Zulüm
ve haksızlık karşısında sessiz kalmamak ve belli bir tavır almak Müslümanlığın
şiarıdır. Hiçbir Müslüman kötülüklere payanda olamaz ve zulümlerin işlenmesine
seyirci kalamaz. İnkâr ve tuğyana teşne olmak Müslümana yakışmaz. Müslümanların
kadim tarihten beri kâfirlik ve zulümle kavgaları olduğu açıktır. Canları
pahasına haksızlığa karşı duranların başını daima Müslümanlar çekmiştir. Bu
nedenle Müslümanlık, iman edenlerin kendi önderlik ve istikametlerini başkalarının
değil, bizzat kendilerinin belirlemesini istemiştir. Yön veya kıble bunun
tarihteki pusulası mesabesindedir. Kıblesi belli olmayan hiçbir Müslüman, ne
kadar büyük imkâna sahip olursa olsun, ne çapta emek verirse versin, Din-i
Mübin-i İslama hizmet etmiş olamaz. Dünyevi birtakım mazhariyetler elde etse
de, cem-i gafir tarafından tasfik ve tebrik edilse de, İslamın ve
Müslümanların gözünden düşecektir.
İlim,
ahlak, edep ve irfan ferdidir. Keşif ve icatlar genellikle zihin ve gönül
yönünden yoğunlaşmış şahsiyetler tarafından gün yüzüne çıkarılır. Ama onların
gelişmesi ve umuma hizmet edecek düzeyde üretim ve dağıtımının yapılması
içtimaidir. Elektriği bir şahız keşfeder, bir diğeri onu aydınlatmada kullanmak
için çalışır ve o da bir kaşif olur. Bir başkası onu motorda kullanmayı dener
ve başarır. Biri fotoğraf çekmeyi keşfeder, diğeri onu hızlı çekmeyi, bir
diğeri onu hızlı göstermeyi bulur. Böylece film meydana gelir, sanatçılık yaygınlaşır.
Başkası çıkar onu televizyona uygular, diğeri internet ağını kurar ve tüm
bunlardan yararlanır: Elektrik, fotoğraf ve film. Bunlar özde ferdi iken
gelişimiyle içtimai veçheye bürünen işlerdir.
İslam
her birimizden ferden ferda mümin ve Müslüman olmamızı ister. İman ve dinimizi
kimseye emanet etmememiz gerektiğini ve onların kimseye ısmarlanmamasını
ciddiyetle tavsiye eder. Samimiyet, ciddiyet, şecaat, ihsan, ihlâs ve takva ile
donanan Müslüman fertler bundan sonra kendi aralarında saf tutarlar. Bir kafile
ve kervan oluştururlar. Bu durumda ferdi ve içtimai rehberlik ve istikamet daha
da ehemmiyet kazanır. Bu süreçte yanlış yola girmenin bedelini sadece fertler
ödemez, tüm cemiyet de ondan etkilenir. Herkes kendi nasibince ondan bir zarar
görür. Hatta Müslüman olmayan fertler ve cemiyetler de bundan zarar görürler.
Kötü misalin zararı sınırsız olduğu gibi doğru temsilin de hatsız hesapsız
faydalarından söz edilebilir.
Müslümanlar
tarihin çok erken dönelerinden itibaren yönsüzlük ve istikametsizlik gibi bir
girdaba düşmüşlerdir. Bizden önceki ümmetlerin başına gelen bu felaket çok
geçmeden Müslüman Ümmetin başına da sarılmıştır. Yönünü ve istikametini yitiren
ümmet sağdan sola soldan sağa savrulup durmuştur. Tarihte okuduğumuz onca kavga
ve didişmenin başlıca nedeni budur. İstikameti olmayan ve artık onu önemsemeyen
fertler, cemiyetler ve onlara vaziyet eden devletler, dünyevi istikamete sahip
kimi cemiyet ve devletlere peyk olmaya başlamışlardır. O gün bugündür dünyayı
paylaşma üzerinde kutuplaşan düveli muazzama içinde bir varlık gösteremeyen
halklar ve devletler ancak İslam Ümmetini paylamakla meşguldür. Kimsenin dünya
çapında işe yarar, Din-i İslamın izzet ve şerefine yakışır ümmeti derleyip
toparlayan bir projesi yoktur.
Germe,
öfkelendirme, kavga ve didişmeye yol açma, bölme ve parçalamaya hizmet eden
nice proje, mesaj, söz varken bir anne şefkatiyle, bir baba izzet ve şerefiyle
ümmeti kayda değer iş ve eylemlere çağıran Müslüman cemaatler, cemiyetler,
halklar ve devletler nerededir? Dünyanın efendisi olarak batıyı seçenler,
doğuda kimi devlet, halk ve hiziplere düşmanlık üzerine kurdukları söylem ve
eylemlerle hizmete koşmaktadır. Bunların dünya istikbarına söyleyecekleri bir
sözleri yoktur veya maslahat gereği onu yutarlar. Batının doğudaki jandarması
ne kadar insanlık dışı, hak-hukuk dışı işler yaparsa yapsın, düveli muazzama
safında yer alan sivil kuruluşlar onu sessizce geçiştirirler. Eğer birileri onların
planını bozmak için kılını kıpırdattığı için saldırıya, baskına uğrar ve
canından olursa, cenazesi yerdeyken cemaatler, dernekler, hocalar seslerini
yükseltmeye başlarlar: Neden izin
almamışlar; jandarmadan izin almalıydılar (!).
İstikbarın
doğu bloğunda yer alan fertler, cemaatler, cemiyetler ve devletler de bunun
zıddı bir yöne sevk edilirler. Onlar dinlerinin açık emirleriyle kardeş
oldukları halklarla kavgaya itilirler; dünyevi kimi maslahatlar, mazhariyetler
adına kardeşlerine dünyayı cehenneme çeviren azgın güçlerin siyasetlerine teşne
olurlar. Moskovada konuşlanan hocaefendi Putinin Çeçenyada işlediği
zulümleri görmez; bu konudaki imha siyasetini tenkidi aklının ucundan bile geçirmez.
Onun için bu siyasi bir konudur; Kurân ve İslam hizmetiyle uğraşan hizmet ehli
bu konularda konuşmaz. Suriyede Rusların yerli fesat rejimiyle sergilediği
mezalimi görmez. Waşingtonda konuşlanan hocaefendi de melun Beni İsrailin, hain
Ben Gurionın (v.1973) mezbahaya çevirdiği İbrahim
Halilin mezarı başında işlenen cinayetlere gözlerini kapatır, kulaklarına
pamuklar tıkar. Kardeşlerinin acısını içinde hissetmez. Onların dertlerine
ortak olmaz ve bu açık hapishaneden kurtulmaları için herhangi bir hesap veya
plan içinde yer almaz.
Neden
acaba?
İslam
bizi gerçekten kardeş kılmış değil midir?
Kardeş
olmak, düşmanın safında yer almaya engel değil midir?
İslam
ve Kurân bizim doğu veya batı adına, onların buralardaki maslahat ve
gelecekleri için birbirimizle savaşmamızı haram kılmamış mıdır? Yoksa biz de
Sör Seyyid Ahmed (v.1898) gibi: Bugün batılılara itaat
etmek farzdır; Kurânın kesin emridir deyip onların saflarını güçlendirmeye,
mevzilerini muhkemleştirmeye mi çalışmalıyız? Bu amaçla doğunun tuttuğunu
indirip batının tuttuğunu mu kaldırmalıyız?
Bu
sorular ve daha niceleri kafası karışık Müslümanlar için hala birer mesele
olarak ortada durmaktadır. Halklar genelde devletlerinin, hükümetlerinin dini
üzeredirler. Bu konuda Budist, Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman olmak çok şeyi
değiştirmez. Bilinçsiz halk katmanları efendilerinin yoluna giderler. Onların
yön ve istikametine bakarlar. Devlet ve hükümetin desteklediği iş ve eylemlerde
cesaretlenirler; soğuk durduğu, destek değil karşı olduğu iş ve eylemlerden de
soğurlar; el çekerler. Meşhur söze göre: En-Nâsu
alâ Dini Mülûkihim (İnsanlar,
hükümdarlarının dini üzeredirler).
Müslümanlar,
Kitabın ve Sünnetin tanımladığına göre iyilik, doğruluk ve adalet ehlidirler.
Onların tarafı ve savunucusudurlar. Şartlar ne olursa olsun, onları iyilik ve
adalet yolundan çıkarmak mümkün değildir. Onlar düşmanlarına karşı bile
adaletten sapmazlar, asla haddi aşmazlar.
Peki,
bu Müslümanların kıstası nedir? Hangi ölçüye göre hareket ederler? Yol
haritalarını kim çizmiştir? Kendilerine rehberlik eden düsturlar nelerdir?
1. Onlar
Hakka şahitlik eden kişiler, cemaatler ve cemiyetlerdir. Onlar Hakkın
yolundadırlar; batılın sağa veya sola giden yollarından birine sapmazlar. Onlar
uydu değil, peyk değil, rotası belli olan gezegenler gibidir. Yani onlar
yeryüzünde halifelik görevinin bilincine ermiş bir topluluktur. Bunlar
âlemlerin Rabbine teslim olmuşlardır. O da kendilerini önder yapmıştır. Allah,
önderlik şerefiyle, insanlar önünde Hakk'a şahitlik etme görevini aynı derecede
tutmaktadır. Önderlik şerefli bir konumdur. Pek çok şerefli sorumluluğu vardır.
Bu görev peygamberin diğer insanlara şahitlik etmesi gibi, İslâm toplumunun
diğer insanlar önünde hak ve hakikatin, doğruluk ve adaletin yaşayan şahitleri
olmalarını ve hakkın, doğruluk ve adaletin anlamını tüm dünyaya göstermelerini
gerektirir.
Bu
görev sebebiyle hesaba çekilecek İslâm toplumuna çok büyük sorumluluklar düşmektedir.
Nasıl Hz. Peygamber (s.a.s.) Allah'ın hidayetini tebliğ etmekle görevli idiyse,
aynı şekilde müminler de hidayeti diğer insanlara tebliğ etmekle sorumludurlar.
Eğer Allah huzurunda bu görevi ellerinden geldiğince iyi bir şekilde yerine
getirdiklerini gösteremezlerse orada cezalandırılacaklardır. Şayet Hakk'ın
şahitleri olarak görevlerinde bir gevşeklik göstermişlerse, kendi kötü amelleri
ile birlikte kendi önderlikleri zamanında yayılan kötülüklerden de sorumlu
tutulacaklardır. Kıyamet gününde Yüce Allah onlara şöyle soracaktır:
"Dünyayı kasıp kavuran sapıklık, zulüm ve
günah kasırgaları kıtalar dolaşırken siz neredeydiniz? Onca isyanı, onca
tuğyanı gördüğünüzde onları engellemek ve ortadan kaldırmak için ne yaptınız?"
2. Dini
ve Allaha teslim olup bağlanmayı her tür yapay ayırımın önünde oturmaya özen
gösterenlerdir. Bu konuda Hıristiyanlık ve Yahudiliğin daha sonraki bir
çağda kurulu ibadet şekilleri ile ortaya çıktığını bilen bilgin ve din
adamlarını hatırlamak ve daima göz önünde bulundurmak gerekir. Buna göre kimse Hakk'ın,
iyilik ve doğruluğun kendi mezheplerinin tekelinde olduğu yanlışına
düşmemelidir. Bunun yanında cahil halk da, ebedî kurtuluşun, peygamberlerden
çok sonra din adamları, rahipler, yorumcular ve tefsirciler tarafından icat
edilen bu inanç, düzenleme ve ayinlere bağlı olduğu konusunda aldanmamalıdır. Akılda
tutulması gereken soru şudur:
"Hz.
İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakub ve diğer peygamberler, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
Muhammed sizin mezheplerinizden hangisine bağlıydılar?"
Ne
kadar derin ilim ve tetebbu sahibi olursa olsun, hiçbir âlimin bu soruya
doğrudan cevap vermesi mümkün değildir. Kimse peygamberlerin kendi mezhebine
bağlı olduklarını söyleme gibi bir iddiada bulunamaz. Zira bu tarihin
yalanlayacağı saçma bir iddiadan öteye gidemez. Yani bu gerçeğe rağmen, açıkça,
peygamberlerin ne Yahudi, ne de Hıristiyan oldukları söylenebilir. Onların dini
daima ve değişmeden günümüze kadar gelen İslam idi. Bunun dışındaki hiçbir
iddia ispat edilemez. Demek ki esas olan iman etmek ve ilahi buyruğa teslim
yani Müslüman olmaktır.
3.Onlar hem iman ve ibadette hem de hukuk
ve siyasette istikamet sahibi bir topluktur. Bu, Hz. İbrahimden Hz. Musa
ve Haruna kadar süregelen tevhidi mücadelenin değişmez ilkesidir. İstikametten ayrılmayın ve bilmeyenlerin
yoluna girmeyin. (10/Yûnus 89).
Bu
istikamet kavramı hayatta insana yol gösteren bir pusula gibidir. Müslüman
her adımında istikamete muhtaçtır. Her sözünü istikamete uygun söylemelidir.
Her mesajını ve rehberliğini bu istikamete uygun, onunla ahenkli biçimde düzene
koymalıdır. İstikametin diğer adı yön veya kıbledir. Kıble sadece namazda
yöneldiğimiz bir cihet veya bina değildir. Hayatın tamamını bu tarafa göre nizama
koyma kriteridir. Onun için Müslümanlar Medineye hicret edip Bedirle
istiklallerini perçinlediklerinde kıblelerini değiştirmeleri emredilmiştir.
Vakıa, Rasûlullahın (s.a.s.) aklında tasavvur edilen ve gönlünden geçen de bu
değişimdi.
Kıble
değişikliğiyle İslâm ümmetinin rehberliği tescillendi ve onun önderliği ilân
edilmiş oldu. Müslümanlar kendilerinin "vasat ümmet" olmalarını
sağlayan üstün meziyetlere, Hidayet'e tâbi olarak ulaşmışlardır. Kıble'nin,
Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Harâma (Kâbe'ye) çevrilmesi, Yahudilerin rehberlik
(önderlik, liderlik) görevinden alınıp, yerine Müslümanların konulduğu anlamına
geliyordu. Bu nedenle Kıble'nin Kudüs'ten Kâbe'ye çevrilmesi aklı ermezlerin
sandıkları gibi sadece bir yön değişikliği değildi. Aslında beşeriyete
rehberlik yapma görevinin Yahudilerden alınıp Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve
Müslümanlara verildiğinin ilânıydı. Onun için bu emir sadece Rasûlullahın (s.a.s.)
talimatıyla değil, bizzat Yüce Allahın kelamıyla gerçekleşti (2/Bakara
142-150).
Kıble
değişikliği, olayları, gelişmeleri, krizleri hangi ölçüye göre ele alacağımız
ve nere göre çözeceğimiz konusunda bize bir kıstas vermiştir. Bundan böyle sağa
sola göre, doğuya batıya göre değil, kendi istikametimiz ve değerlerimiz ile
olaylara bakmalı ve ona göre çözüm üretmeliydik.
4. Aşırı
uçlardan sakınan vasat ümmeti temsil eden bir topluluktur. Onlar ne heva
hevesin ve de nefis ve şeytanın kışkırttığı eğilim ve tavırlara pabuç
kaptırırlar. Daima makul, mutedil, insaflı ve merhametli hareket etmeyi şiar
edinmişlerdir. İlahi caddenin (şeriatın: otobanın) orta şeridinde seyahat
ederler. Ne aşırı hız ne de horlanacak hızda giderler. Sağın veya solun
rüzgârına kapılmazlar. Tedbir ve itidali elden bırakmazlar. Kurân-ı Kerimi
lafız ve mantık olarak değil, ruh ve gönül hücreleriyle okurlar. Onu
Müslümanlara ve kâfirlere karşı bir kılıç olarak kullanmaya kalkmazlar. Onu
öncelikle kendileri için bir pusula, bir reçete ve rehber olarak okur, anlamaya
çalışır ve ona göre yaşarlar. Ancak öylece vasat ümmet olurlar. Kâfirlere de
Müslümanlara da yol ve istikameti gösterirler.
"Vasat
Ümmet" kavramı başka bir dilde tam anlamının ifade edilemeyeceği kadar
geniş kapsamlıdır. Yani bu topluluk, belirli sınırları aşmayan, orta yolu
izleyen, diğer milletlere âdil davranan ve diğer toplumlarla ilişkilerini hak
ve adalete dayandıran doğru ve soylu bir toplumdur: "Böylece biz, insanlara şahit olmanız için sizi vasat bir ümmet kıldık
ki Rasûl (s.a.s.) de üzerinizde bir şahit olsun." (2/Bakara 143). Yani
Rasul, ümmete, ümmet de tüm insanlara tanıklık edecektir.
Kıyamet
gününde herkes bu tanıklıktan sorguya çekilecektir. Hakkıyla rehberlik ve
önderlik yaptınız mı? Çağınıza nasıl bir tanıklık yaptınız? Neyin şahidi,
tanığı, temsilcisi ve sorumlu oldunuz? Kötülüğün, kâfirliğin, azgınlığın karşısında
zihninizde, gönlünüzde neler geçirdiniz? Ona karşı neler söylediniz? Sessiz mi
kaldınız? Beraber olup alkışladınız mı? Yoksa onlara karşı başkaldırıp
direndiniz mi?
Günümüzde
Müslümanlar tarihte yaşanan kötü misaller gibi sağa sola destek olmayı, sağdan
soldan yardım almayı, doğuya batıya yaslanmayı terk etmelidirler. Bugün bizim
aklı ermezlerimizin eline silah ve dolar tutuşturup cephelere sürenler bizden
değildir. Aramızda kavgaların derinleşmesine yol açan söylemler geliştirenler
bizden değildir. Bizi ülke ülke, halk halk, renk renk, ırk ırk kategorize
edenler bizim dostumuz değildir. Bizim meşreplerimizi, mezheplerimizi, cemaat
ve cemiyetlerimizi katı tefsir ve yorumlarla karşı karşıya getirenler, samimi
de olsalar, ne kadar büyük bir vebal altında olduklarını hissetmeyenlerdir.
Zihnen
ve ruhen gergin ulema ne derse desin, doğu ve batı ne planlar yaparsa yapsın,
tüm müminler kardeştir. Onca tuğyana, bunca projeye rağmen aralarında mutlaka
rahmet meltemleri estirmelidirler. Birlerine dua etmelidirler. Birbirlerine
saygılı olmalıdırlar ve mutlaka birbirlerini sevmelidirler. Ne doğu ne batı
birbirini seven bir ümmeti ele geçirebilir. Birbirini sevmeden iman etmek
mümkün müdür? Cahiliyeye karşı cihadı düşünmeden, planlamadan, ona
hazırlanmadan cahiliye ölümüyle ölmekten kurtulma imkânı var mıdır?