döneminde (İ.Ö 27- İ.S 476) imparatora tapınmaya dönüşmüştür. İmparator Augustus, İ.Ö. 27’de yönetimi devralmış bir ferman ile kendisini tanrı ilan etmiş ve ölümü üzerine de Senato kendisine tapınılması gereken bir tanrı olduğunu kabul etmiştir. (Wikipedia-Augustus maddesi).
Bu kült, Roma’nın yüceliğini ve Roma yurttaşlığının önemini vurgulayan ilkelere sahipti. O kadar ki, cumhuriyet, ideolojisinin merkezine Roma’nın tanrısal bir işlevi olduğu görüşünü yerleştirerek yurttaşlarında kendilerini tanrısal bir amaca adama duygusu yaratmıştır. Romalılar, “Roma’nın korunmasının” tanrısal bir görev olduğunu yineleyerek ve bütün yurttaşlarına bunu benimseterek, kutsal bir birlik sağlamışlar ve çoğu kez sınıf kavgalarını da bu şekilde önlemişlerdir. Bu inanış, emperyalist yayılmacılıklarını kolaylaştırırken, uyguladıkları korkunç şiddete de meşruiyet kazandırıyordu aynı zamanda.
Roma, bilindiği üzere tarihte Arena tabir edilen devasa mekânlarda şiddeti tiyatral düzeyde ilk icra eden, kan dökmeyi toplum önünde doğal bir seramoni haline ilk getiren devlettir. Arenalarda bir tür “kurban ritüeli” gibi insanı insana ve insanı aslanlara parçalatma seramonileri icra etme şerefi(!) en vahşi haliyle Romalılara aittir. Bunun devamı olan bir başka vahşeti, günümüz İspanya’sında Boğa güreşi adı altında görmek hala mümkündür.(18)
Batı’nın uzak geçmişi bu şekilde. Şiddetin kökenleri konuşurken takip ettiğimiz izler bizi Antik Yunan’a ve Roma’ya kadar götürdü. Geçmişi geleceğe bağlayan Batı tarihinin orta yerinde ise Hristiyan çağı var; geçmişle gelecek arasında “kültür ve inanç taşıyıcısı” olarak adeta bir köprü teşkil ediyor. Katolisizm’in mutlak hâkim olduğu bu çağ, Kilisenin acımasız içtihatları ve uyguladığı özgün şiddetle zaten Avrupa’nın genlerinde var olan şiddeti körüklemiştir. Kralları ve Derebeyleri mutlak hükmüne aldığı çağlarda, Papalık kendi halkına adeta kan kusturmuştur. Protestanlık ve Kalvinizm’in ortaya çıkması ile heretik (sapkın) ilan ettiği hareketleri kanla bastırma yoluna gitmiş, Avrupa’da bitmeyen savaşlara ve binlerce insanın ölümüne yol açmıştır.
Hristiyanlığın Ahd-i atik’i (Tevrat’ı) “kutsal kitap” olarak kabulünden dolayı aynı zamanda Yahudilik inancından da etkiler taşıması kaçınılmaz. Bu etkilerin başında ise Batı düşüncesinde ırkçılığın menşeini teşkil eden “seçilmiş ırk” inancı gelir. Hiçbir sağlam kaynağa dayanmayan, aklen, ilmen ve dinen de dayanması mümkün olmayan “seçilmiş ırk” inancı, Yahudilik üzerinden Hristiyanlara geçmiş, sömürge kültürü ve modernizm eşliğinde Batı’nın olmazsa olmaz ve en kanlı özelliklerinden biri olmuştur. “Irkçılık, modernliğin temelini teşkil eden ve sömürgeciliği içeren kapitalizm ile doğmuştur. Alex Callinicos, ırkçılığı, kapitalizmin dünya ölçeğinde üretim tarzı haline gelmesiyle ortaya çıkan bir olgu olarak değerlendirmiştir. Irkçılığın meydan gelmesi, 17. ve 18. yüzyıllarda köle emeğinin kullanılmasıyla bağlantılı olarak yorumlanmış, nihayetinde…ırkçılık ve kapitalizm arasında karşılıklı bir ilişki kurulmuştur.”(19)
Avrupa toplumlarında sevilmeyen, küçümsenen Yahudilerin sıkı sıkı sarıldığı “seçilmiş ırk” safsatasını, belli ki Avrupalılar kendilerine daha çok yakıştırmış olmalı ki, sömürge ve modernizmle birlikte “ırkçılık” kapitalist çağın sembolü olmuştur. Irkçılık, Tevrat üzerinden zaten dinî bir kökene sahip olmakla birlikte, Avrupalıların sömürge amacıyla dünyaya açılıp başka ırklarla karşılaşmasından doğmuştur. O kadar ağır sonuçları olmuştur ki ırkçılığın; Batılılar barbar, vahşi, yamyam vs. diyerek insan saymadıkları milyonlarca “yerli halkı” gözlerini kırpmadan, vicdanları titremeden en bayağı işkencelerle ölüme göndermişlerdir. Irkçılık günümüzde de şiddeti körükleyen ve meşrulaştıran en büyük sorunlardan biri olmaya devam etmektedir. Amerika’daki zenci karşıtı hareket, İsrail’deki Arap karşıtı hareket ve birçok Avrupa ülkesindeki Müslüman azınlıklara karşı örgütlenen hareketler, yukarıda vurgu yaptığımız gibi hem ırkî, hem dinî, hem de sömürgeci bir kökene sahiptir.
Şiddeti konuşuyorsak, burada modernizme insanlığın başına açtığı felaketler bağlamında yer vermemek olmaz. “Gelenekten” bir kopuş olarak tanımlanan modernlik, Rönesans’tan itibaren Avrupa’da ortaya çıkmış, (maddî anlamda) Avrupa’yı güçlü ve üstün bir konuma getirmiştir. Modernliğin ana unsurlarından biri, akılcılığın ortaya çıkmasıdır ki, bu aynı zamanda, emperyalist yayılma dönemine de tekabül eder. Kapitalizmin temel argümanlarından olan modernizm, 400 yıldır Batı’nın şiddet kültürüne hizmet eder. “Modernlik ile soykırım birbirleriyle yakından bağlantılıdır. En tehlikeli boyutu ya da en uç noktası, soykırıma zemin hazırlamasıdır; öncelikli olarak farklı olanı dışlar, aşağılar, böylelikle ırkçılığı üretir. Modern toplumda ırkçılığın yaygınlaşmasının yol açtığı en büyük felaket ise, farklı olanın tasarlanarak topluca katledilmesi, yani soykırımdır. Bazı düşünce adamları, soykırımdan söz edilebilecek şartların modernliğin getirdiği şartlarla çakıştığını, hatta 20. yüzyılın “ilerleme yüzyılı” değil, kesinlikle “soykırım çağı” olduğunu savunmuşlardır. Batı’da modernliğin bu soykırımcı doğası yüzünden milyonlarca insan öldürülmüştür.”(20)
Avrupalı, coğrafî keşifler ve endüstrileşmeyle birlikte şiddeti, soykırımı Amerika ve Afrika kıtası başta olmak üzere dünyanın hemen her yerine götürmüş, sürekli kılmış ve meşrulaştırmıştır. Şiddeti bir araç, bir manivela olarak kullanarak, dünyada neredeyse sömürülmedik toprak bırakmamıştır. Dünyanın son 300 yıllık tarihi incelendiğinde bu durum açıkça ve insanı dehşete düşürecek ayrıntılarıyla görülür.
Ancak sömürgecilik faaliyetleri de bu kadar basit geçiştirilebilecek bir olgu değildir. Başka coğrafyaların, başka ülkelerin iktisadî kaynaklarına basit bir el koyma faaliyetinden öte, bünyesinde birçok gayr-i insanî ve gayr-i ahlâkî anlayış ve uygulamaları barındıran, hatta çoğunlukla son derece masum yüzlerle takdim edilen ama tarihte hep var olmuş psikolojik, biyolojik, dinî ve kültürel sahalara yönelik katliamdır. Ölen, insanın bedeni, toplumun inanç, değer ve kültürü, en nihayet bizatihi insanlıktır. Yaşayan, yeni katliamlar için gerekli olan bahaneler, bitmez sömürü yolları ve sürekli büyümek üzere atılan vahşet tohumlarıdır.(21)
“Batı’nın soykırımcı tabiatı”nın en vahşi yüzüyle ortaya çıktığı sömürgecilik, sömürmeyi hedeflediği her ülkeye “misyonerliğin” yedeğinde girmiştir. Hristiyan inancını yaymak yalanıyla emperyalizme öncülük eden “misyonerler”, din adamı olmak vasfıyla İsa adına (!) korkunç katliamlara fetva verdiler, en vahşi işkencelere imza attılar. Eline içil tutuşturduklarının topraklarını elinden alıp köleleştirirken, “yüce İsa’ya” baş eğmeyenleri “kâfir” olarak suçlayıp kitleler halinde ölüme gönderdiler. Afrika’da, Amerika’da, İslam Ülkelerinde, Hindistan’da, Çin’de kurdukları darağaçlarında Tanrı adına sallandırdıkları masumların sayısı belli değil! Misyonerlerin elinde dine davet, bir işkence ve katliam aracına dönüşürken, üstelik bu şiddet yöntemini ve sömürgeciliği “din adına” meşrulaştırırken, “misyonerlik”te sömürgeciliğin öncü kuvveti halini almıştır.
Rönesans Avrupa’nın Din ve inançla bağını koparmış, Batı düşüncesini tamamen Din dışı (seküler), maddeci (materyalist) bir zemine oturtmuştur. Sömürgecilik, endüstri, kapitalizm, modernlik bu materyalist zeminde büyüyüp gelişmiş, -eğer varsa- kendini sınırlayan bütün bağlarından bu zeminde kurtulmuştur.(22) Materyalizm/maddecilik, Din ile bağını koparan Avrupa’nın kendi egosunu Tanrılaştırmasıdır. Bu ego sayesindedir ki, dünyadaki “her şeye sahip olma isteği” her türlü şiddeti meşrulaştıran gayr-i insanî, hatta âdeta mekanik bir hale getirmiştir. Yani Batı için bir fabrikanın üretim yapması ve üretim aşamaları ne ise, sömürü ve hegemonyanın devamı için de şiddet ve şiddetin sürekliliği odur! Zira modern Batı zihninde “merhamet ve vicdan” gibi kavramların maalesef bir karşılığı yoktur. Hadd-i zatında “ötekileştirdiği” insanların Batı zihninde “değer” olarak bir karşılığı yoktur.
Modernizm dönemi olarak adlandırılabilecek bu süreç, sınır tanımayan yapısıyla geleneksel şiddet anlayışını devralarak dehşetengiz boyutlara taşımıştır. Hümanizm, romantizm, insan hakları, özgürlük gibi kavramların arkasına saklanan Batı’nın vahşi yüzü, ateşli silahlarla, 20.yüz yılda kimyasal ve nükleer silahlarla insanlığa kan kusturmuştur.
Böylece modern çağın son yüz yılına, yani günümüze gelirsek; “Zamanın hâkimleri, geçmişi kendi kalemleriyle yazıyorlar. Uydurulmuş geçmiş bugünün hâkimiyetinin meşruiyetinin temellerini teşkil ediyor: Özgürlük, insanlık, medeniyet, demokrasi. Her biri büyülü birer sözcük olan bu ifadeler gerçeklerle değil; kurgularla inşa ediliyor. Kurgu, sömürgeciliği “insanî” ve “yüce” gayelerle efsaneleştiriyor. Efsane, katliamların üzerine örtülen albenisi bol bir şal olarak işlev görüyor.”(23)
Batı medeniyetinde; insana uygulanan şiddet ile tabiata uygulanan şiddet aynıdır. Bu şiddetin kaynağı da aynıdır.(24) 18. yüzyılda doğayı mantık- matematik- mekanik ekseninde aklın kurallarına uydurma çabaları söz konusu idi. Kapitalist - sömürgeci dönemin altın yılları olan bu devirde, Batılı devletler dünyanın her yanında kitleler halinde hem insanları, hem de acımasızca tabiatı katlediyorlardı.
Batı kapitalizminin menfaat/ fayda/ kâr güdüsü, Batılıların gözünü kör eden başka bir şiddet sebebidir. Batılılar 400 yıldır teknolojik imkânlarını da kullanarak dünyayı kana buluyor, doğayı yok ediyorlarsa bunun temel sebebi tapındıkları menfaatleri ve üstüne titredikleri kâr elde etme tutkusudur!(25)
Ve Batı’da şiddetin kökeni söz konusu olunca işin özü-özeti şudur; mademki Antik Yunan’da, Roma’da, Hristiyanlıkta ve modern dünya düşüncesinde “ insan Tanrı’ya benzetilebilir, yahut Tanrı gibidir yahut tanrılaştırılabilir; o halde insan, Tanrı gibi “her şeyi” yapmaya kadirdir. Kulları, köleleri, köleleştirdikleri, işçileri/emekçileri, göçmenleri ve bizzat kendi vatandaşları için emir ve yasakları belli olan –tamamıyla kendinden menkul- kanunlar/nizamlar koyabilir. Üstelik bu kanun ve nizamlarda “sınır” tanımayabilir. Müslüman zihniyete göre şiddet, katliam, zulüm olarak nitelendirilebilecek bir sürü kanlı icraatın altına rahatlıkla “hümanizm” imzasını atabilir! Yine bu zulümleri pekâlâ sanat denen yeni “dinin” eşliğinde “romantizm” şalıyla örtebilir. Pekâlâ bir ülkeye tanklar, uçaklar ve bombardımanlar eşliğinde “insan hakları” ve “demokrasi” götürebilir! Pekâlâ, bir halkı/ bir ırkı “daha iyi bir dünya” ve “özgürlük” getirmek uğruna konvansiyonel, kimyasal, nükleer ve biyolojik silahlarla yok edebilir.
Mademki Batı, geçmişinden gelen bir sevk-i tâbiyle kendisini “Tanrı yerine” koymuştur, hiçbir icraatı zulüm, işkence, katliam diye nitelendirilemez, yaptıklarından dolayı sorgulanamaz ve hesaba çekilemez! Batı’nın yaptığı her şey masumdur(!) ve mutlaka hümanistik(!) bir karşılığı vardır! Batılı bidayetinden beri bu meşrulaştırmanın kavramsal alt yapısını hazırlamış ve bunun için gerekli her türlü devşirmeyi, eğitmeyi, dezenformasyonu, manipülasyonu ustalıkla yapmıştır.
Demokrasi, insan hakları, hümanizm, özgürlük, barış kavramlarıyla biçimlenen Avrupa merkezli bakış açısı, dünyanın geri kalanını “barbar” olarak tanımlayıp o bölgelere medeniyet götürme iddiası, Batı’nın icra ettiği şiddet ve katliamları maskeleyen ve meşrulaştıran bir işleve sahiptir. Bu insanî (!) kavramlar uğruna yapılan zulümlerin ve işkencelerin, dökülen kanların bir önemi yoktur. “Avrupalılaştırmak” her zaman temel amaçtır; bir insanın ırkı, rengi ne olursa olsun Hristiyan inancına geçip “beyaz adam”a gönüllü köleliği kabul ettiği sürece Avrupalı kabul edilir. Sömürge çağında ve hâlâ Hristiyanlığın yanı sıra demokrasi, insan hakları, özgürlük, barış verilip karşılığında kölelik istenir! Kölelikten amaç ise, işbu Devşirmelerin/Müstağriblerin kendi ülkelerinin yer altı ve yer üstü zenginliklerini Batılılar çalıp-aşırırken, kendi halklarını kesip-doğrayıp-yok ederken buna gönüllü olarak göz yummaları, hatta yardım etmeleridir!

Peki, Batı aydınları/Batı zihni, hem kendi yuvarlandığı, hem insanlığı yuvarladığı bu “küresel uçurum” un farkında mı? Bir çözüm düşünüyor mu?
Ahmet Soysal, Avrupa Birliği çatısı altında güya kendini “yenilemeye” çalışan Avrupa’ya ilişkin şu değerlendirmeyi yapar: “Kuşkusuz, bu yeni Avrupa’nın kuruluşu, üyesi olan uluslara ve onların kökensel topluluklarına yararlar sağlıyor, buna karşın Avrupa dışı insanlığın da dışlanmasını artırmıyor mu? Avrupa’nın, kendi iç sınırlarını ortadan kaldırırken, ekonomik krizin ve siyasal tepkinin katkısıyla, ‘yabancılara’ gitgide kapılarını kapattığı bir gerçektir.”(26)
Ve böylece Batı Medeniyeti adına Avrupa, son çözüm olarak kendi içine kapanmayı seçerken, barbar diyerek “ötekileştirdiği”, zulme ve fesada boğduğu dünyanın geri kalanını, -asla kendisine zarar vermeyeceğini umarak- onlara reva gördüğü “şiddetle örülü” bir yaşamla kendi kaderine terk etmiş durumdadır! Yani, hâlâ Afrika kıtasının kaynaklarını zalimce sömürürken, açlıktan ve susuzluktan ölen Afrikalılar zerrece umurunda değildir! Üstelik bu hesaptan kendine bir ceza kesilmeyeceğinden yahut bir bedel ödemeyeceğinden de oldukça emin görünmektedir!
Sözümüzü, Batı’nın Krizleri Raporu’nun sonuç bölümünden –bu mühim rapora da dikkat çekmek maksadıyla- uzun bir alıntıyla şimdilik bağlayalım: “Batı, son birkaç yüzyıldır gerek Ortadoğu’da gerekse Afrika’da yapmış olduğu müdahalelerle o bölgelerin siyasî ve sosyolojik bağlamda olumsuz bir dönüşüm yaşamasına sebep olmuştur. Bu dönüşüm, başlangıcından itibaren birçok insanın hayatına mal olmuştur. Batı’nın her şeyin maddî olanla ölçüldüğü düşüncesi, bu coğrafyaları tarumar etmiştir... Batı, yaşadığı maddiyat temelli zihinsel bunalım sebebiyle siyasetten hukuka, çevre sorunlarından eğitime, aile yapısından ekonomiye kadar hayatın tüm alanlarını yıpratmıştır. Kendi toplumları da dâhil olmak üzere Batılı ülkeler müdahil oldukları bütün coğrafyalarda korkunç insan hakları ihlalleri gerçekleştirmekte yahut bunun için zemin oluşturmaktadır. Bugün dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş sayıda insan zulme, şiddete ve çevresel bozulmalar sebebiyle çeşitli mağduriyetlere maruz kalmaktadır.”(27)
Batı’nın kendini, bütün insanlığı, hatta gezegenimizi yok etmeye kodlanmış tarihi şiddet anlayışı karşısında çözüm mü dediniz?
Duyamadım…
Batı’nın Krizleri Raporu, İnsamer,
https://insamer.com/tr/batinin-krizleri_1069.html
Utku Özmakas, “Homo Homini Lupus” Sözü Üzerine, Kaygı 19 (11), s.211 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1004268
Kristof Kolomb, Seyir Defterleri, (Çev. S.Maden), s.65
Eric Hobsbawm, Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, s.1
Önay özer-A.Vahit Turhan, Avrupa’nın Krizi, s.75, Dost Yay.
A.g.e. s.75
Banu Avar, Hangi Avrupa? s.12, Remzi Yay. Sınırlar Arasında, Truva Yay.
Hakan Albayrak, Batı’nın Soykırımcı Tabiatı, s.16, Vadi Yay.
Doç. Dr. Taner Tatar, Sömürgecilik ve Kızıl-Kara Katliam, s.206 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/101293
Jacques Attalı, 1492, (Çev. M.A. Kılıçbay), YKY, s.114
Michael Baigent-Richard Leigh, Kutsal Kan Kutsal Kâse, s.8, Nokta Yay.
Doç. Dr. Taner Tatar, Sömürgecilik ve Kızıl-Kara Katliam, s.206 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/101293
Bartolome dé Las Casas, Kızılderililer Nasıl Yokedildi? s.27 Şule y.
Önay Sözer-A.Vahit Turhan, Avrupa’nın Krizi, s.77 Dost Y.
https://birsanatbirkitap.com/felsefe/antik-yunanda-din-anlayisi/ Serkan Pişkin
Mehmet Çelik, Siyasal Sistem Açısından Bizans İmparatorluğunda Din-Devlet İlişkileri, s.1-3, Akademi Kit.
Ağaoğulları, M.Ali, Köker, Levent, İmparatorluktan Tanrı Devletine, 3. Baskı, İmge Kitap Evi, Ankara,1998, S.25
https://www.google.com.tr/amp/s/www.mgmstrateji.com/2019/02/01/romada-din-ve-yonetim/amp/ Mahmut Şahin
Sezgin Kızılçelik, Sömürgecilik, Irkçılık ve Soykırım Olarak Modernlik,s.7 https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/5547/2635
Kızılçelik, A.g.e. s.3
Taner Tatar, Sömürgecilik ve Kızıl-Kara Katliam, İnönü Ünv. Dergisi, s.198
Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, s.21, Dergah y.
Tatar, A.g.e, s.217
Duralı, A.g.e. s.57
A.g.e. s. 57
Avrupa’nın Krizi, s.85
Batı’nın Krizleri Raporu, İnsamer

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul