
Ekoloji felsefesi ve çevre etiği yazınında Descartes, Bacon, Newton gibi bilim ve düşünce adamları; Eflatun ve Yahudi-Hristiyan geleneği, insanlığın bugün yüzyüze gelediği çevre sorunlarının fikrî temellerini oluşturmaktan sorumlu tutulur. Bunlara ait yanlışlar ise şöyle ifade edilir:
- Düşünce ve uzam, ruh ve madde, ideler ve görüngüler âlemi ayrımı
- Buna bağlı olarak hâkimiyet epistemolojisi
- Kartezyen teoremi ve mekanik evren anlayışı
- İnsanın doğaya karşı üstünlüğü ve önceliği inancı
Bugün kendini “ekolojik” olarak niteleyen bazı yaklaşımlarda beşerî/medenî olan ile doğal olan arasındaki mâkul bir ilişki kurulamadığı görülür. Bunun sonucu, doğadaki düzene uyma adına insanî/medenî değerlerin anlamsız hâle getirilmesidir. Batılı insan hakları öğretisinde medenî bir kavram olan haklar ve özgürlükler doğa durumu ve doğa yasasından türetmeye çalışırken söz konusu ekolojik yaklaşımda da hakların ve medenî değerlerin karşısına ekolojik düzen çıkartılmaktadır. Hobbes’in “İnsan insanın kurdudur.” anlayışı söz konusu marjinal yaklaşımda “İnsan yeryüzünün kurdudur.” şekline dönüşmektedir. Oysa madde ve mânâ ayrımını temel alan dinî öğretilerin insanın yetenek, güç ve enerjisini toplum ve doğa lehine yönlendirdiği de bilinmektedir. Ayrıca, insanın doğa karşısındaki önceliği inancı, insana özsaygı aşılar ve bu nedenle de ahlâk için eğitsel ve fiilî bir temel oluşturur.
Çağımızda insan hayatını doğrudan tehdit eder hâle gelen çevre sorunlarının temelinde insan-doğa ilişkilerindeki çeşitli kırılmalar vardır. Bunlardan biri sömürgeciliktir. Sömürgecilik; coğrafi keşifler için de itici güç olmuştur. Sömürgeciliği temellendirmek için de gelişmiş-geri kalmış, ilkel-medenî, hakikat-dalalet gibi ayrımlara başvurulmuştur. Günümüzde de çevre sorunlarını üçüncü dünya ülkelerine ihraç etmeye çalışan Modern Batı, kendi kültürünü; insanlara aşılanması gereken medeniyetin gerekleri olarak sunmaktadır.
Sanayi Devrimi de sömürgecilik, dünya savaşları gibi etkileri yanında çevre sorunlarına doğrudan etkileri görülen bir olgudur. Sanayi Devrimi sonrasında, hızla yenilenen teknolojinin bedeli, ağır şartlar altında sömürülen insan emeğiyle ve doğadan alınan kaynaklarla ödendi. Kapitalist sistemin hammadde ihtiyacını karşılamak için Avrupa ülkeleri sömürgeler oluşturdular, üçüncü dünya diye tanımlanan toprakların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını tükettiler. Dahası, daha çok hammadde temin etmek ve pazar yeri oluşturmak için birbiriyle de savaştılar. Burada, sadece doğaya hükmetmek değil aynı zamanda başka milletlere ve farklı ırklara hükmetme tutumu da söz konusudur. Dolayısıyla sosyal barış ile doğayla barış arasında, insanî değerler ile ekolojik yaşam tarzı arasında çok yakın bir ilgi olduğuna dikkat edilmesi gerekir.
Çevre sorunlarının fikrî temelleri arasında, modern bilim anlayışındaki değişim önemli bir yere sahiptir. Bu değişimin üç temel özelliği olduğunu söyleyebiliriz:
1. Mekanik evren anlayışı: Deizm temelinde, evreni yaratılış anında determine edildiği gibi kendi başına tıkır tıkır işleyen bir saat gibi görmek.
2. Bilimsel yöntemlerin kullanılmasıyla evrendeki tüm işleyişin formüle edilebilecek şekilde açıklanabileceğini düşünmek, evreni basit ve mutlak determizim içine yerleştirmek.
Determinist anlayış, bilime karşı aşırı bir güvene yol açmasının yanında ahlâkın temellerini de zayıflatmaktadır. Çevre ahlâkından söz edebilmek, ilk olarak insanı determinizm içinden çıkartmayı gerektirir. İnsanı determinizm içinden çıkartmak için de evreni mutlak determinizm ile açıklamaktan vazgeçmek gerekir. Doğrusu tabiatta kanunluluk vardır. Ancak evrendeki kanunlar, maddenin yapısından zorunlu olarak gelmez; mutlak değildir, onlarda belli bir içiçelik ve zorunsuzluk vardır.
3. Bilimi mutlaklaştırmak: Yakın zamanlara karşı bilim ve onun dayandığı seküler yaklaşım, bugün de “evrenselcilik” ve “tarihin sonu tezi” iddialarında örneğini bulduğu üzere, parçayı bütünün yerine koyma; bütünü, nispeten gözlemlenebilen bazı parçaları ile açıklama; bugün gelinen noktayı tasvir ederken geleceğe ilişkin kehanette bulunma alışkanlığından uzak durmakta tam bir başarı gösterememiştir. Liberal çevreciliğin “Gerçek kaynak, insan zihni, bilim ve teknolojidir.” iddiası da bu zihniyetin günümüzdeki bakayasıdır. Bilime mutlak bir güvenin öne çıkması, insanın ulaştığı bilgi ve teknolojileri sonuçlarına ilişkin sorulardan uzak bir zihin yapısıyla kullanmaya yöneltmiştir. Bunun yanında ilmin evrenin bütününü incelemediğini, tümevarım yöntemine dayandığını gözardı etmek de bilimin işlevini açıklayamadığı olguları işlevsiz olarak kabul eden bir sapmaya yol açmıştır. Oysa insan, doğayı anlayabilme, canlılar, cansız varlıklar ve bunlar arasındaki karşılıklı ilişkilerin bir sistem oluşturduğunu keşfetme yeteneğine karşın bunların künhüne vakıf olamaz. Aslında doğayı fethetme düşüncesi de bir ütopyadan ibarettir.
Tekâmül nazariyesinin de insan-doğa ilişkilerine ve sosyal alana olumsuz yansımaları olmuştur. Bu nazariye, doğada güçlü olanın varlığını sürdürmesini ve zayıf olanın yok olmasını bir ilke olarak tespit eder. Bu ilke, bilgiyi hâkimiyet aracı olarak kullanan insanın elini güçlendirmekte, ancak doğadan alınan her şeyin bir bedeli olduğunu gözardı etmektedir. Diğer yandan insan-dışı türlerle ilgili evrim açıklamaları, beşerî alana aktarıldığında da sadece tasvirî olarak kalmamakta, ister istemez normatif ve değer bildirici olmaktadır. Oysaki “doğal olan” ile “insanî olan” özdeş şeyler değildir. “Doğal olan”ın normatif biçimde insan hayatına aktarılması da irrasyonel ve duyarsız bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın sonucu, sosyal darvinizm ve öjenidir. Açlık ve sefalet sorunu yaşayan insanlara yardım etmenin mi yoksa onları kendi hâllerine (yani ölüme) terk etmenin mi daha rasyonel ve ekonomik olduğunu düşünmektir. Kuraklık, kıtlık, açlık, yoksulluk gibi problemlerin, doğadaki insan nüfusunun dengelenmesi işlevini gördüğünü ileri sürmektir. Oysa insan, doğadaki tüm diğer yaşam türlerinden akıl, vicdan sahibi olmak, adalet ve merhamet kavramlarıyla düşünebilmek; çevresini yeniden düzenleyebilmek, sorumluluk taşımak gibi ayırtedici özelliklere sahiptir. Bu özelliklerin gereği medenî bir yaşam kurmak, dünyayı imar etmektir.
Batı’da gelişen mekanik evren anlayışının aksine İslâm âlimlerinin gözünde, tabiat insanlaştırılmıştır. Evren, “büyük insan”, insanın da “küçük evren” olarak nitelendirilmiş, insan ve doğa aynı hakikatin tecellileri olarak düşünülmüştür. Bu düşüncede organik bir evren anlayışı vardır. Buna göre evrende insan dışındaki tüm varlıklar, doğal olarak ilahî iradeye teslimiyet içindedir. İnsanoğlu da bilinçli olarak aynı iradeye teslim olmalıdır. Yaratılış ve fizikî alana hükmeden (tekvînî) irade de insanın iradî ve bilinçli hayat alanına yönelik (teşrî’î) irade de Allah’ın iradesidir. İnsan, bilinçli ve gönüllü olarak ilahî buyruklara uygun yaşadığında, insanî doğasıyla, toplumuyla ve doğayla barış içinde olacaktır. Bu nedenle ilahî mesaja uygun yaşam, aynı zamanda ekolojik bir hayat tarzıdır. Aksi hâlde ürettiği teknolojilerle hayat tarzı belirlenen, modern toplumda bir değer hâlini alan tüketim döngüsünün dışına çıkamayan, tükettikleriyle kimliğini ikmal eden, öznelliğini yitirip nesneleşen, doğayı sömüren güçlerin egemenliğini kanıksayan bir yabancılaşma içinde düşecektir.
Doğa, en yüce varlığın işaretleri ve delilleridir. O, kendi diliyle Hâlık’ını; Yaratıcı’sını anlatan bir kitaba benzer; Kur’ân’da Allah’ın metlüvv (okunan) ayetlerinden oluştuğu gibi tabiat da Allah’ın kevnî ayetlerinden oluşur. Âlem, vahiy kitabı Kur’ân’dan ayrı ama onunla uyumlu yaratılış kitabı (kevnî kitap)dır. Kur’ân’ı okumak, onun mesajını anlamak ve etkin kılmak gerektiği gibi Allah’ın tekvinî kitabı olan tabiatı da gözlemlemek, anlamaya çalışmak, o anlama uygun davranmak ve kozmolojik düzeni korumaya özen göstermek gerekir. Bu özen, Allah’ın, sıfatlarını kevnî olarak yansıtma iradesine saygı göstermek demektir. Diğer yandan “sonsuz iyi” olan Allah’ın yaratma iradesi de varlığın yokluğa karşı rüçhan ve değerinin olduğunu temellendirir. Ayrıca Yaratıcı’nın hikmetini ve sanatını göstermekle, kâinattaki varlıklardan her birinin ayrı değeri ve yeri vardır.
Farklı kelam ekollerinin birleştiği nokta, doğadaki hiçbir varlıkta “abes”lik bulunmadığıdır. Çevremizdeki varlıklar ve bir bütün olarak ekosistem, Allah’ın eseridir. Allah’ın “amaçsız ve yararsız hiçbir şey yapmayan” anlamına ‘el-Hakîm’ ismi, insanı doğadaki her varlığın bir işlevi olduğu sonucuna götürür. Aynı şekilde mevcut her şerrin zımnında mutlaka hayır vardır. Bunun yanında doğadaki bazı varlıkların ve ilişki biçimlerinin işlevini açıklayamamamız onların işlevsiz, gereksiz ve kötü olması manasına gelemez.
Evrendeki insicam ve estetik de Allah’ın “Cemal (Güzellik)” sıfatının yansımalarıdır. Bu estetik, insan davranışlarının da estetik bir karakterde olması; zihniyetin ahlâkî kavramlarla, hayatın da moral ilkeleriyle güzelleşmesi içindir. Hiçbir varlığın boşuna yaratılmadığını, her birinin ayrı bir yeri ve güzelliği olduğunu fark eden bu tefekkür[2] ve estetik zevki,[3] hayata iyimser bir bakışı, doğadaki düzenle uyum içinde bir medeniyet tasavvurunu, insanlara karşı olduğu gibi insan-dışı varlıklara karşı da sorumluluk bilincini geliştirir. Ekolojik dengeyi ve doğadaki estetik-çeşitliliği korunması gereken bir değer olarak tanımlar.
İslâm açısından varlıklardaki hayatiyet, Allah’ın “Hayy”, “Muhyî”, “Rahman”, “Rahîm”, “Vedûd”, “Rezzâk”, “Mukît” isimlerinin yansımalarıdır. Bu nedenle, bio-çeşitlilik ve bunun içindeki her canlıya saygıya göstermek gerekir.
Allah’ın varlık, ilim, irade, kudret ve hikmetini temellendirmek için teolog ve filozofların dikkat çektiği gaye ve nizam kavramı, insanın ihtiyaçlarını tatmin adına sorumsuzca davranamayacağına işaret eder. Çevre teoloji açısından önemli bir yere sahiptir. Gaye ve nizam, her varlık ve oluşun doğada düzen, bio-çeşitlilik ve süreğenlik için gerekli bir işlevi yerine getirdiği bilincini yükseltir. Yaratılışta gayelilik, bir imtihan sürecinde olan bireyin gerek kendi varlığına karşı gerekse çevresiyle ilişkilerinde sorumluluğu gerektirir. İnsanın bilgiye dayanması, bilgiyi değer kavramlarına uygun olarak kullanması ve bu suretle doğadaki düzenle uyum içimde yaşamasını teşvik eder.
İslâm’da yeryüzü halifeliği mefhumu da insanın evreni kendiden öncekiler için geçici bir süre emanet aldığını ve kendinden sonrakilere de onu hem koruyarak hem de güzelleştirerek bırakması gerektiği şeklinde anlaşılmalıdır. “Teshir” yani doğadaki varlıkların insana sunulmuş olması da İslâm mesajının bütünlüğü içinde bakıldığında dünyanın insan için bir imtihan vasatı olması anlamını ifade eder. Bunun yanında Kur’ân’da yeryüzünün sadece insanlar için değil tüm canlılar için yaratılmış[4] oluşu da bu anlayışı teyit eder. Dünya hayatı insan için bir imtihan süreci; âhiret ise insanın imtihan hayatında yapmış olduklarının karşılığını göreceği bir hayattır. Tüm canlılar, âhirette, Allah’ın huzurunda toplanacaklardır. İmtihan âlemi olarak yeryüzü de âhirette insanın bu dünyada yapmış olduğu her şeye şahitlik edecektir. Buna göre insan, ekolojik düzeni yalnızca insanlar için değil doğadaki yaşam çeşitliliği için de korumalıdır.
Allah’ın her şeyin mutlak sahibi (el-Melik, Mâlikü’l-mülk) oluşu, insanın yeryüzünde halifelik rolü ile ilgili bir hakikati vurgular: İnsanın mülkiyet hakkı mutlak, kayıtsız ve ilkesiz değildir; o, mülkün asıl ve mutlak sahibi olan Allah’ın iradesine uygun olarak temellük ve tasarruf hakkından ibarettir. İnsan mülkiyetini, gerek sosyal gerekse doğal çevresine zarar verme amacına koşullu olarak kullanamaz. Ayrıca onun kastı dışında ama tasarrufları dâhilinde çevre zarar gördüğünde de bu zararı tazmin etmesi gerekir.
İnsanın çevre ile ilişkilerinde ilâhî düzenleme, hakların ve sorumlulukların kaynağıdır; ilişkilerde taraf, şahit ve hâkimdir. İnsanın boşuna yaratılmamış ve başıboş bırakılmamış oluşu[5] da bu gerçekliğe işaret eder. Allah, aralarında gizlice konuşan iki kişinin üçüncüsü olduğu gibi insanın çevreyle ilişkilerinde (olaya şahit olan; niyet, söz ve davranışlarından insanı sorguya çekecek olan) üçüncü taraftır. Bir kimse kul hakkı yediğinde aynı zamanda hukukullahı çiğnemiş olur. O, doğrudan ve dolaylı olarak hayvanlar olmak üzere doğal çevreye zarar verdiğinde de “hukukullah” ve “hudullah”ı ihlal etmiş olur. Yani hukukullah, insan hayatını çevreler ve onun çevreyle ilişkilerini temelden değiştirir.
İnsanın hiçbir davranışı bu beş teklifî hükmün dışında değildir. Dolayısıyla İslâm, insanın doğal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalarında ve çevresiyle her türlü ilişkilerinde de belli bir disiplin içinde olmasını, din işleri-dünya işleri ayrımı yapmadan her zaman sorumluluk bilinciyle davranmasını talep eder. İslâm’ın din işleri-dünya işleri ayrımı yapmamasının çevreye yaklaşımda önemli bir işlevi vardır. Örneğin, “Biriniz elindeki fidanı dikmek üzereyken kıyamet kopacak olsa (bile) o fidanı diksin.”[6] hadisinde örneklendiği üzere, dünyayı imar etmek âhiret yurdunu da imar etmek demektir. Bu hadis, İslâm’da ağaç dikmenin bizatihi dinî bir değeri olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü kıyamet ânında dikilen bir ağaçtan ne yeryüzünde yaşamakta olanlar ne de gelecek kuşaklar yararlanabilir. O hâlde hadise göre bu fiilin insanlar için yararından bağımsız olarak da bir değeri bulunduğu, yani ağaç dikmenin kendi başına dinî bir değere sahip olduğu söylenebilir.
“İmana yaraşır davranış” diyebileceğimiz salih amelin bir alanı da insanın çevresine karşı yaklaşımıdır. Nitekim İslâm Peygamberi (s.a.s.) şöyle der:
“Bir Müslüman bir ağaç dikerse (veya bir tohum ekerse) onun mahsulünden yenenler, mutlaka onun için sadakadır… Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır.”[7]
Yalnızca yeşilliğe, ağaca değil ekolojik dengeyi korumaya verilen önemin, ekolojik duyarlılığın ve çevre bilinci oluşturmaya teşvikin bir tezahürüdür. Hadisten anlaşılmaktadır ki İslâm’da sadaka kavramı, ekolojik bir anlama da sahiptir.
İslâm, insanın doğayı anlamlandırmasına katkıda bulunan ve çevresiyle kolay ilişkide bulunabilmesine yardım eden bilimsel bilginin yanına (dinî ve ahlâki) değer bilgisini koyar. İnsanın bilimi teknolojiye dönüştürürken değer bildiren kavramlarla düşünebilmesine kılavuzluk eder. Modern dünyada insanın çoğu kez tamamen maddi ve mekanik bir ilişki olarak düşündüğü çevreyle ilişkilerine inanç, ahlâk, duygu ve vicdan boyutlarını katar. Ekonomik hesapların yanına nefsini hesaba çekmeyi de koyar. Çevreyle ilişkilerini ve tasarruflarını dinî-ahlâkî ilkeler ve ölçütlerle değerlendirmeye teşvik eder.
[1] KSÜ İlahiyat Fak. 3kelam@gmail.com, Kahramanmaraş,
[2] 3/Âl-i İmrân 190–191.
[3] Örneğin, Kur’ân’a göre, yıldızların ve burçların varlığı, insanların yollarını bulmasını ve estetik haz almasını sağlamaktadır. 15/Hicr 16; 6/En'âm 97; 16/Nahl 16.
[4] 55/Rahmân 10.
[5] 75/Kıyâme 36.
[6] Beyhaki, Sünenü'l-Beyhaki, (Haydarabad), II, 184.
[7] Buharî, “Hars” 1, “Edeb” 27; Müslim, “Müsakat”, 7, 10, 12; Tirmizî, “Ahkâm” 40.