
İslâm’da ulema, dinin tebliğcileri, temsilcileri ve tatbikçileridir. Onlar, nesillerin insan güzelleridir. İslâm ümmeti ulema ile vardır ve ulema ile güçlüdür. Sahip olduğu silahının ve gücün adı ne olursa olsun, ulemasını kaybetmiş bir ümmetin gücü olmaz.
İslâm’da ulema; hayâ, hayat, iffet, sadakat, gayret, cihad, izzet, zürriyet ve hürriyet ile özdeşleşmiştir. Ulema, kıymetler üstü bir kıymettir. Ulemanın kıymeti, zaman ve mekânla mukayyed değildir. Bugün kaht-ü rical devrini yaşıyoruz. Genel insanlık âlemi için, özelde ise İslâm için ulemanın siret ve ahlâkı en az güneş, hava ve su kadar gereklidir. Hz. Ömer (ra) bu tür şahsiyetlerin önemini fark etmişti ki bir defasında etrafındakilere; “Allah duanızı kabul etseydi neyi talep ederdiniz?” diye sormuş, değişik cevaplar alınca, içinden geçeni şöyle açıklamış: “Kabul olacak duam olsa şu oda dolusu Ebu Ubeyde emsâli zevatın sayısını artırmasını Cenâbı Allah’tan niyaz ederdim.” (1)
Ulemanın yokluğu, felaketlere davetiyedir. İçinde insanları ilme, irfan ve erdeme davet eden, kötülükten alıkoyacak bir topluluğun bulunmadığı toplumlar, tüm kimyasal ve biyolojik silah ve cihazlara sahip olsalar bile düzenleri örümcek ağından daha zayıftır. Rabbimiz uyarıyor:
"Sizden önceki devirlerde (insanları) yeryüzünde fesâd (çıkarmak)tan vazgeçirmeye çalışacak (bu suretle onları helakten kurtaracak) ulu bakıyye/idrak, ibadet ve fazilet saahipleri bulunmalı değil miydi? (O devirlerin insanları) içinden (vazifelerini yaptıkları için) kurtardığımız (kimseler) ancak (pek) azdır. Zalim olanlar ise yalnız kendilerine verilen (dünyevî) refahın ardına düştüler, günahkâr insanlardı onlar.”(2)
Bu âyet-i kerime’de ulemaya duyulan ihtiyaç, “varlığı sürdüren unsur” olarak Ulu Bakıyye kelimesiyle ifade etmiştir. Sizden önceki asırlarda yaşayan nesiller içinden, akıllı, ileri görüşlü, dindar fazilet sahipleri, akıllarını kullanarak yeryüzünde insanları bozgunculuktan, yozlaşmaktan, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmaktan vazgeçirmeye çalışsalardı, ne iyi olurdu. Ulu Bakıye’nin yani kalıntıların kendilerini tabi olanlarla az da olsa yola şaşmadan yollarına devam edecekleri ve bunların kurtulan azınlığı temsil edecekleri ifade edilmektedir. Ulu Bakiye’ye ancak çok az bir topluluk uyacaktır. Çoğunluk ise zevkin sefanın peşine düşecek ve kendilerini ve özlerini dağıtacaklardır.
Kur’an etrafındaki duvarlar ve surlar çöktüğünde yani İslam’a dayalı devlet erki çöktüğünde, İslam’ı savunmayı bakiye anlamında âlmeler, meşrepler cemaat ve fertler yüklenecek ve üstleneceklerdir. Hazreti Musa’nın da kendisinden sonra Yahudiler arasında böyle bir taifenin kalması için Allah’a yalvardığı bilinmektedir. Hazreti İbrahim’in bakıyesi hunefa olarak anılmaktadır. Peygamberimiz dönemine kadar varlıklarını muhafaza etmişlerdir. İslam’ın ilk asırları Asr-ı Saadet ve Asr-ı Selef olarak nitelendirilmiştir. Üç asır sonra selef veya eslaf tarihe karışmıştır. Fakat eseri kalmıştır. Eslafın ilk üç asırla sınırlı olduğu hadisle sabittir. Elbette selef asırlarında herkes aynı düzeyde kamil değildi. Geneli anlamında ve asrın muhtevası anlamında böyle bir isimlendirme yapılmıştır. Yoksa o asırlarda Haccac da vardır. Selef asrı inkiraza maruz kalsa da sonraki asırlar içine bakıyeleri gizlenmiştir. Ulema, enbiyanın ulu bakiyesidir, varisidir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Şüphesiz peygamberler ne altın ne de gümüş miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse tam bir hisse almış olur.” (3)
Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim İbrahim (a.s)’ı başlı başına bir ümmet olarak takdim etmektedir. (4) Hz. İbrahim (a.s) inanç, ibadet, cihad, davet ve mücadelesiyle tüm İslâmî vecibeleri yaşayıp yerine getirdiği için “tek ümmet” olarak nitelendirilmiştir. Peygamber vârisi ulema da zaman zaman yaşadıkları toplumlarda “bir âlem olma” vasfını taşımıştır. Ulemamızın sahip oldukları birçok meziyetten üçü çok önemlidir. İlim, züht ve cesaret. Onlar ilim, düşünce, irfan, züht, yaşantı, cesaret, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma ile topluma yansıyorlardı. Kısacası; ulema gücünün hissedilmediği bir zemin yoktur. Haçlıları püskürtmeden tutun, despot idarecilerin idaresine son vermeye, kurdukları ve yönettikleri devletlerden, ders verdikleri üniversitelere kadar, yaşadıkları ortamdan merkez edindikleri mâbet ve mescitlere kadar, ulemanın eser ve tesirini görmek mümkündür. Bu bağlamda muhtemel bir soruya şimdiden cevap bulmaya çalışacağız.
Soru şu: Ulemanın gücü yalnızca erkeklerle mi sınırlıdır? Bu güçte kadın ve çocukların da payı var mıdır?
Cevap: Ulemanın gücünü tespit etmeye çalışırken ulema arasında küçük-büyük, kadın-erkek ayırımına girmedik. Zira çok sayıda âlim, küçük yaşta “âlim” olma vasfını almıştır. İmam Şafiî 15 aşında, İbn Teymiye 20 yaşında, Muhammed b. Abdurrahman b. Ömer Uclî el-Kazvinî 20 yaşında, Ahmed b. Hasan Hanefî 17 yaşında alim olma vasfını elde etmişlerdir. Ayrıca İmam Malik, Ahmed b. Hanbel, Buharî, Hafız Ahmed b. Fuad Razî, hafızların öncüsü olarak bilinen Ebu Zur’a, Râzî, Muhammed b. Cerir Taberî, Cüneyd Bağdadî, Maruf Kerhî, ve Hatib Bağdâdî küçük yaşta “âlim” olma vasfına haiz olanlardandır. (5) Kadın ulemaya gelince, onlar ulemayı yetiştiren anneler, keder ve sevinçlerini paylaşan eşler olmuştur. Yani ulemanın ilk eğitimcileri anneleri olmuştur.
Âlimler, ümmetin kalbinde iyiliği, umudu, cihadı ve cesareti çoğaltan örnek ve önderlerdir. Ümmet onlarla vardır. Ümmetin gücü ulemanın gücüyle kaimdir. Âlim konuştu mu hakkı izhar olur. Âlim yürüdü mü halk peşinde gider. Âlim elini silahına attı mı halk kıyam eder. Haksızlık karşısında âlimlerin susması tehlikedir. Çünkü âlim sustu mu cehalet artar, zulüm şaha kalkar. Âlim korktu mu zillet toplumu kaplar. Âlim bozuldu mu, toplum bozulur. Âlim öldü mü âlem ölür.
Ulema, dinin işçileri ve bekçileridir. Allah Teâla Hz. Peygamber’e öyle mükemmel, sağlam, dinamik ve kusursuz bir inanç sistemi vermiştir ki, Müslümanlar onun sayesinde dünyada olup biten tüm değişim ve cereyanlara karşı koyabilmektedirler. Keza Müslümanlar bu güç sayesinde her dönemde karşılaşmış oldukları bütün problemleri çözmüşlerdir. Allah Teâla İslâm’ın korunmasını üzerine aldığını şu âyetle teyit etmiştir. “Hiç kuşkusuz Kur’an’ı biz indirdik ve her hâlu kârda onu koruyacak da biziz.” (6)
Evet, Allah Teâla, her dönemde dini öğretecek, yaşayacak ve başka insanlara aktaracak şahsiyetler bahşetmiştir. İslâm’ın beka ve devamı için bu iki sebebin yaratılması, elbette ki tesadüf değil, ilahî kudret tarafından yapılan bir program ve düzenlemedir. (7)
İslam dünyasında ulema kesimleri, sahip oldukları dini bilgiden dolayı halk katmanları arasından oldukça saygın bir konuma sahip olmuşlardır. İktidarların siyasi ve askeri gücü kitleleri devlet aygıtına itaat etmeye zorlarken, ulemanın saygınlığı büyük ölçüde İslâm dünyasında halk kesimlerinin ulemayı dini bilginin aktarıcısı, dini ve itikadi alanın koruyucusu olarak görmesinden kaynaklanmaktaydı.
Ulema, ahlâk ve ilim yönünden, yaşadıkları çağın en şahsiyetli insanlarıydı. Nübüvvet kapısı kapanmıştır. Ancak nübüvvetin mirası kalmıştır. O da ulemadadır. Ulemanın hayatında ilim ve ihlas vardır, Allah’ın rızası vardır, aksiyon vardır, gayret ve fedakârlık vardır, sevgi vardır sonunda da iki âlemin saadet ve mutluluğu vardır.
Ulemanın toplumsal etkinliğini ve dini otoritesini sınırlandıran en önemli faktör, İslam dünyasında iktidarın genel olarak dinsel bilginin taşıyıcıları ve dinsel meşruiyet merci olan ulema kesimleri üzerinde kurmuş olduğu hâkimiyet ilişkisiydi. Bu ilişki sonucunda ulema kesimleri, özellikle fakihler, zaman içerisinde “egemen devlet güçleri ve onun içinde örgütlenmiş sınıflarla bağlantılı” hale geldiler. Oysaki “ulema” kavramı, yararlı tüm ilimlerle uğraşanlar ve Allah’ın emir ve yasakları karşısında derin sorumluluk taşıyan herkesi kapsamaktadır. Allah’ın hükmünü ve hâkimiyetini yok sayan, insanlara zulmetme, haklarını ellerinden alma yetkisini kendilerinde görenlerin yanında yer alanlar ulemadan sayılmazlar. Müslüman âlim; Yunan sofisti değildir, Roma hukukçusu değildir, Hindu Brahmanı da değildir. “Fakih”ve “âlim”, pro-totipi İslâm akidesinin sosyalleşme sürecinde ve diğer medeniyetlere girdiği mücadelede yeni tiptir. O, vahiyle aklı ve bilgiyi öyle bir harman haline getirmeli ki, bu yeni tip başlı başına ilme önderlik oluşturmalıdır. (8) İslâm’ın bir akıl dini değil, bir akıllılar dini, bir iman dini olduğunu beşeriyete öğreten örnek ve önderlerdir.
Keyfiliğin ve cebriliğin önce çıktığı Emevi hanedanlığıyla birlikte ortaya çıkan devlet geleneği dini bilgiyi ve bu bilginin taşıyıcısı olan ulema kesimlerini iktidarın bir uzvuna dönüştürmeye çalışmıştır. İslam’ın dinî öğretisi, “âlimleri peygamberin varisleri” olarak nitelendirmiş ve ilimle uğraşanların iktidara mesafeli olması konusunda pek çok zaman uyarıda bulunmuşlardır. Hatta yaygın anlayışta devlet katında kadılığı kabul eden kimse “bıçaksız katledilen kimse” olarak nitelendirilmiştir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, Emeviler döneminde en başta İmam Ebu Hanife ve İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere pek çok ulema devlet erkinin bir parçası olmayı, özellikle kadılık görevini kabul etmemişlerdir. İlk dönem ulemanın iktidarın bir parçası olmasını önleyen önemli etmenlerden bir diğeri ise, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren dini görevlerin, özellikle eğitim ve öğretimin maddi bir karşılık beklenerek yapılamayacağına yönelik bir anlayışın yerleşik hale gelmesidir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, İslam’ın ilk zuhurundan modern zamanlara değin pek çok âlim ve arif iktidarın dışında kalabilmek ve onun bir uzvuna dönüşmemek için başta ticaret ve zanaat olmak üzere farklı geçim yollarından maişetlerini temin etmeye çalışmışlardır.
İslam dünyasında, özellikle Kuzey Afrika’da pek çok âlim 19. yüzyıla değin iktidar dışı alanlarda var olmaya ve bu amaçla ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ticaretin yanında İslam dünyasında ulema kesimlerinin özerk kalmasını sağlayan diğer önemli bir unsur, İslam dünyasında Hz. Muhammed döneminden itibaren giderek yaygın hale gelmeye başlayan vakıf sistemidir. Ancak, ticaret ve vakıflar sayesinde ekonomik anlamda göreceli otonomiye sahip olan ulema kesimi, Abbasi iktidarıyla birlikte, bu kısmi özerk konumlarını kaybetmeye başladılar; başta kadı ve müderrisler olmak üzere pek çok din ve eğitim hizmetinde bulunanlar, hatta camilerde imamlık vazifesini yerine getirenlerde devletin maaşlı memurları haline geldiler. Ayrıca, Abbasilerle birlikte gelişen devlet bürokrasisi ve iktidarın dini meşruiyeti kadim eğitim kurumu olan medreseleri iktidarın devlet bürokrasisi için gerek duyduğu kimseleri yetiştirecek ve aynı zamanda iktidarın meşruiyetini sağlayacak bütünüyle Abbasi iktidarına bağlı yapılara dönüştürdü. Devletin bürokratik aygıtının bir parçası haline gelen ulemanın iktidar çevreleri açsından yerine getirdikleri iki temel toplumsal ve ideolojik fonksiyon söz konusudur: Bunlardan ilki, iktidar için gerekli olan dini (şer’i) meşruiyet alanı üretmek ve bir diğeri ise, iktidara karşı yükselişe geçen toplumsal gruplarla iktidar arasındaki ilişkiyi sağlamak ve bu karşı grupların iktidara karşı yükselen tansiyonu yatıştırmaktır.
Ulemanın kitap yazması ve kitap okuması yetmez. Bazen meydan okumalı; kendine, hayata, dünyaya ve dünyaya hükmetmeye kalkışan Firavunlara, Nemrudlara, Karunlara.. Meydan uleması olmayan bir ümmetin gücü yoktur. Ulemasız güçlü olmaya kalkışan bir ümmetin esarete âşık olduğundan şüphe edilmez!
Ulemayı tanımlayanlar, “rabbânîlik vasfına haiz olanlar” ifadesini kullanırlar.“Rabbânîlik” kavramı, “Rab” kelimesinden türetilmiştir. Diğer bir görüşe göre; “rabbânî” ifadesi, terbiyeden gelir. Bir babanın çocuğunu terbiye etmesi gibi,“rabbânî âlim” de insanları terbiye etmeye çalışır.” (9) Rabbânî, Allah’a mensup olan, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan, her yaştaki insanları eğitmeye çalışan, onlara hikmeti öğreten, fakih de ilim ve hikmet sahibi kişi anlamındadır. (10) Rabbânî’ ifadesinin geldiği diğer bazı anlamlar da şunlardır:
a-Alim olma,
b-Amil olma,
c-Muallim olma vasıflarını taşımak.
“(O hâlde)Rabbânî olun.” (11) âyetinden de anlaşılacağı gibi, ulemanın en bariz özelliği “rabbânîlik”tir. “Rab”, kelimesinin etimolojisinde; Allah’a yakın olma, onun adıyla ve emriyle hareket etme söz konusudur. “Rabbânî” olma vasfı, bir âlimde bulunması gereken tüm iyi vasıfları kuşatıcı bir özellik taşımaktadır. “Rabbânîlik”, Allah adına terbiye eden, öğreten anlamı dayatmaktadır. Rabbânî âlim, vahye dayanmayan ve ona muhalif olan bir şeyi tebliğ etmez. Peygamberler vahiyle hareket ettikleri gibi, onların vârisleri ulema da vahiyden mülhem olarak hareket etmelidir. Rabbanî âlimin daveti, materyali, yöntemi ve ahlâkı sadece “Rab”e mensuptur, ondan kaynaklanmalıdır. Rabbanî âlim, enbiya da olduğu gibi kimseden bir şey beklemeden, ilahî mesajı insanlara götürür. “Onlar ki, Allah’ın risaletlerini (mesajlarını) tebliğ eder ve O’ndan korkarlar; Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak da Allah yeter.” (12) âyetinde belirtildiği gibi, “rabbânî âlim” faaliyet ve hizmeti esnasında kimseden çekinmez ve korkmaz, o her şeyiyle “rabbânî mesaj” için benliğini feda etmiştir. Düsturu şudur: “Küllü şeyin lilllah (her şey Allah için.)”
Osmanlılar döneminde Bursa Valisi Ahmed Vefik Paşa projesinin ulemanın sahip olması gereken vasıfları özet olarak yansıttığına inanmaktayız. Paşa, valilik yaptığı sırada, kendisine hangi vasıflara sahip mutasarrıf ve kaymakamların devleti tam manasıyla temsil edebilecekleri soruldu. Aynı zamanda bir dil bilgini olan Ahmet Vefik Paşa (Lehçe-i Osmanî adlı bir eseri de vardır), şu cevabı verdi: ‘M’ harfli birçok meziyetleri olması şart. Bir kaçını sayalım:
Muteber: İtibarlı olan, sözü geçen,
Mutedil: Orta ölçüde, aşırı değil,
Mutena: Özenilmiş,
Mutezim: Azimli,
Mutelif: Birleştiren, affedici, bağışlayan,
Muvaffak: Başarılı,
Muvahhid: Tek, Allah’a inanan, birleştirici,
Muvakkit: Zamanı tayin edebilen,
Muzaffer: Üstün gelebilen,
Mübeccel: Yüceltilmiş, büyütülmüş,
Mübeşşir: İyi, sevindirici haber veren.
Müceddid: Yenileyici.
Mücerreb: Denenmiş.
Müdebbir: Tedbirli, işin sonunu düşünen.
Müeyyid: Kuvvetlendiren.
Müfarık: Ayırabilen.
Müfekkir: Düşünen, düşündüren.
Müferrih: Ferahlık veren, sıkıntı gideren.
Muheyya: Hazır olan.
Mühip: Heybetli.
Mükrim: İkram eden, misafir sever.
Mültefit: İltifat eden, güler yüzlü.
Mümeyyiz: İyiyi kötüden ayıran.
Münevver: Aydın, kültürlü.
Mümtaz: Diğerlerinden ayrı ve üstün tutulan. (13)
Bunlar âlimde bulunması gereken vasıflardır. Görüldüğü gibi, âlimin tek bir vasfı yoktur. Âlim, tek başına bir ordu gibidir. Hz. İbrahim (as) nasıl tek başına bir ümmet kabul edilmişse, Müslüman bir âlim de tek başına bir ordu kabul edilmiştir.
İslâm’da kitaba sahip olan ulemanın mertebesi, kılıca sahip olan ümeranın mertebesinden yüksektir. (14) Ulema ümmetin konuşan dili, kuşanan kılıcı ve gerçeği, haykıran dilidir. Müslümanların tarihine bakılırsa görülecektir ki; ulema, toplumu yanlıştan çeviren, idarecilere yön ve yol gösterendir. Bu nedenle mürekkepleri şehitlerin kanından ve mücahidlerin kılıcından daha etkili ve daha üstün kabul edilmiştir. Ulemayla beraber olmayanlar ise destek verilmiyor, kendilerinden yüz çevriliyor ve halkın tepkisiyle karşılaşıyorlardı. Ulema, hem müderris hem de halkın malı üzerinde müfettiş ve emanetçi konumundaydı. Onlar sahneden çekilince çapulcu ve yaltakçılar çoğaldı, el ve etek öpüldü. Cühela ümmetin velâyetini ele geçirdi. Ulema ile cühela arasındaki mücadele, Safiyyullah Adem (as)’in iki çocuğuna yani Kabil ile Habil’e kadar uzanmaktadır.
Ulema, ümmetin moral gücüdür, teselli kaynağıdır. Sözgelimi İbn Teymiyye (rh.a.) döneminde, Moğollar insanlara korku saçıyor ve mağlup olacaklarına kimse inanmıyordu. Adları geçince, insanlar titremeye başlıyorlardı. Allah Teâla tam bu sırada İbn Teymiye’yi takdir etti. O, insanlara Moğolların inkârlarından dolayı korkulacak bir güç olmadıklarını belirtti, insanların kalplerine cesaret ve azim üfledi, moral verdi, kalem ve kılıcıyla Moğollara karşı mücadele verdi, faaliyetleriyle onları mağlup etti.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuş: “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.” (15) Toplumu değiştirme ve dönüştürmede bir âlim, bir âleme bedel olmuştur. Yerine göre bir âlem yenilir ama bir âlim yenilmez. Orduların fethetmediğini ulema fetheder. Timur, ulemadan İmam Taftazanî’nin gücü bağlamında şöyle der: “Saadettin Taftazanî büyük bir bilgindir. Kılıcımla fethedemediğim yerleri o, ilmiyle ve yazdığı eserleriyle fethetmiştir.” (16)
Ulema, otoriteyi güç ve ikrahla değil, amel, ahlâk ve yaşantılarıyla sağlar, insanların kalplerinde taht kurup ihtiyari biri taat ve uyum meydana getirir, zulüm ve hukuk ihlallerini reddeder, hakkı söyler, umerayı irşat ve nasihatleriyle uyarır, hukuk ihlallerini kaldırır, bu yolda eza ve cefa görür, herhangi bir çıkar beklemediklerinden halkın teveccühüne mazhar olurlar. Ulemanın, ihlas ve samimiyetle güçlerini ortaya koymaları halinde İslâm dünyası bir yana, tüm dünyanın çehresini değiştirecek güce sahip olduklarına inanmaktayız.
Ulemanın etkisi ülkeler, toplumlar ve insanlar üzerinde görüldüğü gibi, cinler ve şeytanlar üzerinde de görülmüştür. Bu bağlamda Ahmed b. Hanbel (rh.a.) ve İbn Teymiyye’i misal verebiliriz. Ahmed b. Hanbel, insanlara musallat olmuş cinleri tehdit etmek suretiyle onların insanlardan uzaklaşmalarını gerçekleştirmişlerdir. Cinler, musallat oldukları hasta diliyle şöyle demişler: “İmam Ahmed b. Hanbel bize Irak’ı terk etmemizi bile emrederse tereddütsüz emrine uyarız.” (17) İbn Teymiye de sara hastalığına yakalanmış hastalara bazı dualar okumak suretiyle tedavi etme cihetine giderdi. Cinlere seslenir, onları şöyle tehdit ederdi: “Ey cinler! Eğer şu hastadan vazgeçmezseniz, sizlere Allah’ın âyetlerini uygulayacağım.” (18)
Ulema; zahiri ve batıni, görünen ve görünmeyen düşman karşısında İslâm ümmetinin kalkanıdır. Direnen gücüdür. Allah’ın arzında İslâm ümmeti insi ve cinni şeytanlara karşı ulemasıyla güçlüdür. Ulema otoritesine teslim olmayan bir ümmet, insi ve cinni şeytanların esaretinden kurtulamaz. Bu, böyle biline!..
---------------
- İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, ts., 3/413.
- Hud Sûresi, 116.
- Sünen-i Ebu Davud, İlim 1; Tirmizi, Kitab’ul-İlim 19; İbn Mace, Mukaddime 17.
- Bkz. Nahl Sûresi, 120.
- Bkz. Ali b. Muhammed, el-Ulemu’l-Lezine lem Yetecâvezu Sinne’l-Eşşud, Beyrut, 1998, sh:28.
- Hicr Sûresi, 9.
- Bkz. Ebu’l-Hasan Ali Haseni en-Nedvî, Ricâlü’l-Fikri ve’d-Da’va Fi’l-İslâm, Beyrut, ts., 1/15-16.
- Ahmet Davutoğlu, Üç Temel Meselemiz Var, Altınoluk Dergisi, Sayı:189 (Kasım 2001). Nakleden, Zeki Tan, a.g.e, sh:5.
- İbn Kayyım, Miftahu Dari’s-Saade, Beyrut, ts., sh:125.
- Muhammed Ahmed Râşid, el-Muntalak, Beyrut, 1993, I/254.
- Âl-i İmran, 79.
- Ahzab Sûresi, 39.
- Nejat Muallimoğlu, Politikada Nükte, sh:381.
Muhammed Hamdi Elmalılı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İst., 1979, VII, 4761.
- Sünen-i Darimi, Mukaddime 32. (1/351)
- Taşköprizâde. Miftâhu’s-Saâde ve Misbâhu’s-Siyâde fî Mevzûâti’l-Ulûm. Beyrut 1405/1985; eş-Şakâ’iku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye: Osmanlı Âlimleri (Çeviri-Eleştirmeli Metin). haz. M. Hekimoğlu. İstanbul 2019.
- Bkz. Riyad Muhammed Semaha, Delilu’l-Mualicin, Mısır, ts., sh: 284-285; (Kasimi, Mehasinetu’t-Tevil, XII, 575; İbn Kayyım, Tıbbu’n-Nebevi, sh: 53)
- Abdulfettah Ebu Gudde, el-Ulemau’l Uzzâb, Beyrut, 1986, sh:104-105.