Keramet, Allah’ın veli kullarında görülen ve tabiat kanunlarına aykırı olarak meydana gelen olağanüstü hallerdir. Kerametten daha da üstün olan peygamberlerden sadır olan ve diğer insanları aciz bırakan doğa kuralları dışındaki harikulâde olaylar yani mucizelerdir. Bunların da üstünde olan bir şey vardır ki, o daha da müthiş, daha etkileyici ve inanılmaz olan tabiatın ve doğa kurallarının bizzat kendisidir. Allah(c.c.), yarattığı tek bir toz zerresi bile O’nun mahlukâtını yaratmasındaki mükemmelliğini ve kudretini biz âciz kullarına ispat etmede kerametten ve hatta mucizeden daha açıktır. Toz zerresini meydana getiren milyarlarca atomu oluşturan, elektronların saniyede bin kilometrelik bir hızla çekirdek etrafında yörüngelerinden sapmadan, birbirlerine çarpmadan dönmeleri bile tek başına müthiş bir olaydır. Sadece ve sadece bir atom’un yapısı bile başlı başına akılara durgunluk verecek derecede harikulâde bir olaydır ve belki de yüzlerce mucizeden, binlerce kerametten daha üstün, daha şaşırtıcı ve daha etkileyicidir. Bundan başka tek bir kar tanesinin mikroskop altında incelenmesi ile gözlemlenen kar tanesinin mükemmel görüntüsü bile insanı kendisine hayran bırakacak güzelliktedir. Üstelik hiçbir kar tanesinin birbirine benzemediğini ve her birinin şahane simetri ve şekillerden oluştuğunu müşahede edersek bu hayranlık insanı yaratıcının sıfatları hakkında minicikte olsa bir fikre sahip olmaya götürür. Gören gözler, akıl eden kalpler için kâinattaki her bir varlık ve olay ibretle müşahede edilmesi gereken, akılları harekete geçiren, kalpleri titreten mesajlarla doludur. Her biri Allah’ın zatının celalini ve hakimiyetinin muhteşem kudretini idrak etmede biz zavallı kulları için birer delil niteliğindedir. Mekke müşrikleri peygamber efendimizden, "Allah'a dua et de Safa tepesini altına çevirsin ki yakinimiz artsın” isteğinde bulununca Allah(c.c.) onlara cevap olarak şu ayetle cevap veriyor: “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlar için faydalı olan şeylerde, denizde yüzen gemilerde, Allah’ın gökten indirip de kendisiyle ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdiği ve her türlü canlıyı orada yaydığı suda, rüzgârı dilediği yöne sevk edişinde ve gökyüzü ile yeryüzü arasında emre tabi olan bulutlarda, akıl sahibi bir topluluk için ayetler vardır.”(Bakara,2/164) Yani Allah(c.c.) onlara akıllarını kullansalar Safa tepesinin altına çevrilmesinden daha da büyük bir olayı, tabiatın işleyişindeki mükemmelliği, muhteşemliği ortaya koyuyor. Fakat aklı kıt insanlar çok zeki oldukları halde, bilim adamı, doktor, mühendis ve hatta insanları idare eden en üst yönetici olabilmelerine rağmen Allah’a kul olamamışlar, O’nun yaratıcılığını kabul edememişlerdir. Ya da yaratıcı olarak kabul edip ona yönetici, hüküm koyucu olarak teslimiyet gösterememişlerdir. Bir ayet-i kerimede Allah(c.c.) şöyle buyurmuştur; “Dikkat edin, O hem yaratıcıdır, hem emredici (yönetici)’dir” (Araf,7/54)
Aslında Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve ona kul olmak için mucize ve kerametlere gerek olmasa da Allah (c.c.) biz şaşkın kullarına merhametinin bir eseri olarak kudretinin ziyade delilleri olarak ilahlığının azametini birçok yönden hissettirerek bizleri olağanüstü bazı olaylarla hakka sevk etmiştir. İşte, “keramet” Allah’ın dosdoğru yolunda yürüyen kulları için gerek kendilerinden, gerekse diğer veli kullarından sadır olduğu meşakkatli yolun destekleyici bir azığıdır. Eğer talimatnameye uygun kullanılırsa bir nimet, yanlış kullanılırsa bir külfet olur. O halde biz, ahir zaman ümmetinin, ahirinde yaşayan fitne dönemi Müslümanları için elde edilmesi çok zor gibi gözükse de imkânsız olmadığı düşüncesi ile “keramet” konusunu “Ehli Sünnet” ulemasının anladığı şekilde nakletmeye çalışalım. Keramet konusunu Müslümanlar için doğruyu bulmada bir ölçü, hakkı tespit etmede bir can simidi gibi gösteren bir takım ehli bidat hareketlerden ve âbid gözüken sapıklardan kendimizi ve ehlimizi muhafaza edelim.
Keramet Nedir?
Keramet, izzet, şeref, iyilik ve güzellik manalarına gelir. İslami ıstılahta ise, “Allah’ın veli kullarından zuhur eden ve âdetin hilafına olan harikulâde şeylerdir”1
Sabit haberlerin ve mütevâtir âyetlerin delâleti üzere evliyanın kerametleri sabittir. Kerametleri ya inkârcı bir bidatçı yahut haktan sapmış bir fâsıktan başkası inkâr etmez2 diyen İmam Kurtubi ve diğer Ehli Sünnet uleması kerametin hak olduğunu ayet, hadis, sahabe sözleri ve akıl ile ispat etmişlerdir.
Ancak Mutezile mezhebinin ileri gelenlerinden çoğu kerameti kabul etmemişlerdir. Bizler de bu husustaki birkaç nakli ortaya koyarak keramet konusunu açıklamaya çalışalım.
Allah (c.c.) Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“Zekeriyyâ, onun yanına, (Meryem’in bulunduğu) mihrâba her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. "Ey Meryem, bu sana nereden?" derdi. (O da) "Bu, Allah katından" derdi. "Allah, dilediğine hesapsız rızık verir."(Âl-i İmran,3/37) Müfessirlerin açıklamasına göre, Meryem'in yanında kışın yaz meyveleri, yazın da kış meyveleri bulunurdu. Meryem, peygamber değildi ki, bu harika onun için mucize olsun. Ancak Meryem, saliha, zahide ve takva mertebesine ermiş bir veli hatundur. Bu harikulâde rızıklar da, Meryem için, keramettir.3 Bir başka ayet-i kerimede Allah(c.c.) buyurdu ki: “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olmuş, taze hurma dökülsün."(Meryem,19/25) Bu ayetin tefsirinde ise îbn Abbas dedi ki: Bu, içi boşalmış bir (kuru) hurma kütüğü idi. (Meryem) Bunu sallayınca kütüğün üst taraflarına baktı, aniden dallarının çıkmış olduğunu gördü. Dallarına baktı, bu sefer dallardan hurma tomurcuklarının çıktığını gördü. Sonra yeşerdi, arkasından sarardı, daha sonra kızardı ve yeni olgunlaşmış hurma haline geldi, arkasından taze hurma oluverdi, Bütün bunlar bir göz açıp kapayıncaya kadar tamamlandı. Taze hurmalar onun önüne, hem de hiçbir şekilde yara bere almadan dökülmeye başladı.4 İmam Râzi’de tefsirinde, bu ayet-i kerimeyi açıklarken kuru hurma ağacının gövdesinin yeşermesi sonucu meyve vermesini Hz. Meryem’in kerameti olarak açıklamıştır. Kerametin hak olduğuna delil gösterilen ayetlerden biri de, Ashabı Kehf’in bir mağarada 309 yıl hiç bozulmadan ve güneşten zarar görmeden uyumasını anlatan ayetlerdir. Yine İmam Râzi bu ayetleri tefsir ederken şu nakli yapar: “Veli kulların kerametlerinin caiz olduğuna, Kur'ân, hadis, eser ve aklî deliller delâlet etmektedir. Kur'ân'a gelince, bu hususta bize göre delil olabilecek pek çok ayet bulunmaktadır. Ashab-ı Kehf Kıssası ve onların, 309 (üçyüz dokuz) yıl gibi bir süre içinde, her türlü kötülüklerden, afetlerden uzak bir biçimde diri kalmaları ve Allah Teâlâ'nın onları, güneşin ısısından koruyup muhafaza etmesidir5 diyerek bu olayı keramete delil gösterir. İmam Kurtubi’de, tefsirinde Kehf suresi 17. Ve 18. Ayetlerin tefsirinde Ashabı Kehf’in uyurken kendilerinin güneş ışıklarından muhafaza edilmesiyle ilgili şu açıklamalarda bulunur “Onlara bir keramet olmak üzere güneş hiç bir şekilde isabet etmiyordu. Bu da İbn Abbas'ın görüşüdür. Yani, güneş doğduğunda, mağaralarının sağ tarafına doğru meylederdi. Güneş battığı takdirde ise mağaralarının sol tarafından meylederdi. Böylelikle günün başlangıcında da, sonunda da güneş onlara isabet etmezdi.”
Kerametin sabit oluşuna bir başka delil de şu ayettir:
“Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kimse ise,Ben gözünü açıp kapayıncaya kadar onu (Belkıs’ın tahtını) sana getiririm, dedi. Süleyman o anda tahtı yanında gördü”(Neml,27/40)
Bu ayet-i kerimede de, Elmalı Muhammed Yazır’dan bir nakil yapalım. Neml suresi 40.ayetin tefsirinde “İbni Abbas'ın meşhur görüşüne göre, Süleyman (a.s)’ın veziri Asaf b. Berhıya'dır ki, sıddık (dosdoğru) idi. Dua edildiğinde Allah'ın mutlak kabul edeceği ism-i azamı bilirdi Hz. Süleyman'ın bir mucizesi olarak veziri (Yemen’den, Şam diyarına taşınması mümkün olmayan tahtı getirerek) keramet göstermiştir” diyerek bu olayı açıklamaktadır.
Keramet ile ilgili Sahihi Buhari, Sahihi Müslim gibi sahih hadis kitaplarında ve diğer muteber kaynaklarda onlarca hadis vardır. Gerek Peygamber Efendimiz söylemiş olduğu sözlerle, gerek sahabenin bizzat başına gelen olaylarla kerametin sabit olduğu ve detayları hakkında şüphe götürmeyen deliller mevcuttur. Biz bunların hepsini burada nakletmeye yerimiz yetmez. Bu yüzden daha çok biz bu konu üzerine âlimlerin yaptıkları açıklamaları beyan etmekte fayda görüyoruz.
Her Harikulade Hal Gösteren Veli Midir?
Kendisinde her olağanüstü hal vuku bulan insan, Allah’ın veli kullarından olmayabilir. Bu hususta o kimsenin İslam ölçüleri içinde olup olmadığına bakılır. Yoksa bir hikmete binaen kâfirlerde de olağan üstü haller görülebilir ki bu “istidrac”dır.
Bu hususta Ömer Nesefi şu nakli yapar:
“Velîler, Allah'tan en çok korkan, O'nun emirlerini yapıp, nehiylerinden kaçan müminlerdir. Keramet; tabiat kanunlarının işlemesinin, muayyen bir an ve mekânda kesilmesi ile hâsıl olan fevkalâde haldir. Bir insanda meydana gelen fevkalâde haller, onun veli olduğunu göstermez. Deccal, harikuladeliklerin en göz alıcılarını gösterecektir. Fakat o, en büyük kâfirdir. Bir insan vasıtasıyla meydana gelen fevkalâde haller, ne kadar acayip olursa olsun, o insanın akidesi İslâm akîdesi değilse, amelleri Allah'ın emirlerine uygun değilse, Allah'ın yasaklarından kaçınmıyorsa; o harikulade hal, istidractır. Asırlardan beri müfsitlerin, zavallıları kandırmak için icra ettikleri, sanat neticesi meydana gelen fevkalâdeliktir. İnançları, düşünüşü ve hareketi İslami olmayan adamdan ne kadar harika olaylar doğarsa doğsun; bunu yapan fâsıktır, zındıktır. Böyle mel'unların harikuladeliklerine bakıp onlara tâbi olanlar da, bu küfrün yol göstericilerine tâbi olan sapıklardır”6
Bir İnsanın Ben Allah’ın Velisiyim Demesi Caiz Midir?
Velinin, velayet iddiasında bulunması, yani, “ben veliyim” demesi, caiz değildir. Bu iddia câîz olmamakla kalmaz, bu iddiada bulunan kimse velayet mertebesinden düşer derler. Böyle diyen âlimlere göre, mucize ile keramet arasındaki fark şudur: Mucizede peygamberlik dâvası bulunmalıdır. Keramette ise, velilik iddiası bulunmaz. Bunun sebebi de; Peygamberler, insanları küfürden imana, masiyetten itaate, çağırmak için gönderilmişlerdir. Eğer Peygamberler, peygamberlik iddiasında bulunmasalar idi, kendilerine inanılmazdı. İnsanlar da, Peygamberlere inanmadıkları müddetçe, kâfir olarak kalırlardı. Peygamberler, peygamberliklerini ilân edip bunu teyit eden mucizeler gösterdikçe halk onlara iman etti. Peygamberlerin nebîlik iddiaları, kendilerini yüceltmek, şan ve şöhrete sahip olmak için değil, halka karşı olan şefkatlerini göstermek ve onların küfürden imana dönmelerini temin etmek içindir. Bir veli için velayetin sabit olduğunu bilmek, imanın şartı olmadığı gibi, bir velinin velayete sahip olduğunu bilmemek de küfür değildir. Şu halde, bir kimsenin velayet iddiasında bulunması, nefsinin arzusunu tatmin içindir.7
Bu hususta İmam Razi de şöyle der:
“Keramet sahibi, kerametine fazla değer vermez. Aksine kendisinden keramet südûr ettikçe, Allah'tan korkusu daha artar ve Allah'ın kendisini kahretmesi hususunda duyacağı endişe daha şiddetlenir. Çünkü o, bunların istidraç olabileceğinden korkar. Fakat istidraç sahibi olan ise, kendisinden zuhur eden bu şeylere iltifat eder, elde ettiği ve hissettiği bu harikulade hallerin hakettiği şeyler olduğunu sanır. Bu noktada başkalarını küçük görmeye başlar; onlara karşı bir kibir takınır. Allah'ın mekri (tuzağı) ve ikabı (cezası)na karşı kendisinde bir eminlik hisseder ve kötü akıbetten hiç endişe etmez. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: Allah'ın huzurundan kopmanın çoğu, keramet makamında meydana gelir. Binâenaleyh hiç şüphesiz muhakkik kimseler, belaların gelmesinden korktukları gibi, kendilerinde kerametlerin zuhurundan da korkarlar.8
Veli, Veli Olduğunu Bilebilir Mi?
Bu hususta İmam Kurtubi’den şu açıklamayı görebiliriz:
“Veli kendisinin veli olduğunu bilemez. Onun vasıtasıyla meydana gelecek olağanüstü olayları korku ve dininde fitneye düşüp ayağının kayma ihtimali bulunan bir husus olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü bunun ayağını kaydıracak bir husus yahut onun için bir istidrâc olup olmadığından emin olamaz. Es-Serrî (es-Sakatî)’den şöyle dediği nakledilmektedir; Bir kimse bir bahçeye girse, her bir ağacın tepesinden bir kuş gayet anlaşılır bir lisanla onunla konuşarak: Ey Allah'ın velisi selam olsun sana, dese bu işin ayağının kaydırılacağı bir husus olduğundan korkmayacak olursa, hiç şüphesiz bu husus sebebiyle onun ayağı kaymış olur. Çünkü kendisinin bir veli olduğunu bilecek olsaydı, korkmasına gerek kalmaz ve kendisini emniyette hissederdi. Halbuki velinin şartlarından birisi ise ölünceye kadar havf (korku) halini sürdürmesidir.Veli dünyadan saadet ile ayrılacağı takdir edilmiş olan kimsedir. Akıbetler ise örtülüdür. Hiçbir kimse ecelinin bu şekilde bitip bitmeyeceğini bilemez. İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.s.): "Ameller ancak hatimelerle (dünyadan son ayrılış haliyle)dir” diye buyurmuştur. Peygamber (s.a.s.) ashabı arasından Aşere-i Mübeşşere'nin durumlarını haber vererek cennetliklerden olduklarını bildirmiştir. Ancak bu onların havf (korku)larını ortadan kaldırmamıştır. Aksine yüce Allah'ı daha bir tazim ediyorlar, daha çok korkuyorlar ve heybet duyuyorlardı.9
Meşhur âlim İmam Rabbani, “Mektubat” isimli eserinde bu hususta şunları kaydeder:
“Bir velinin, kendisinin velî olduğunu bilmesi asla şart değildir. Evliyaullahtan birçoklarının, kendilerinin velayetlerinden haberi yoktur. Kendileri, veli olduklarını bilmediklerine göre, başkalarının da, bu zatların velî olduklarını bilmeleri şart değildir. Keramet ve harikanın gösterilmesi de, velilik için şart değildir. Velîler, keramet göstermekle mükellef değillerdir. Velayet, Allah'a (c.c.) yakınlıktır ki, Allah (c.c.) bu yakınlığı veli kullarına ikram eder. Kullarından bir kısmına hem yakınlık verir ve hem de o kullarınıbir kısım hâdiselere muttali kılar. Bir kısım kullarına da yakınlık verir fakat hadiselere muttali olma gibi harikalar vermez. Bazılarına da yakınlık vermez, yalnız harikalar verir ve bazı şeyleri keşfettirir. Çoğu zaman, keşfi ve kerameti zuhur etmeyen veliler, bu haller kendilerinden zuhur edenlerden daha üstündürler. Kendilerinden keramet zuhur eden bir kısım veliler, son zamanlarda, bu kerametlerin zuhuruna nedamet (pişmanlık) göstermişlerdir. Halkın umumu, bir kimseyi büyük bir zat olarak tanımak için, onun kerametine bakar. Hâlbuki kerameti çok olanın bu hali, velayetinin daha mükemmel olduğunu göstermez. Hatta çoğu kere, kerameti az olanın velayeti daha mükemmel olur. Şu gerçek bilinmelidir ki; velayetin hasıl oluşunda, velayet sahibinin, kendi veliliğini bilmesi şart değildir. Meşhur olan görüş budur. Bu sebeple, çoğu zaman, ilim ve keşif sahibi olan velilerin, kendilerinden zuhur eden harikalardan da haberleri olmaz”10
Evliyanın İslâm Prensiplerine Bağlı Kalması Şarttır
Bayezid-i Bistamî'nin arkadaşları anlatıyor:
“Muhitimizde velayet ve keramet sahibi bir kimsenin ismi duyulmaya başlamıştı. Dilden dile bu kimsenin zahitliği dolaşıyordu. Bir gün Bayezid, bize 'kalkın gidelim; şu velayet ve zühtle meşhur olmuş olan zatı birlikte görelim" dedi. Kalktık ve bu kimsenin bulunduğu yere vardık. Aradığımız zat da, evinden çıkmış mescide girmişti. Mescide girerken kıbleye doğru tükürerek o mübarek makama saygısızlıkta bulunmuştu. Bunun üzerine Bayezid, o şeyhe selâm vermeden ve konuşmadan geri döndü. Biz, bu durumdan bir şey anlayamamıştık. Bize dönerek dedi ki:
'Bu adam ki, Rasulullah (s.a.s.) in adaplarından birisini muhafaza etmede emin olamıyor. Nasıl olur da, iddia ettiği velayet ve kerametlerde emin olabilir ve kendisine güvenebilir. Siz, kendisine harikalar verilmiş bir kimseyi gördüğünüz zaman, velevki bu kimse, havaya bağdaş kurup oturmuş olsun o kimsenin bu harikasına aldanmayın. Velayetine ve Allah'a yakınlığına itikad etmeyin. Zira bu bir istidrac da olabilir. Ancak, siz onun emir ve nehiylere karşı nasıl davrandığına, Allah'ın kulları için çizmiş olduğu hudutları nasıl muhafaza ettiğine; İslam'la nasıl amel ettiğine bakın ve o kimseye buna göre itibar edin. Kıbleye, mescide karşı tükürmek yasaktır. Bu yasağa riayet ise, İslâm'ın adaplarındandır. İslâm'ın herhangi bir edebine riayetsizlik ise keramet ve velayete manidir”11
Müslümana gereken ölçü üzere amel etmesidir. Çünkü amellerimizde farz olan ilim ve ihlastır. Kişi için asıl olan keramet istememesidir. Bu hususta Ebû Ali el-Cüzcâni şöyle demiştir; “Sen Allah yolunda doğruluğu ve istikameti iste, keramet arama. Zira senin nefsin keramet aramaya zorlar, rabbin ise senden istikamet ister”12 Allah yolunda gayret eden Müslümanlar öncekilerden zuhur eden kerametleri duyunca bunun kendilerinde de olmalarını arzu ederler. Kendilerinde böyle bir hal bulunmayınca da amellerinden şüphe etmeye başlarlar. Bu bakış yanlıştır. Allah(c.c.) kendisine keramet verdiği kullarının gördüğü olağanüstü olaylar sebebi ile “iman hususunda yakînini artırmak, dünyada zühd ve takva hakkında azmi kuvvetlendirmek ve nefsani arzuları çağıran sebeplerden uzaklaşmak hikmeti ile onlara keramet verir. Davasında sadık kimsenin yolu nefsi için istikamet istemesidir. Esas keramet istikamettir. Şeriata ait işlerle ilgili bilginin insana açılması, olacak işler hakkındaki bilginin insana açılmasından daha hayırlıdır. Şeriat bilgisinin olmaması dine zarar verir. Olacak olaylar hakkındaki bilginin insana keşfolması ise böyle değildir. Belki çoğu kere bu bilginin olmayışı kişi için daha hayırlı olur.”13 Ayrıca keramet sahibi kişinin kerametini diğer insanlara açıklaması, reklam etmesi çok çirkindir. Bu işi insanlara açıklayarak onlardan saygı arzu etmesi, özel itibar ümit etmesi ise daha da çirkindir. Birde bu kimse keramet sahibi olması sebebiyle insanlar için kılavuz, önder olmak, onlara yol göstermek, kendi amellerini onlar için doğruyu yanlıştan ayıran bir ölçü gibi göstermek istiyorsa bu durum çirkinlik üzerine çirkinliktir. Böyle bir kimse kendi nefsi için bile korku içinde olması gerekirken insanları da ameline ortak etmesi korkunç bir risktir. İmam Kurtubi bu hususta, “Kerametin şartlarından birisi gizli tutulmasıdır.”14 diyerek konunun hassasiyetini bildirir. Bir diğer hususta velinin her istediği zaman keramet gösterememesidir.15 Keramet Allah’ın veli kulundan kendiliğinden zuhur eder. Süleyman (a.s.)’ın veziri Asaf Bin Berhiya’nın “Ben gözünü açıp kapayıncaya kadar onu sana getiririm”(Neml,27/40) demesi ayette belirtildiği üzere, “Kendisine ilim verilen kimse” denilerek o anda onu yapabileceğinin ilmi Allah (c.c.) tarafından kendisine hissettirilmiş olması durumudur.
Günümüz Müslümanları için, bahsini yaptığımız kerametten söz etmek çok zordur. Bunun sebebi, içinde bulunduğumuz coğrafyada fitne alabildiğine yaygındır. Müslümanlar için bırakın sâlih amellerde bulunmayı, imanlarını korumaları bile çok zor hale gelmiştir. Saptırıcı unsurlar bütün ordularıyla çevremizdedir. Şeytan’ı sadece damarlarımızda değil, evimizde, mahallemizde, çarşılarımızda ve özellikle ekranlarda bol miktarda görmekteyiz. İslam’ın Devleti olmadığı için can, mal, nesil ve akıl emniyeti olmadığı gibi din emniyeti de yoktur. Din adına konuşup da insanların sapmalarına vesile olan mercilerden kimse hesap soramamaktadır. Bilakis mevcut tağuti ve bizantist rejimler Müslümanların inançlarına müdahale ederek onların dinlerini bozmaktadırlar. Birde bunun üzerine din adına ortaya çıkan sapık din adamları, üstadlar, şeyhler toplumu ifsad etmektedir. İlim yok olmuş, yerine saydığımız unsurlar din adına insanlar için ölçü olmuştur. Bu kadar çok yanlış tabela var iken bırakın bir Müslümanın salih amellerde bulunmasını, küfre düşmemesi, imanını koruması bile büyük bir başarı ve belki de en büyük keramettir. Fitneler baş gösterdiği zaman hakkı bulan insanlar için yüksek dereceler vardır.
Bu hususta Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde: “Muhakkak sizin arkanızda kapkaranlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için sizden elli kişinin ecri kadar ecir vardır. 'Ey Allah'ın Rasûlü, Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? ('Sizden' ibaresi yanlışlıkla mı kullanıldı?)' diye sorulduğunda, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Hayır, Sizden elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır. Çünkü onlar hayrı işlemek hususunda bir yardımcı bulamazlar'”16 buyurmuşlardır.
Günümüzde keramet konusunu suiistimal eden din tüccarları bol miktarda mevcuttur. Ehl-i Sünnet Akaidine uymayan birçok sapık görüşler din adına pazarlanmaktadır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet âlimlerinin keramet hakkında söyledikleri dikkatle takip edilmelidir. Günümüzde sapıklıktan kurtulmanın, takvaya ulaşmanın aracı olarak kabul edilen keramet geniş halk kitlelerinin topluca irtidat etmesine vesile olabilecek bir noktaya ulaşmıştır. Bu yüzden son kısımda sapıklıktan kurtuluş reçetesinin ne olduğunu bizzat tasavvufun büyüklerinden öğrenelim.
İslâm’ın Hükümlerini Uygulamada Ölçü Nedir?
Bu hususta sözü İmam Rabbani’ye bırakalım:
“İslâm'ın hükümlerini ispatta muteber olan, kitap ve sünnettir. Müctehitlerin kıyası ve ümmetin icmaı da, ahkâmı ispat ederler. Bu dört şer'î delilden başka hiç bir şey, dinî ahkâmı ispat edemez. Ne ilham, ne de keşif ve velayet sahibi kimseler, haram, helal, farz ve sünnetten hiç bir hüküm koyamazlar. Velayet sahipleri de, müctehitleri taklitte diğer müminler gibidirler. Bunların ilhamları ve keşifleri müctehitleri taklitte, bunların başkaları üzerine daha meziyetli olmalarını gerektirmez”17
Seyyid Ahmed Rufaî (rh.a.) de, “EI-Bürha-nü'l-Müeyyed” isimli kitabında şöyle der:
“Tarikat, şeriatın aynıdır, aralarındaki fark lafızdadır. Maddeten ve manen netice birdir. Şeriatın reddettiği her şey zındıklıktır. Efendiler, EbuYezid böyle dedi, Haris şöyle söyledi, Hallaç bu sözlerde bulundu, deniliyor. Bu nasıl sözdür? Bu lâkırdılardan önce İmam Numan, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmet, bunlar ne dedi? Bunlara bakmalısınız. Kulluk işlerinizi bunların sözleriyle tashih etmelisiniz. Bundan sonra, fazla sözlerle menfaatlenebilirsiniz. Ebu Yezid'in, Ebu Haris'in sözleriyle bir şey çoğalıp azalmaz. Ama Şafiî, Malik, Numan ve Ahmed'in sözleri en güzel yollardır.18
Hz. Ali, “Hak adamla bilinmez, önce hakkı tanı, dolayısı ile ehlini tanırsın” diyerek hakkı bulmada hocaların değil, hocaları bulmada hakkın ölçü olduğunu beyan etmiştir.
Dipnotlar
1. İslam İnancının Temelleri, Ömer Nesefi, Bayrak Yay. sh.152
2. El camiu li-Ahkâmi’lKur’an,İmam Kurtubi, Kehf;78 tfs.
3. Ömer Nesefi, a.g.e. sh.160
4. El camiu li-Ahkâmi’lKur’an,İmam Kurtubi, Meryem,25
5. MefatihulĞayb,Fahruddin er-Râzi, Kehf,9-12
6. Ömer Nesefi,a.g.e. sh.158
7. Ömer Nesefi,a.g.e. sh.178
8. MefatihulĞayb,Fahruddin er-Râzi,Kehf,9-12
9. El camiu li-Ahkâmi’lKur’an,İmam Kurtubi,Kehf,78
10. İmam Rabbanî, Mektubat, C. I, sh.187-188; C.II.138-139
11. İslam İnancının Temelleri, Ömer Nesefi, Bayrak yay.sh.186
12. İmam Âzam,Fıkhı Ekber,İst.1981.sh.192-193; el-Akîdetü’tTahâviyye ve şerhi, İbnEbi’l-izz el-Hanefi,Guraba yay.İst.2008,sh.549
13. İmam Âzam,Fıkhı Ekber,İst.1981.sh.192-193; el-Akîdetü’tTahâviyye ve şerhi, İbnEbi’l-izz el-Hanefi, Guraba yay.İst.2008,sh.549
14. El camiu li-Ahkâmi’lKur’an,İmam Kurtubi,Kehf;78 tfs.
15. Ömer Nesefi, a.g.e. sh.179
16. Ebu Davut,Tirmizi,İbnMace, İhyauUlumiddin,İmam Gazali(Emri bil Maruf konusu)
17. İmam Rabbani, Mektubat,55.Mektub; Ömer Nesefi, a.g.e. sh.187
18. Ömer Nasuhİ Bilmen, Muvazzah İlmi Kelâm, s. 42. Ömer Nesefi, a.g.e. sh.188