
ESENLİK YURDUNUN ÇAĞRISI / Celaleddin Vatandaş
Kitap Künyesi
Yazar: Celaleddin Vatandaş
Eserin Adı: Esenlik Yurdunun Çağrısı
Yayınevi: Pınar Yayınları
Baskı: 11. Baskı, 2019
Gezegenin en genç canlısıdır insan. Gördüğümüz, dokunduğumuz her şey bizden binlerce yıl önce yaratıldı. Sonra eşref-i mahlukat olarak insan yaratıldı ve her şey emrine verildi. Yabancısı olduğu dünyada nasıl yaşayacaktı? Yaratan Rabbi, eşyanın isimlerini ve ilmini öğretti. Neler yapmalı ve neler yapmamalı, vahyedildi kendisine. Gezegenin genciydi ama bilgisiyle her şeye hakimdi. En olgunu, en tecrübelisiydi. Çünkü her şeyi yaratanın vahyine muhatap oluyordu. Sonra birden bağlantısı kesildi vahiyle insanoğlunun. Hiçbir bilgi gelmemiş gibi sadece kendi tecrübeleriyle yaşamaya başladı. Güçlü olanların yol güzergahını tayin ettiği bir yolculuğa başladı. Her tepe birbirine benziyor, her aşılan dağdan sonra yeniden başlıyordu yolculuklar. Karşılaştıkları dağı, taşı, tepeyi, hayvanları, ağaçları yeniden isimlendiriyor, nasıl kullanacağını yeni baştan bulmaya çalışıyorlardı. Bu sonu olmayan meşakkatli yolculuktan yoruldu insanlık. Yol azığı bitmiş, ne yapacağını bilmez durumda olan insanın bu durumunu tespit ediyor Celaleddin Vatandaş. Yolu, rehberi, yolculuğu sorguluyor, incelemeye aldığımız bu eserinde. Bataklığa saplanmış insanın bu bataklıktan nasıl çıkacağını tahlil ediyor. "İnsan dün neyse bugün de odur. İnsan adına değişen bir şey yok." diyor. Dünden ders ve öğüt çıkarmalı. "İnsanlık tarihi yanlış yola saplanıp sonra kurtulan ve helak olan örneklerle dolu." diyor Vatandaş.
Kitabın hemen girişinde insan neden bilgiye ihtiyaç duyar sorusunu sorar ve şöyle cevap verir:
"İnsan bilgiye ihtiyaç hisseder, çünkü hayatını en uygun şartlarda sürdürebilme imkanına ancak bilgi aracılığıyla sahip olur. O, diğer canlılarda olduğu gibi, içinde yaşadığı çevrenin şartlarının organizmasına uygun olması halinde varlığını problemsiz devam ettiren, ortam organizmasına uygun değilse varlığının sona ermesini çaresizlik içerisinde bekleyen bir varlık değildir."
Çünkü insan organizma ötesi vasıflara sahiptir. Neden, nasıl, niçin soruları onun yaratılışında vardır. Yazar, insan var olduğu süre boyunca çözülmesi gereken en mühim sorunun "normalin ne olduğudur" der. Bu soruların cevabının insanda olmadığını şöyle ifade eder:
"Bu süreçte aklı veya diğer insani güç ve yetenekleri esas alarak yapılan tüm çözüm gayretleri bilinmezleri çoğaltmaktan başka bir şey sağlamamıştır."
Bu düşüncesini, bilimde 2 bin yıl ilerlenmiş olunmasına rağmen felsefede hâlâ Platon'un yanına yaklaşılamadığını söyleyerek ispat eder ve sonra:
"İnsan mezkûr problemlerin ve soruların karşısında acizdir." der.
Yine bu görüşüne destek olarak bilimin epey ilerlemiş olmasına rağmen toplumda suç oranlarının arttığı, intihar ve uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmış olmasını, iktisadi, politik, psikolojik travmalarla dünyanın bir çıkmazda olduğunu, yaşamanın artık bir sanata dönüştüğü itirafını aktarır.
Peki, bütün bunlar neden? İnsan niçin saadet içinde yaşayacağı bir dünyayı inşa edemiyor? Bu soruya cevap olarak kitabın üzerine bina olduğu temel konuya geçiyor:
Esenlik Yurdunun Tek Rehberi
Sürekli değişen ilkeleriyle insanlığı uçuruma sürükleyen beşerî fikirlerin aksine, inşa ettiği nesillerle rüşdünü ispatlamış, benzersiz ilkeleriyle insan tabi olduğu sürece felâha kavuşturmuş Kur'an'ı tek rehber olduğunu söyler yazarımız. Evet, böyle olduğu halde, hiçbir yan etkisi tarih boyunca görülmediği halde birileri bu devadan rahatsız oluyor. Birilerine dönen çarka çomak sokuyor bu kitap. Sömürü düzenlerine son veriyor. Bu da zulüm ve zorbalıktan beslenenlerin düşmanlıklarına zemin hazırlıyor. İşte yazar burada Kur'an'ın tarihte neler başardığını ortaya koyuyor. Kur'an gelmeden evvel insanlığın ne durumda olduğunu gözler önüne seriyor. Sırasıyla;
- Hindistan: Karma inancı, Kast Sistemi, Hinduizm, Budizm
- Çin: Sinizm, feodal yapısı, Konfüçyüs, Taoizm
- Bizans (Doğu Roma): Putperestlik, Hristiyanlığın benimsenmesi, İznik Konsili
- Sasani: Kast sistemini, Zerdüştlük, mal ve kadın ortaklığı ile öne çıkan Mazdek
- Arabistan: Toplumsal düzenini, köleliği, kadınların durumunu konu eder yazar.
Dünyanın nasıl bir sefalet ve rezillik içinde olduğunu resmeder âdeta bu bölümde. İşte dünya bu durumdayken yeryüzüne hayat verecek ilk vahiy iner Hira Mağarası'nda.
Celaleddin Vatandaş, ilk inen ayetleri konuyla bağlantılı olarak tefsirlerini aktarır. Alak Suresi ve ilk inen ayetler Allah (ﷻ)'ın Rab oluşundan bahseder.
"Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku."
Burayı çok iyi yakalamış yazar. Hatta, "yaratanın" veya "Allah (ﷻ)'ın" adıyla denilmemesinin sebebi müşriklerin çarpık Allah (ﷻ) anlayışına tepkiden dolayıdır, der. Çünkü müşriklerin Allah (ﷻ)'ın varlığı ve yaratıcılığı ile ilgili bir şüpheleri ve sorunları yoktur.
Müşriklerin Allah (ﷻ) İnancı
Bu başlık altında Arabistan'daki müşriklerin Allah (ﷻ)'ın varlığına ve yaratıcı olduğuna inandıklarını arkeolojik bulgular, cahiliye şiirleri, tarihi bilgiler ve Kur'an ayetleri ile ispat eder.
"Andolsun, onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) boyun eğdirdi?' desen 'Allah (ﷻ)!' derler... Onlara 'Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?' diye sorsan yine 'Allah (ﷻ)!' derler." (Ankebut, 29/61-63); "De ki: 'Biliyorsanız (söyleyin) dünya ve içinde bulunanlar kimindir?' 'Allah'ındır' diyecekler..." (Mü'minun, 23/84-85)
Bu ayetleri ve Kur'an'da müşriklerin Allah (ﷻ)'ın varlığına, yüceliğine, yaratıcılığına inandıklarına dair ayetleri birbiri ardına sıralar.
Peki, şirk nedir o zaman? Bu insanlar Allah (ﷻ)'ın varlığına inandıkları halde neden müşrik oluyorlar? Yazar bu konuyu şöyle işlemiştir:
Şirk ve Nedenleri
- Allah (ﷻ)'ın varlığına (zatına) ortak koşmak (Bu şirk çeşidi Allah (ﷻ)'a oğul isnad eden yahudi ve hristiyanların şirk çeşitlerindendir çoğunlukla.)
- Allah (ﷻ)'ın sıfatlarına ortak koşmak
Kesin olarak biliyoruz ki Arapların şirki daha çok, hatta tamamıyla bu ikinci gruba girmektedir.
Arapların şirki şöyle gerçekleşmiş: Allah (ﷻ) öyle yücedir ki insanla ilgilenmek onun için basitlik olur. Dolayısıyla araya aracılar tayin etmeli.
"Allah (ﷻ) ile insanın irtibatını kesen, O'nu insanın yaşantısından uzaklaştıran bu bakış açısı Allah (ﷻ)'ın birçok sıfatıyla çatışmaya neden olur. Bunlar arasında da önceliği rab, ilah ve melik (malik) sıfatları alır. Müşrikler Allah (ﷻ)'ın bu sıfatlarda ortağı olduğunu değişik şekillerde dile getirirler; fakat şunu belirtmek gerekir ki, bu hususlarda Allah (ﷻ)'a ortaklar koşarken, gerçekte O'na ortak koştuklarını söylemezler, böyle yaptıkları söylenecek olsa bu iddiayı tereddütsüz reddederler."
Yazar burada bu üç kavrama genişçe yer vermiştir. Bu kavramlar Rab, İlah ve Melik kavramlarıdır.
Rab kavramı açıkladığımız üzere, müşriklerin, pek tabii ki Mekke müşriklerinin, Allah (ﷻ)'ın varlığını, varlık olarak birliğini, yaratıcılığını, rızık verici ve yağmur yağdırıcı olduğunu reddetmek gibi bir yanlışları yoktu. Onların yanlışları öncelikle Rab sıfatıyla ilgiliydi. Şöyle ki: Onlar bireysel ve toplumsal konularda kendilerini tamamıyla yetkili görüyor ve buna göre davranıyorlardı; şirkleri böylelikle oluşuyordu. Bu özellikleriyle gereklerini İbn Kayyim şöyle ifade eder: "Tevhid, puta tapanların, müşrik oldukları hâlde ikrar ettikleri şekilde 'kişinin Allah (ﷻ)'tan başka yaratıcı olmadığına, Allah (ﷻ)'ın her şeyin Rabbi ve Meliki olduğunu sadece ikrar etmesi değildir... Gerçekte bu, Ebu Cehil ve putperestlerin tevhidi gibidir... Eğer bu tevhid birini kurtarmış olsaydı, puta tapanları da kurtarırdı. Asıl mesele, müşriklerle muvahhidleri birbirinden ayıran uluhiyet tevhidine sahip olmaktır."
Burada, ibadetin Rab olana itaat anlamına geldiğine de ayrıca dikkat etmekte yarar vardır. Buna göre, Allah (ﷻ)'ın emir ve yasaklarına rağmen, kendileri gibi insanlar tarafından oluşturulmuş emir ve yasaklara itaat eden kimseler Allah (ﷻ)'tan başkasına ibadet etmiş olmaktadırlar. Bu da şirktir ve şirkin gereğidir. Konuyla ilgili şu rivayet çok önemlidir: "(Yahudiler ve Hristiyanlar) hahamlarını ve papazlarını Allah (ﷻ)'tan başka rabler edindiler." (Tevbe, 9/31) ayeti nazil olduğunda, geçmişte Hristiyan olan Adiyy bin Hatem'in "Bu ayet bizi, âlimlerimizi ve papazlarımızı rabler edinmekle suçluyor. Oysa biz onları rab edinmemiştik." demesi üzerine Resulullah'ın verdiği cevap şirkin mahiyetini gösterir niteliktedir: "Siz onların gayrimeşru (haram) gördüklerini gayrimeşru, meşru (helal) gördüklerini meşru sayıp, öylece kabul etmiyor muydunuz?" Adiyy bin Hatem'in "Evet, aynen böyledir." diye tasdik etmesiyle Hz. Peygamber "İşte bu sizin onları kendinize rabler edinmenizdir." buyurur.
İlah ve melik sıfatlarını da bu minvalde açıklar. Yazarımız bu hakikatlerin topluma ulaşması için bir hazırlık sürecinden bahseder. Müzemmil suresiyle Peygamber (s.a.v.)'in davete, özellikle Kur'an ile nasıl hazırlandığından bahseder. Bu hazırlığın en önemli hususlarından birini Kur'an'ı gece okumak olarak ifade eder.
Daha sonra taşa tapan o neslin nasıl diriltildiğini, bu ihya hareketinde Fatiha suresinin yerini takdir eder. Evrensel mesajlar başlığında işlediği Fatiha suresi tefsiri gerçekten mükemmeldir. Var olan bütün sistemleri iki başlık altında toplar:
- Bir şahsın, grubun, toplumun veya etnik grubun çıkarlarını korumayı gaye edinmiş sistemler.
- Tüm insanlığın huzuru ve mutluluğunu gaye edinmiş sistemler.
İkinci grupta olabilmek için asgari şu şartlara haiz olmak gerekir:
a) Menfi his ve duygulardan âri olmak (Sübhan)
b) İnsandan daha zengin olmak (Samed, Gani, Kudret)
c) Sistemi oluşturacak ve tüm insanları kapsayacak bilgi sahibi olmak (İlim)
d) İnsanlığın tamamına vakıf olabilmek için ebedi olmak (Baki)
Bunlara sahip kimse var mıdır? Elbette yoktur. O hâlde insana dayanan bütün sistemler birinci grupta yer alır. Öyleyse insana düşen, şu veya bu şekilde birilerini kollayıp birilerine zulmedip sömüren sistemlerin en az zararlısını bulmak mıdır? İnsan gerçekten kötülerden daha az kötüyü seçmeye mahkûm mudur?
Öyleyse insana düşen, şu veya bu şekilde birilerini kollayıp birilerine zulmedip sömüren sistemlerin en az zararlısını bulmak mıdır?
İnsan gerçekten kötülerden daha az kötüyü seçmeye mahkûm mudur?
Yine Fatiha Suresi tefsirinde din gününün mâliki kısmını açıklarken, din gününün mâliki Allah (ﷻ) olunca aracıların, cennet pazarlayan, cennete sokan sahtekarların hiçbir hükmü olmadığını belirtir.
İlgili ayette ibadetin sadece Allah (ﷻ)'a yapılacağını ifade ettikten sonra şu nefis tespiti yapar:
“Müşrik bakış açısıyla insanın Allah (ﷻ)'a karşı konumu ve sorumlu olduğu ibadetlerin muhtevası kısaca bunlardır. Burada dikkatlerden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de söz konusu durumun bugün önemli değişikliklere uğramış olmasıdır. Günümüz dünyasındaki insanların ekseriyeti, anlamındaki büyük tahrif ve çarpıtmalar sonucunda, ibadet denildiğinde esas muhtevasından çok farklı şeyler anlamaktadır. Bugünün kitleleri, belirli bir hayat tarzını benimseyerek, onun ilke ve özelliklerine göre yaşamayı, o hayat tarzını belirleyen(ler)e ibadet manasına geldiğini düşünmez kılınmış, ibadetten bir varlığın önünde secdeye varmayı anlar olmuşlardır. Oysa ibadet, Kur'anî manasıyla daha farklı olup doğrudan hayat tarzıyla ilgilidir. Elbette birisine secde etmek de ibadettir, bunda tereddüt yok. Ancak bu, ibadetin küçük bir bölümüdür. İbadet, esas itibarıyla bütün bir hayatı kapsar ve hayatın tüm özelliklerini etkisi altına alır.
...
Bütün bunları yaparken de genellikle kendilerini rab ve ilah olarak isimlendirmezler. Bu tür bir isimlendirmenin tepkilere neden olabileceğini düşünürler. Onun için de Rabliği ve ilahlığı ismen Allah (ﷻ)'a bırakırken muhtevasına ortak olarak kendi işlerini yürütürler. Aracı, vekil inancı ise bu ortaklıktaki en önemli oyunları ve dayanakları olur. Bunlar muskacı, müneccim, kâhin, tiran, kral, sultan, hükümdar, lider... gibi birbirinden çok farklı, toplumdan topluma veya zamana göre değişen isimler alabilirler. Ancak isimler önemli değildir. Önemli olan, Allah (ﷻ)'ın Rab sıfatına ortaklık iddiasında bulunmaları ve insanları bu doğrultuda kendilerine inanmaya veya itaate davet etmeleridir. Bu inanmanın ve itaatin gereği olarak da onları sömürürler. Yalnız, bu sahte rablerin, oluşturdukları hayat tarzlarıyla insanları sömürmelerinin ismi sömürü değil, hizmet, bağış, yardım, vatan borcu, vatandaşlık gereği, moda vs.dir. Sahte rabler sürekli isterler, istekleri hiç bitmez. Kitleler ise mütemadiyen verirler ve hiç alamazlar, güzel günlere kavuşacakları hayal ile hep vermeye devam ederler. Ancak ne yazık ki, o güzel günler bir türlü gelmek bilmez.
Burada özellikle belirtmek gerekir ki, dünün müşrikleri bütün bu işleri kendilerini insanlarla Allah (ﷻ) arasında aracılar kılarak yürütüyorlardı. Günümüz dünyasında ise taktik değiştirdiler. Artık özellikle büyük olanları, insanlarla Allah (ﷻ) arasında aracı iddiasında değiller. İbadetin anlamında önemli anlam kaymaları gerçekleştirmek suretiyle bu aracılık özelliklerinde değişime gittiler. Öncelikle mânasını değiştirerek ibadeti, başta secde olmak üzere, birkaç harekete indirgediler. Bireysel ve toplumsal hayat tarzını ibadetin dışına taşıdılar. Artık insanlar, hayat tarzı ile ibadet arasında bir ilgi kurmuyor, bir ilişki bulunduğunu düşünmüyor ve hatta bunu söyleyenleri de dini siyasete alet etme gerekçesiyle suçlayıp aşağılıyorlar. Bu en açık ifadeyle ibadetin anlamında yapılan bir tahrifattır. Tabii ki bu tahrifat sadece ibadetle sınırlı kalmıyor; çünkü tek başına bir anlam ifade etmeyen ibadet, rab ve ilah sıfatıyla da bağlantılıdır. Bu nedenle aynı tahrifat söz konusu sıfatlarda da gerçekleştirilmiş bulunuyor.
Eskinin müşrikleri, rab ve ilah sıfatını ismen Allah (ﷻ)'a verdikten sonra insanlarla Allah (ﷻ) arasında aracı olduklarını söyleyerek bunların muhtevasına ortak oluyorlardı. Şimdinin müşrikleri ise anlamını daralttıkları ibadet kavramı dâhilinde rablığı ve ilahlığı ismen de, muhteva olarak da Allah (ﷻ)'a has kılmış oluyorlar. Bunu yaparken ne kadar iyi Müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmıyorlar. Ancak, esas olarak, dünün müşriklerinden daha da ileri giderek, ibadetin kapsamından çıkardıkları hayat tarzının ilkelerini belirleme yetkisini tamamen ellerine alıyorlar. Dünün müşrikleri kendilerini bu konuda Allah (ﷻ)'a ortak kılarken, bugünküler bu ortaklığa da razı olmuyor; fakat bugünküler, Allah (ﷻ) ile olan sahte ilgilerini kestikleri için, otoritelerini meşrulaştıracak sahte dayanaktan mahrum kalıyorlar. Bu durumda da otoritelerini meşrulaştıracak yeni bir inanca veya dayanağa ihtiyaç hissediyorlar ki bunu da bulmakta geç kalmadılar.
Allah (ﷻ) inancının neden olduğu boşluktan yararlanarak, en üst otorite olarak tanımladıkları ve teorik olarak rab makamına oturttukları halkın vekili olmakla kendi otoritelerini meşrulaştırıyor; her şeyi halk adına yaptıklarını söylüyorlar. Onlar, artık insanlarla Allah (ﷻ) arasında aracı değil, ismen en üst otorite konumuna yerleştirdikleri insanların ortak iradesinin vekilleridirler. Gerçekleştirilen oyun hakikaten çok sinsi ve mükemmeldir.
Sonuç olarak yazar bu eserinde insanlığın kurtuluşunun gerçek İslam akidesiyle mümkün olabileceğini, tevhidin tüm sorunları çözeceğini ifade etmiştir.
Kur'an'da anlatılan kavimlere baktığımızda her bir kavmin fıskı fücuru farklı olduğu hâlde tüm peygamberlerin ortak bir daveti olan "Lâ ilâhe illallah" sözünü çözüm olarak sunduklarını görmekteyiz. Demek ki bu söz, sorunlar muhtelif olsa da hepsinin çözümüdür.
Çünkü bu söz, Allah (ﷻ)'ı çözüm merciyi kabul edip O'ndan başka söz söyleyenleri reddetmek demektir.
Bu güzel eserinden dolayı Celaleddin Vatandaş'ı tebrik ediyor, teşekkür ediyoruz.
Okumanızı tavsiye ederim. Çünkü görmek, duymak gibi değildir.