
Dergimizin Ocak-2025 sayısında yayımlanan yazımızda hadisleri itibarsızlaştırarak “Kur’an İslam’ı” sloganıyla hareket eden anlayışın ortaya çıkışı ve gelişiminin kendi iç bünyemiz kaynaklı olmadığı; ortaya çıkışının İngiliz misyonerlerinin Hindistan’da gerçekleştiği okulla başladığı, benimsedikleri ilkelerin Hristiyanlıktaki reform hareketlerinde benimsenen ilkelerle büyük oranda örtüştüğü, amaçlarının ise Hampher adlı misyonerin İslam’ı yıkma hedefindeki önerileriyle birebir uyumlu olduğunu açıklamıştık.
Hristiyanlıkla ilgili dinde reform hareketlerinin Avrupa toplumlarının dindarlığını nasıl etkilediği konusu üzerinde ciddiyetle durulup araştırılması gereken öneme sahiptir. Görünen o ki Avrupa’da papazların zulmünden kurtulmayı amaçlayan bu reform hareketinin yaklaşım/yöntem yanlışlığından dolayı dindarlığı artırmayıp aksine ateistliğin artmasına zemin hazırladığı ve Hristiyanlığı folklorik bir dine dönüştürdüğü tarihi bir gerçekliktir.
İslam’ın bu anlamda Hristiyanlığıyla hiçbir benzerliği olmamasına rağmen modern anlayış tarafından Avrupa’daki reform hareketleriyle benzer yöntemin benimsenmesi topluma bu noktada nasıl etki yaptığı, deist anlayışların taban bulmasında etkisinin hangi boyutlarda olduğu hakkında doğru tespitlerin yapılabilmesi için tarafsız ve ciddi bir sosyolojik araştırmaya ihtiyaç vardır.
“Kem âlât ile kemâlât olmaz” yani “yanlış yöntemlerle doğruya/mükemmele ulaşılamaz” kuralının bu konuda da geçerliliğini koruduğuna dikkat çekerek bu ay ki konumuza geçelim.
“Kur’an İslam’ı” iddiasıyla tüm ilmî geçmişi itibarsızlaştırmaya çalışan anlayışın tespit edebildiğimiz üç temel tezleri vardır. Bunlar;
- Hadis-i şerifler 200-250 yıl sonra yazıldığı için güvenilmez. Dolayısıyla Kur’an’a uygun olanların kabul edilip olmayanların kabul edilmemesi gerektiği iddiası,
- Emeviler döneminde Arap kültürünün etkisiyle İslam’ın değiştirildiği/bozulduğu iddiası,
- Yine Emeviler döneminde siyasi etkilerle dinin değiştirildiği iddiası.
Bunlardan hareketle sadece Kur’an’dan İslam’ı anlamak yanlışlardan bizi kurtaracağını tezini iddia etmektedirler. Yazımızda bu iddialar değerlendirilecektir. Bunu yaparken de daha çok iddia sahiplerinin kendi içindeki çelişkilerine dikkat çekilecektir. İlk iddia müstakil bir yazı konusu olduğu için hatırlatıcı birkaç değinme ile yetinilecek daha çok son iki madde üzerinde durulacaktır.
- Hadis-i şerifler 200-250 yıl sonra yazıldığı için güvenilmez. Dolayısıyla Kur’an’a uygun olanların kabul edilip olmayanların kabul edilmemesi gerektiği
Resûl-i Ekrem’in hadislerin yazılmasını yasaklarken bazı hadisleri yazdırması ve onun hayatında hadis yazan sahâbîlerin bulunması yasağın Kur’an’la hadisin karıştırılmasını önlemeyi amaçladığı ve özellikle de hadislerin Kur’an’la aynı sayfaya yazılmasını engellemeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
Elli iki sahâbenin ve elli üç büyük tâbiînin hadis yazdığı veya yazdırdığı bilinmektedir. Sahâbilerden Abdullah İbnu Amr İbni'l-As "es-Sahîfetu's-Sâdıka" adlı hadisleri derlediği kitapçığı, yine Hemmâm b. Münebbih’e ait “es-Ṣaḥîfetü’ṣ-Şaḥîḥa” adlı kitabı bu alandaki meşhur eserlerdir.
Şu da unutulmamalı ki, hadislerin kitaplaşması sonraki tarihlerde olsa da her hadis öğrencisi duyduğu hadisleri yazarak ezberlediği ve her muhaddisin kendine ait hadislerin yazıldığı kâğıt tomarların olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır. Özetle kitap şeklinde yazma sonradan olsa da yazma işi başlangıçtan itibaren hep olagelmiştir.
Ayrıca hadislerin sahih olduğunu belirlemek için dünya tarihi boyunca hiçbir ilim dalında olmayan hassas kılı kırk yaran titiz kriterler benimsenmiştir. Bunların detayı hadis usulü kitaplarında mevcuttur.
"Size benden bir hadis ulaşırsa, onu Allah'ın Kitabı'na (Kur'an'a) arzediniz. Eğer, Allah'ın kitabına uygun düşerse onu ben söylemişimdir (onu alınız). Eğer, Allah'ın Kitabı ile çelişeni onu ben söylememişimdir." Bu sözün hadis olmayıp mevzu (uydurma) olduğu hadis alimlerince ispatlanmış olmasına rağmen, sahih hadislere bile şüpheyle bakan anlayışın bu sözü (kendi görüşlerini desteklediği için) hadis diye sahiplenmelerindeki çelişki dikkate değerdir.
Hadisin, “Kur’an’a arz edilip, uyumlu ise geçerli; değilse geçersiz olup kabul edilmez” kuralını hadis diye uydurulmuş bir söze dayandırarak rehber edinenler “uyumlu olmak veya çelişmek” kavramından ne kastettiklerini alt başlıklarla detaylandırmaları gerekir. Tahsis (hükmün kapsamını sınırlandırma) veya ta’mim (hükmün kapsamını genişletme) kapsamındaki hadisler ile teşri (yeni hüküm koyma) hadislerini yani farklı içerikteki tüm hadisleri tek bir sepete doldurup toptancı bir yaklaşımla sonuca ulaşılması kadar yanıltıcı bir şey olamaz.
Bir önemli noktada delalet kat’î ya da zannî ayetleri tek bir işleme tabi tutmak da doğru sonuca götürmez. Delaleti zannî olan ayetin bir yorumuna uymadığı gerekçesiyle hadislerin reddedilmesi de başlı başına bir fecaattir. Çünkü benimsenen yoruma uymayıp diğer yoruma uyuyorsa bu durum hadisin geçersizliğini değil, benimsenen yorumun yanlışlığını diğer yorumun doğruluğunu kanıtlar.
Özetle söylersek iddia sahiplerinin hadislerin Kur’an’a arzından kasıtları, Hz. Peygamber’in Sünneti doğrultusunda anlaşılan Kur’an değil, kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayıp anladıkları Kur’an’dır. Dolayısıyla onların görüşlerine uymayan hadisler, doğal olarak Kur’an’a da ters düşmüş olmakta ve reddedilmeleri gerekmektedir.[1] Bu anlayışın doğru olduğundan bahsedilemez.
Hadisler olmadan Kur’an’ın pek çok bölümünün anlaşılamayacağını örnekleriyle sonraki yazılarımızda işleyeceğimizi haber vererek bu bölümü sonlandıralım.
- Emeviler döneminde Arap kültürünün etkisiyle İslam’ın değiştirildiği/bozulduğu iddiası
Öncelikle bu iddianın kendi içinde çeliştiğini belirtmemiz gerekir. Çünkü Araplar Emeviler döneminde İslam Devletinin yöneticisi ya da yönlendiricisi olmaya başlamadılar. Başlangıcından Hz. Peygamber döneminde, sonrasında sahâbiler dönemini de Araplardan oluşmaktadır. Bu dönemlerde Arapların kültüründen etkilenmeyip Emevi döneminde etkilenildiğini iddia edebilmek için genel dolgu cümleleri ile değil ciddi ve somut bir kanıt olması gerekir. Maalesef böyle bir belgelendirme yapılmadan iddia ileri sürülebilmektedir.
İkinci olarak “Din değiştirildi” iddiasını; o dönemin kaynaklarından ispat ederek temellendirmemesi, ya da belirli/sınırlı bir konuda bulunan alelâde bir bilgiden hareketle her konu için geçerli olacak genelleme yapılması ilmi bakış adına ciddi bir olumsuzluktur. Çünkü böyle önyargılı ve yanlış tutumdan doğru sonuca ulaşılamaz.
- Bu “bozuldu” tespiti neye göre belirlenmiş,
- Kim bozmuş,
- Neden bozmuş,
- Nasıl bozmuş,
- Öncesi ile bozulma sonrasındaki dinin anlaşılmasında nasıl bir değişme olmuş,
- Toplumda yaygın kabul görmüş bir konudaki değişime ilmi çevreden itiraz eden hiçbir âlim olmamış mı? Yaygın kabul edilen bir bilginin en azından değiştirilme aşamasında iken hiçbir itirazın olmaması düşünülemez.
- Bu bilgiler o dönemin hangi kaynaklarında ve nasıl geçmektedir?
Bu hususları açıklamadan akıl yürütmeyle ortaya atılan ilgili iddia, kendi tezlerini haklı çıkarmak için geçmişi itibarsızlaştırma kaygısından başka hiçbir ilmi değer ve geçerliliği olmayan karalamadan öte bir anlam taşımamaktadır.
Bir başka önemli nokta bu eleştiriyi yapanların kendi yaşadıkları ortamdaki kültürden ne kadar etkilendiklerinin karşılaştırmalı incelenmesi gerektiğidir. Kendilerinin, hiçbir etki olmadan aklı selimle İslam’ı anladıkları varsayımından hareketle sadece bir tarafı eleştirmenin yanlışlığı aşikardır.
Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti’ni kurulduğu yıllardaki dine müdahalelerinin İslam ilim anlayışına etkisi, yine 28 Şubat sürecindeki baskıların hocaların zihin kotlarına etkisi; öncesi ve sonrasıyla karşılaştırmalı bir şekilde araştırılması gerekir.
Mesela 28 Şubat öncesine kadar cihat konuları İslam ekonomik ve hukuki yapısı araştırılıp bu konularla ilgili eserler/kitaplar yazılırken sonrasındaki dönemde büyük oranda bunlar gündemden düşmüş, seküler hayatta olanların dinen de meşru olduğuna dair çabalar öne çıkmıştır.
Öneminden dolayı şu noktaya dikkat çekelim. Modern anlayışın bu tutumu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda topluma yeni devleti kabul ettirebilmek için iftiralarla Osmanlının kötülenmesi ile yöntem olarak çok benzeşmektedir. Modernist anlayış da kendi fikirlerinin doğruluğunu ispatlamak için sürekli geçmiş ilmi birikimi karalamak ve iftiralarla itibarsızlaştırma yöntemini benimsemektedir.
Aynı kişiler bir konuyu anlatırken Emevîler döneminde, başka bir konuyu anlatırken ise hicri 150 yıl sonra din bozuldu gibi tarihî sürece uymayan iddialarda bulunabilmektedirler. Emevî döneminin bitip Abbasi döneminin başladığı tarih hicri 132 (M:750) yılıdır. Sorgulayan/aklını kullanan Müslüman olarak kendini tanımlayan bu kesim daha önceden yıkılmış, 150 yılında olmayan bir devlet döneminde nasıl oluyor da din bozuluyor diye sorgulayamamaktadır. İddiasındaki çelişkinin takdirini okuyucunun ferasetine bırakarak bu bölümü bitirelim.
- Emeviler döneminde siyasi etkilerle dinin değiştirildiği iddiası
Siyasi etkilenme siyasi iradenin çıkarları veya talebi doğrultusunda gerçeklerin saptırılması demektir. Bir önceki maddede açıklandığı gibi bu konuda da somut kanıt sunmadan kendi görüşlerini güçlendirmek için uydurdukları iftiradan başka kıymeti harbiyesi olmayan bir iddiadır.
Şayet İmamı Şafii’nin “mezhebi kadim/mezhebi cedid” şeklinde ifade ettiği şartlarına uygun içtihat farklılığı kastediliyorsa; bu zatların tamamının 30 sene önceki ile bugün arasında taban tabana zıt görüşlerine ne denecektir.
Konu günümüzle karşılaştırmalı olarak ele alındığında doğru anlaşılma imkânı olacaktır. Kısa örneklerle karşılaştırmalı bir şekilde düşülen çelişkilere dikkat çekelim
a) Bahsi geçen Emevi dönemindeki âlimlerin nerede ise tamamına yakını devletten maaş almayan yani “göbekten” devlete bağlı olmayan ilim adamlarından oluşmaktadır. Bu âlimlerin iktidardan etkilenerek dini bozduklarını iddia edenlerin büyük çoğunluğu ise bugün devletten maaş almaktadırlar.
Ne yaman bir çelişki ki devletle hiçbir ekonomik bağı olmayan kişiler siyasi iradenin etkisinde kalacak ama bugün tamamıyla ona bağlı olarak hayatını devam ettirenler devletten etkilenmeyecek. Bu durumu mantığına sığdırabilen var mıdır?
Eleştirilen dönemdeki alimler siyasi iradeye (Emeviler daha büyük oranda Abbasiler) boyun eğmedikleri için çok sıkıntılara maruz kalmışlardır. İmam Azam ömrünün bir kısmını hapislerde geçirmiştir. İmam Malik ömrünün son dönemlerinde idrarını tutamayacak kadar ağır işkencelere maruz kalmıştır. Ahmet b. Hanbel “mihne” olarak isimlendirilen baskılara, İmam Şafi de Rakka’ya sürgüne maruz kalmıştır. Bütün bunlara rağmen hiçbiri görüşlerinden taviz vermemişlerdir. Bu âlimlerimizin siyasi iradenin etkisi ile dini hükümler verdiklerini iddia etmek, iftiradan başka hiçbir anlam taşımamaktadır.
Günümüzde devletten maaş alan hocalardan bazılarının (büyük çoğunluğunu tenzih ederek) 28 Şubat sürecinde makamları kaybetme korkusuyla verdikleri fetvalar ile dinî doğrulardan nasıl taviz verdikleri henüz unutulmamıştır. Yine dini alanda uzman hoca olarak bilinen İlahiyat dekanlarından az da olsa bir kısmının bahsedilen (28 Şubat) dönemde koltuklarını kaybetmemek uğruna Allah’ın başörtüsü hakkındaki emrini dikkate almayarak fakülte girişinde başörtülü avına çıkmaları ne çabuk unutuldu? Bu tavır siyasi iradeden etkilenme değil midir?
b) Bir ilâhiyat fakültesinde o dönem idari kadrosundaki bir kişinin, Rabbimizin iffetli olduğunu bildirdiği Hz. Meryem’in namusuna dönük ahlaksızlık isnadı anlamına gelen konuşmaları 2022 yılı başında ortaya çıkmıştı. Aynı fakülte başta olmak üzere akademisyenlerden azımsanamayacak bölümü, bu kadar önemli bir konuda sessiz kalmayı veya “ama”larla konuyu başka mecralara taşımayı tercih etmişlerdi. Modernist anlayışa sahip olanlar başta olmak üzere yeterli tepki veremeyenler mevcut şartlardan etkilenmeden dini doğruları söylemiş mi olmakta, yoksa ideolojik tarafgirlikle ya da ikbal kaygısıyla yani güçten etkilenerek dini konuda duruş belirlemiş mi olmaktadırlar?
Konuyu farklı bir açıdan değerlendirirsek; benzer açıklamayı medrese menşeli bir hoca yapmış olsaydı ilahiyatlardaki akademisyenlerin tamamına yakını haklı bir tepki vererek linç girişiminde bulunurlardı. Açıklama kendi çevrelerinden geldiğinde ise (çok cılız birkaç ses dışında) itiraz edilmeyip sessiz kalınmıştır.[2] Sözün kendi anlamına göre değil de söyleyen kişi ve konumuna göre değerlendirilmesi ile doğru dini bilgiye nasıl ulaşılabilir? (!) Bu tavırları, “fikir özgülüğü” sloganına sığınarak aslında grup taassubu ile dini konuları yorumladıkları anlamına gelmez mi? Halbuki kimden geldiğine bakılmadan aynı yanlışa aynı tepkinin verilmesi gerekir.
c) Birkaç yıl önce değerli bir hoca efendinin “yabancı bir kadın ile bir erkeğin beraber, baş başa asansöre binmesi dinen doğru değil” açıklaması üzerine medyada aleyhte oluşan kampanyanın da etkisiyle; siyasi irade anlık tepkiyle (bir gün sonra düzeltme yapılan) bir talepte[3] bulunmuştu.
Emevî dönemindeki âlimlerin siyasi iradeden etkilendiğini en çok dillendiren Ankara İlahiyat ile 9 Eylül İlahiyat Fakülteleri siyasi iradenin bu talebi üzerine “biz hazırız” diye dekanlık olarak kurumsal/resmî açıklama yapmışlardı.[4]
Şimdi bu tavırları siyasi iradeden etkilenme değilse, etkilenme nasıl bir şeydir anlayan var mıdır? İddia ettikleri Emevî döneminde siyasi iradenin isteği karşısında “biz hazırız” diyerek esas duruşa geçen ve Müslümanlar tarafından da itibar gören, kurumsalı geçtik bir tane bile âlim gösterebilirler mi?[5]
Sonuç olarak dini konuların açıklanmasında harici/siyasi etkilenme suçlaması yapılacaksa geçmişe göre günümüzde bunun çok daha fazlası mevcuttur.
d) Bir başka çelişkili yaklaşım da kendi devletinin etkisinde kalmak yanlış ama emperyalist güçlü devletlerin etkisinde kalmanın mahzuru yok yaklaşımıdır. Modernist anlayış ABD ve İsrail’in çıkarını engelleyen faaliyetlere karşı çıkarak Suriye’ye askeri müdahalenin dinen yanlışlığını,[6] orada ölmekle şehit[7] olunamayacağını iddia edebilmişlerdir. Bununla da yetinmeyip Yahudilere tepki oluşturan onları işgallerini engelleme noktasında Müslümanları motive eden/diri tutan dini bilgileri müslümanlar nezdinde yıpratmak için itibar suikastı yapabilmişlerdir. Bu çerçevede Kudüs’ün aslında kutsal olmadığı, Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te olmadığı gibi iddialarda bulunan bazı hocalar, ismi geçen devletlerin aynı bölgelerdeki katliamlarına ses çıkaramamaktadırlar. Bu yaklaşımlarına rağmen bu emperyalist devletlerin etkisinde kalmadan dini konularda konuşmuş mu olmaktadırlar?
Emevî İslam devletinden etkilenmek İslâm’ı bozar ama ABD ile İsrail’den etkilenmek İslâm’ı bozmaz yaklaşımındaki tutarsızlığın izahı olabilir mi? (!) Kendi dönemlerinde var olan zafiyeti görmeyip aynı konuda (ispata da ihtiyaç duymadan) sadece aklî çıkarımlarla geçmişi suçlamadaki yanlışlığın izahı olamaz.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da bir an için Emevi devletinden etkilenme iddiasını doğru kabul etsek bile eksiğiyle, kusuruyla biri İslâm toplumu ve devletinden, diğeri günümüzdeki laik, seküler toplum ve devletten etkilenmek olacaktır. Bunlardan birinciyi yanlış, ikinciyi doğru kabul etmenin akılla, insafla kabul edilebilir bir yönü yoktur.
Netice olarak Emevi devletinden etkilenme suçlaması bir projenin basamağı olarak görünmektedir. Modernist anlayış her konuda yeknesak (homojen) bir görüşe sahip olmasalar da temel konuların hemen hemen tamamı ile ayrıntı konuların pek çoğunda, büyük oranda mutabık oldukları için fikrî ekol anlamında bir bütün olarak değerlendirmek durumundayız. Bu çerçevede ülkemizdeki mücadelelerinin gelişim süreçlerini kısaca maddeleştirirsek:
- Güvenilen âlimler ve kitaplarına,
- Mezhep imamlarına,
- Hadis-i Şeriflere, itibar suikastları yapılmıştır. Bunlarda belirli bir aşamaya geldikten sonra da;
- Peygamberimizin şahsının işlevsizleştirilmesine yani vahyi tebliğ etmenin dışında hiçbir işlevinin olmadığı, “postacı” konumunda olduğu gibi iddialarla yıpratılmasına,
- Tarihselcilik anlayışıyla Kur’an’ın hayatı düzenleyen (ahkâm) ayetlerinin bugün geçerli olmadığı iddiasıyla Kur’an’ın bir bölümünü geçersiz kılma çabasına,
- Son olarak da bazı ayetlerin yani Kur’an’ın bir bölümündeki cümlelerin Allah’a yakışmadığı için onun sözü olmayıp Peygamberin sözü olduğu iddiasıyla, işi Kur’an’a itibar suikastına kadar ileri götürebilmişlerdir.
Bunlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde konu daha kolay ve net bir şekilde anlaşılmaktadır. Neticede niyetlerini bilemeyeceğimiz gibi bunu sorgulama gibi bir amacımız da olamaz. Lakin yapılan işlerin toplamı değerlendirildiğinde çıkan sonuç da görmezden gelinemez.
İddiaların gelebileceği sonuçlar açısından ne boyutta riskler/tehlikeler taşıdığını adeta İslam’ın temeline dinamit koyma mesabesinde olduğu için Müslümanların bu anlayışlara karşı çok uyanık olması gerekir.
İlmi geçmişimizi dışlamadan farklı asırlarda ve farklı coğrafyalarda/kültürlerde yazılmış dini eserlerle günümüzün yorumları mezcedildiği takdirde belirli bir kültürün etkisi en aza inecektir. Dolayısıyla doğruya ulaşma ihtimali daha yüksek olacaktır. Aksi durumda farkına varmasak da tamamıyla yaşanılan kültürün etkisiyle din anlaşılmaya çalışılır ki bunun bizi yanıltmasının kuvvetle muhtemel olduğuna dikkat çekerek yazımız sonlandıralım.
[1] Muammer Erbaş, “Sünnet Kur’an’a Kâdîdir” Sözünün Teorik ve Pratik Değeri
[2] Buradaki amacımız İlahiyat medrese ayırımı yapmak, ya da bir tarafı haklı çıkarmak değildir. Bunu doğru da bulmayız. Amacımız aidiyet duygusuyla konulara yaklaşmanın yanlışlığına dikkat çekmekten ibarettir.
[3] 8 Mart 2018 de “Din güncellenmeli” şeklinde yapılmış olan açıklamanın akabinde yeni bir açıklama ile “dinin bizzat kendisi değil, içtihatların güncellenmesi” kastedildiği beyan edilerek, düzeltme yapılmıştı. İlgili tarihteki yazılı ve görsel tüm medyada bu bilgiler yer almıştı.
[4] Güncelleme ile ilgili talepten birkaç gün sonra yapılan bu kurumsal açıklama o dönemin tüm medyasında yer almıştı.
[5] Buradaki amacımız bir gerçekliği dile getirerek, yaklaşımdaki tutarsızlığa ve çelişkiye dikkat çekmekten ibarettir. Dolayısıyla Bahsi geçen fakültelerdeki tüm akademisyenleri töhmet altında bırakma kastımızın asla olmadığını teyiden ve tekrar hatırlatırız.
[6] İşin siyasi/politik yönden doğruluğu/yanlışlığı konumuzun dışındadır. Sadece dini yönünü değerlendirdiğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır
[7] Şehit olmanın şartları vb. konumuz olmadığı için içeriğine girmedik. Burada ilkesel olarak, tamamının şehit olamayacağı tezindeki amaca ve arka planına dikkat çekmeye çalıştık.