17 Mayıs 2025 - Cumartesi

Şu anda buradasınız: / İLİM ADAMLIĞI ve İSLAM’A DAVETTE DİL ve ÜSLÛBUN ÖNEMİ
İLİM ADAMLIĞI ve İSLAM’A DAVETTE DİL ve ÜSLÛBUN ÖNEMİ

İLİM ADAMLIĞI ve İSLAM’A DAVETTE DİL ve ÜSLÛBUN ÖNEMİ RAMAZAN ALTINTAŞ

 

Âlim, Arapçayı ve bu dilin özelliklerini, yüce Allah’ın yaşam kılavuzu olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerimi ve Kur’an ilimlerini, Hz. Peygamber’in hadislerini ve Nebevî sünnetini iyi derecede bilen, diğer İslami ilimler alanında da toplu bir bilgi birikimine sahip olan kimseye denir.  İslam âlimi sadece temel İslami bilgileri almakla kalmamalı herhangi bir İslami ilim alanında uzman olmak için de gayret sarf etmelidir. Hz. Peygamber’den gelen bir rivayette: “Âlimler, peygamberlerin vârisleri” olarak tanımlanmışlardır.”[1] Biz bu rivayetten, dinde ulemanın yeri ve sorumluluğunu anlıyoruz.  Acaba ulemâ, hangi noktalarda peygamberimizin mirasçısıdır?  İslam dininde, Hz. Peygamber’in otoritesinin meşrûiyeti, Allah’tan vahiy almasıdır. Ulemâ bu noktada ona vârislik yapamaz. Ama ulemâ, risâletin tebliğ, tebyin ve temsil edilmesi gibi hususlar başta olmak üzere, Peygamber’in mesajını topluma iletme ve yaşayış tarzında vârislik yapabilir.   

İslam ilim tarihinde, ulemânın, başta Kur’an ve hadis olmak üzere, dinî ilimler alanında geniş bilgi sahibi olması, kendisine hayatî bir uzmanlık alanı ve otoritesi temin etmiştir. Bundan dolayı ulema, İslam ilim geleneğinin hâfızı ve  muhâfızı olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de ulemânın dinî salâhiyetler açısından konumuna işaret eden pek çok âyet vardı.[2]  Bu ayetlerde ulemanın değeri ve görevleri dile getirilmiştir. İslam’da ilmî mirası nesilden nesile aktarma görevi vâris-i enbiya olan âlimlere bırakılmıştır.  Âlimlerin sorumluluğu sadece ilmi mirası aktarmak değil, aynı zamanda toplumsal yükümlülüklerinin bir gereği olarak iyiliği emretmek ve kötülükten de sakındırmaktır.  Bu da ilmi bir liyakat, cesaret, vera’ ve usul ister. Bu nitelikler olmadan doğru bir şekilde İslam yorumlanamaz ve temsil Müslümanlığı görünür kılınamaz. İslam’da bu özelliklerle donanan âlimler gökteki yıldızlara benzetilmiştir: “Âlimler, gökteki yıldızlar gibidir. Yıldızlar nasıl ki karanlıkta yol gösterirse, âlimler de yeryüzünde (cehalet karanlığında yüzenlere) yol gösterirler.”[3]  Eğer ilim adamları olmasaydı, insanlar doğru bir şekilde hakikatin bilgisine erişemezler ve insanlığın abc’sini öğrenemezlerdi. Bir takım sapık ve câhil insanların peşine düşerler, kendileri saptığı gibi çevresindeki insanları da saptırırlardı.  İlmi ile âmil olan âlimler, insanları cehaletin karanlığından İslam’ın aydınlığına çıkarmışlardır.  Bu sebeple İslam, insanın terbiye edilmesi ve bilgi konusunda aydınlatılması için âlimlerin yetiştirilmesine ilahi bir emir olarak bakmıştır.[4]  

İslam âlimlerinin halkı İslam’a davet etmelerinde etkili olabilmeleri için hâl ve kâl ehli olmaları gerekir. Çünkü Kur’an’da sözleriyle yaşantıları birbiriyle uyuşmayan Müslümanlar kınanmıştır.[5] İslam’da âlim;  ilim, amel ve ihlas üçlüsünü her yönüyle temsil eden kimsedir.  Âlimin hayatında Müslümanlığın temsil edilmesi, toplumsal hayattaki otoritesine güç ve enerji verir. Onun için, her dönemde ilmiyle âmil, dindarlığında samimi, siyasi şuur sahibi, dünyada olup bitenleri iyi analiz edebilen, küresel ölçekte ortaya çıkan problemleri çözmek için projeler geliştirebilen âlimlere ihtiyaç vardır. İşte o zaman Mehmet Akif’in özlemini çektiği asrın idrakine İslam’ı söyletebiliriz. İlmi otoritesinin yanında manevi otoritesini iyi kuran âlimler,  velayet noktasında büyük işler başarabilirler. Hz. Peygamber (a.s) “Heybetü’l-İslam” sahibi böyle âlimleri şöyle nitelendirir:  “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah akla gelir.[6]  Bu tür âlimler;  zâhirî ve bâtınî ilimlerle mücehhez olup,  tahkiki iman ile yüce Allah’a yürekten bağlanmış kimselerdir. Onlar hakkı ile yüce Allah’tan korkarlar.[7] Ne pahasına olursa olsun Hakk’ı söylemekten geri durmazlar.  Bunların dünya malına hırsları ve aşırı kazanç yollarına düşkünlükleri yoktur. Helal ve haram konusunda müteyakkızdırlar.  İlahi ahlakla bütünleşmiş olan gerçek âlimler,  masiyetten şiddetle uzak durmaya ve yüce Allah’a itaat etmeye sarılırlar. Allah’ın razı olduğu şeylere muhabbet duyarlar,  razı olmadığı şeylere de muhalefet ederler. Onlar, kendileri için değil, başkaları için yaşarlar.  Bütün dönemlerde dini alandaki yıkım ve tahribatlar karşısında nesillerin terbiye ve eğitimleriyle meşgul olmaktan geri durmazlar. Bid’at ve hurafelere karşı nebevî sünnetin güçlenmesine katkıda bulunurlar.  İman ve takva ile bütünleşen âlimlerde var olan Allah korkusu, diğer bütün korkuları silmiştir. Onlar, hesap adamı değil, hasbidirler. Yaptıkları bütün iyi ve faydalı işleri Allah rızası için yaparlar.  Adanmışlığı ve hasbi oluşu temsil eden âlimler, dine hizmeti, her türlü şerefin üstünde tutmuş,  gündemlerinin ilk maddesi yapmışlardır. Onlarda İlahi aşka bağlılık akideye, disiplinli temsil Müslümanlığı yaşam tarzına, yarınlarından çok emin olma umuda, dünyada olup biteni okuma ve anlama çabası derin bir fıkha dönüşmüştür.

İslam davetçisi olan âlimlerin dinin sunumunda etkili olmalarının başında bilgi birikimi ve samimiyetten sonra din dilini ve üslubunu kullanmadaki mahir oluşları gelir. Bilindiği gibi din, akıl sahiplerinin kendi irade ve istekleriyle tercih ettiği bizzat hayır olan ve peygamber tarafından tebliğ edilen şeylere götüren ilahi kurallar bütünüdür.[8] Dinimizin temel referans kaynakları olan; Kur’an ve hadislerin anlaşılması, yorumlanması ve insanlara anlatılmasında din dilinin doğru bir şekilde kullanılması son derece önemlidir. Bu nedenle dijital çağın Müslüman davetçileri dini tebliğde kullandıkları dil ve üslup alanında bir takım değişikliklere gitmeleri kaçınılmazdır.  Bunun başında da kavga diliyle, sevgi ve iknaya dayalı irşat dilini birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü tebliğ ve davet dilinde Müslümanlar muhataplarına daima sözün en güzelini, güzellikle ve güzel bir üslupta söylemekle emir olunmuşlardır.[9] Yüce Allah’ın öğrettiği davet ve üslup yönteminde;  hikmet,  güzel öğüt ve güzel tartışma biçimleri vardır.[10]  Kur’an-ı Kerim’de gönle dayalı irşat dilinin; kavl-i sedîd[11]; kavl-i ma’rûf[12]; kavl-i kerîm[13]; kavl-i meysûr[14]  şeklindeki nitelemelerle bahsedilmesi anlamlıdır. Hatta yüce Allah’ın, Hz. Musa ve Harun’dan azgın Firavun’a gittiklerinde ona “kavl-i leyin” (yumuşak söz) söylemelerini istemesi[15]; Hz. Peygamber’den ise münafıklara karşı “kavl-i belîğ” ile hitap etmesini tavsiye etmesi[16] bizim için önemli mesajlar taşımaktadır.

Öte yandan, itikadî ve amelî konularda Hz. Peygamber (a.s) ve ashabının yolunu izleyenlerin tabi olduğu ana yol akım,  insan doğasına uygun yaşanabilir bir din anlayışını temsil ettiği gibi, dini tebliğ alanında da ölçülü bir din dilini kullanmayı tercih eder. İşlerin en hayırlısı ortası olanıdır. Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar  “denge toplumu” olarak nitelendirilmiştir.[17]   Her Müslüman bu “ölçülü” duruşu itikattan ibadet, giyimden mutfak kültürüne, binitten mimariye, kısaca, bireysel ve toplumsal hayatın her alanına yansıtmalıdır. Nitekim bir başka ayette yüce Allah: “Size Müslüman (es-selâm) olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek: "Sen mü'min değilsin" demeyin[18]  uyarısıyla kuşatıcı bir dindarlık dili geliştirmeyi istemiştir. İnancımızda ehl-i kıble tekfir edilemez. Çünkü ayrıştırıcı bir din dili, medeni bir varlık olarak yaratılmış insanla bütün iletişim yollarını kapatmak ve onu kaybetmek anlamına gelir. İslam dini, ümit vermeyi ve insanların gönüllerini sevgi ile fethedip onları sosyal tevhid bağlamında bütünleştirmeyi amaçlar.  Kur’an ve hadislerin bütünlüğüne baktığımız zaman kuşatıcı bir dindarlık dili geliştirmemiz öğütlenir. Bu sebeple insanların uhrevi hayatı ile ilgili meselelerde karar yetkisi,  yüce Allah’a aittir. Kimin cehenneme, kimin de cennete gideceğine hüküm gününde karar verecek olan O’dur. Biz yargıç değil, davetçiyiz. Zahire göre hüküm veririz. Bizim inancımıza göre manalarını bilmese bile kelime-i tevhid ya da kelime-i şehadeti diliyle söyleyen herkes mü’min kabul edilir.  

İslam’a davette temel ölçümüz: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” ilkesidir.[19] Bu sebeple dini tebliğde kullanacağımız dil ve üslup; öteleyici ve ötekileştirici değil, birleştirici; dışlayıcı değil, yaklaştırıcı; daraltıcı değil, kapsayıcı; suçlayıcı değil, affedici; alaycı değil, değer verici;  intikamcı değil, bağışlayıcı olmalıdır. Kullandığımız din dili, belli kesimler arasında yaşanan kavga, kargaşa, gerilim ve söz dalaşı dili haline dönüştürülmemelidir. Zira dinin kutsalları, dinî içerik kazanmış terim ve kavramlar her türlü hesabın üstünde tutulmalıdır. Kaldı ki İslam dini, insanlığı koruyan bir kale ve onun var olma garantisidir. Kutsalın dışında kalan, bir başka ifadeyle aşkın olanla irtibatını yitirmiş her ideoloji, dünyevî değer dizgesi veya sistem, ne kadar mükemmel olursa olsun işlevsel anlamda dinin yerini tutamaz. Bunların hiçbiri din kadar insanlığın devamını ve sürekliliğini garanti edemez. Eğer bir toplumda din ve bu dinin kavramlar dünyası coşkulu bir şekilde yaşanırsa, hem kültürel kimliği ve hem de toplumsal benliği yabancılaşmaktan korur.

Bu sebeple yaşadığımız toplumda din hakkında konuşanlar, dine davet edenler, fetva verenler ve karar açıklayıcıların da din diline ve üsluplarına dikkat etmeleri gerekir. Zanna, vehme, rüyaya dayalı bilgi ile örülmüş bir din dili değil;  ölçülebilen, rasyonel, kesin delile dayalı sahih bilgiyi besleyici ve toplumu birleştirici, bütünleştirici bir dil kullanılmalıdır.  Sadece gönüllere hitap eden bir din dili de yeterli değildir. Bu dilin, hem gönle,  hem duyguya hitap edici boyutları olmakla birlikte ikna edici, makul, mantıklı ve akla hitap eden bir muhtevası da olmalıdır. Diğer bir ifade ile kullanılan din dili, aklı duyguya, duyguyu da akla feda etmemelidir.  Bundan dolayı olur olmaz yerde ve zamanda;  şeriat, hidayet, helal-haram, iman, küfür, imam, cemaat, dua, beddua, peygamber, vaaz, vâiz, hoca vb. İslâm öğretisi ve tarihinden kaynaklanan özgül ağırlıkları ve anlam derinlikleri olan terim veya kavramların günlük ve konjonktürel tartışmaların araçları olarak kullanılması doğru değildir. Çünkü dini kavramların örselenmesi,  dini değerlerin ve kurumların zayıflatılmasına ve içtimâî bünyenin sarsılmasına yol açar.

 Tarih boyunca Müslüman bilincinde meta kavramlar olarak yer alan ve buna bağlı olarak da tartışmadan ısrarla uzak tutulan ortak din diline sahip çıkmak her inanç sahibinin görevidir. Aynı inanç halkası içinde olmayanlar ise bu dili benimsemeseler bile en azından ona saygı duymayı,  bir ahlâki erdem olarak görmelidirler. Müslümanların ma’şerî vicdanında köklü bir tarzda yer eden bu dilin, İslâm’ın ilk neş’et ettiği andan başlayarak tarih boyunca taşıya geldiği sahih anlam dairesi zedelenirse dinin birleştiriciliği ve koruyuculuğu bir yana, hayata anlam kazandıran niteliği de yok olmaya yüz tutar.

 İnsanları dine çağırmada örneğimiz ve rehberimiz sevgili Peygamberimizin yöntemi olmalıdır.   Onun muhteşem sîreti ve yaşayan sünneti ortadadır;  din dilini kullanma konusundaki kaygı, vurgu ve hassasiyetleri, kelime ve kavramlara yüklediği özel anlamlar kayıt altına alınmıştır. Bu anlamda muhteşem ve zengin bir bilgiye sahibiz. İslam’ın tarihinde Hz. Peygamber (a.s)’a iman eden ve tabi olan Müslümanlar, hem ilahi muradı anlarken ve hem de onu anlatırken, kelime ve kavramları kendi özel bağlamlarında kullanmaya özen göstermişlerdir. Biz de bugün aynı yöntem ve üslubu kullanmalıyız.

Netice olarak, İslam âlimi topluma her alanda yol gösteren,  İslam’ın emir ve yasaklarının yaşanmasında konusunda rehberlik yapan kimsedir. İnsanlar, âlimlerin doğru yolu izlediklerinde takipçisi olurlar. Ulemâ ve umerâ bozulduğunda toplumsal düzen bozulur. Bu sebeple âlimler toplumsal sorumluluklarını hakkı ile yerine getirmelidirler. Bununla birlikte milletinin dinine ve değerler skalasına bağlı her ilim adamı din dilinin su-i istimal edilmesi ve istismar aracı olarak kullanılması karşısında duyarlı olmalı ve sessiz kalmamalıdır. Bütün Müslümanların çetin bir sınavdan geçtiği günümüzde, İslam âlimi ve davetçileri,  kâmusun namus olduğu bilinci ile hareket etmelidirler. Halkın rehberleri olan İslam âlimleri böyle bir yöntem ve strateji izledikleri sürece İslam insanların gönlünde taht kurmaya devam edecektir.

 

 

 

 


· e-mail: ramazanaltintas59@hotmail.com.

[1] Buhârî, “İlim”, 10; Ebu Dâvud, “İlim”, 1; İbn Mâce, “Mukaddime”, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mısır, ts., V, 196.

[2] Bkz. 9/Tevbe 122; 16/Nahl 43; 4/Nisa 59.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned,  III, 157.

[4] 9/Tevbe 122.

[5] 61/Saf 2-3; 2/Bakara 44.

[6] İbn Mâce,  Sünen, “Zühd”,  4.

[7] 35/Fatır 28.

[8] Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta’rîfât, Kahire, 1987, s. 141.

[9] 17/İsra 53; 2/Bakara 83.

[10] 16/Nahl 125.

[11] 4/Nisa 9; 33/Ahzap 70.

[12] 4/Nisa 5; 33/Ahzab 32.

[13] 17/İsra 23

[14] 17/İsra 28.

[15] 20/Taha 42-44.

[16] 4/Nisa 61-63.

[17] 2/Bakara 143.

[18] 4/Nisa 94.

[19] Buhârî, “İlim”, 7.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul