
Adem (a.s) ile başlayan insanlık tarihi boyunca putları, tağutları ve bâtıl düzenleri kutsayan, hakikatleri saptıran figürler ortaya çıkmış ve inananları dinlerinde fitneye düşürmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bunun bir örneği de ‘samiri’ kıssasıdır.
‘’Allah buyurdu: Senden sonra biz, kavmini (Harun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.‘’[1]
Firavun, ordusu ve bürokratları ile birlikte denizde boğulmasından sonra Mûsâ (a.s) kırk gece sürecek bir buluşma için Allah Teâlâ'nın huzuruna çağırılmış, bu amaçla kavminden ayrılırken kardeşi Harun'u (a.s) vekil olarak bırakarak ona şöyle demişti:
"Kavmimin içinde benîm yerime geç; onları ıslah et; bozguncuların yoluna uyma."[2]
Bu sırada İsrailoğulları arasında bulunan Sâmirî isimli bir kuyumcu, altından bir buzağı yaparak İsrâiloğullarına tapmalarını telkin etmiş ve bunda başarılı olmuş, Hârûn (a.s) engellemeye çalışsa da onu dinlememişlerdi. Kavminin Sâmirî'nin telkinleri ile saptırıldığını vahiy yoluyla Rabbinden öğrenen Mûsâ (a.s) öfkeli ve üzgün bir biçimde İsrailoğullarını yanına geri dönüp Harun (a.s)'a çıkışmıştı. Musa (a.s): Kardeşi Harun'u görür görmez sağ eliyle başından, sol eliyle de sakalından öfke İle yakaladı ve: "Ey Harun, dedi. Onların sapıttıklarını, yollarını şaşırdıklarını ve kâfir olduklarını görünce seni bana uymaktan alıkoyan ne oldu? Yoksa emrime karşı mı geldin?"[3] Çünkü emanet ettiği topluluğa karşı onun görevini yerine getirmediğini düşünüyordu. Oysa Hârûn (a.s) israiloğullarını tevhid inancından koparan bu sapkınlığı engellemeye çalışmış, çabalarında ısrarcı da olmuş ancak onlar Harun’ (a.s) itaat etmemişti. Bu durumu ona açıklayınca Musa' ın (a.s) öfkesi yatıştı.
Peki sâmiri kimdir? Sâmirî dîye sözü edilen şahsın kökeniyle ilgili olarak tefsir kitaplarında değişik bilgilere yer verilmiştir. Kimi rivayetlere göre o İsrail kökenli, hatta Hz. Musa'nın dayısının oğludur, kimilerine göre bir Kıbtî olup kendisiyle birlikte Mısır'dan çıkanlar arasında yer almıştır, kimilerine göre aslen Kirman'lıdır.[4]
Konunun aktarıldığı Taha Suresi 96. ayette geçen ve "elçi" diye tercüme edilen "rasul" kelimesi bazı müfessirler tarafından "Cebrail" olarak anlaşılmış ve ayetin diğer kısımlarına da buna göre mâna verilmiştir. Bu açıklamaların özeti Sâmirî denen şahsın kendini ve İsrailoğullarını saptırırken çıkış noktası olarak sözleri "Cebrail'i gördüğü ve onun bineğinin ayak bastığı yerden bir miktar toprak alıp attığı" şeklindedir. Bu yoruma göre "onların görmediklerini gördüm" cümlesinin anlamı, Sâmirî'nin Cebrail'i gördüğünü ileri sürmüş olmasıdır.[5]
Sâmiri, İsrailoğullarından yanlarında bulunan altınlarını istemiş ve bu altınları eriterek bir buzağı heykel yapmış, sonrasında şirk mantığı ile kurguladığı sahte ilaha (buzağıya) dini motifler yüklemek için Cibril ve Musa (a.s)'ın adını vererek işlediği cürümü meşrûlaştırmaya çalışmıştır. Kur'an'da müminlere nasihat olması hasebiyle kıssa olarak aktarılan bu hâdisede günümüz için ibret verici uyarılar vardır. Zira Musa (a.s)'ın Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla tebliğ ettiği tevhid dininin müntesipleri uzun bir mücadeleden sonra Firavun'u ve düzenini ortadan kaldırmış, bundan sonra müminler bir başka imtihan/fitne ile karşı karşıya kalmıştır. Firavunî düzenin şirk ideolojisine karşı imanlarını muhafaza edebilen İsrailoğulları bu kez kendi içlerinden görünen sinsi bir sınav ile karşı karşıyadır. Bu sınav Sâmirî'den başkası değildir. Firavun'un ilke ve inkılapları çerçevesinde idare olunan Mısır'da ‘’Kanun ve yasa koyma hakkı yalnız Allah'ındır.’’ diyerek tuğyan rejimine baş kaldıran İsrailoğulları bu kez tevhid inancını henüz içselleştirmediklerinden olsa gerek Sâmirî fitnesi ile sarsılmıştır. Sâmirî onlara sağdan yanaşmış, elçinin izinden buzağıya toprak serptiğini ifade ederek şirk simgesi olan heykele dini motifler izâfe etmiştir. Hilafetin ilgâsından sonra batı kaynaklı siyâsi rejimlerinin hâkim olduğu ve Allah'ın (c.c) yasalarının terk edilip tağutların yasa koymaya başladığı İslâm beldelerinde yaklaşık yüz yıldır durum bundan farklı değildir. Zira günümüzde İslâm'ı kökten reddeden laik, seküler, sosyalist ideolojilerin firavunu temsil ettiği aşikârdır. Ancak Sâmirî mantığı ile kurgulanan demokrasi’nin tehlikesi henüz tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Çünkü demokratik düzenin bekâsı için kurulan ve muhafazakâr! görünen bu siyâsi partiler, Müslüman halka sağdan yanaşarak (Sâmirî'nin yaptığı gibi) dini motifler yükledikleri demokrasiyi meşrulaştırılmaya çalışmaktadır. Firavun'un ilke ve inkılapları doğrultusunda kurulan tuğyan rejiminin küfrü ortada iken, bir yem olan demokrasi’nin küfrü ve tehlikesi henüz anlaşılamamıştır. Çünkü günümüz Sâmirî'leri, demokrasi’yi İslâm'a benzer yönleri varmış gibi göstererek cahil bırakılmış müslümanları aldatmıştır. Oysa laik ideoloji nasıl ki Allah (c.c) yasalarını hayata karıştırmayan bir düzenin temsilcisi ise demokratik mantıkta kanunları Allah'ın (c.c) değil insanın yapmasını savunan bir ideolojidir. Bu sebepten kimden gelirse ve adı ne olursa olsun, tüm sahte ilahlara ve putperest düzenlere ‘lâ ilâhe’ diyemeyen her görüş küfür düzenlerine hizmet etmektedir.
Kur'an'da yer alan bu kıssa ile ilgili Muhammed Esed'in ortaya koyduğu şu açıklama da dikkat çekicidir:
"Kanaatimizce, Sâmirî'nin Hz. Mûsâ'nın öğretisinin bir kısmını reddetmesi, onun putperestliğe ve Allah'tan başka nesnelere ya da varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırmaya ilişkin bilinçaltı eğilimlerini açığa vurmaktadır. Kur'an'daki veriliş tarzı itibariyle, altın buzağı kıssasıyla anlatılmak istenen gerçek de şüphesiz budur."[6]
Günümüzde dindar eğilimli halkın manevî enerjisi, siyâsi partiler aracılığı ile suistimal edilerek gayr-i İslâmi düzenlere kaynak olmuştur. Bu sebepten İslâm toplumu; Allah'a (c.c) başkaldırmış bu rejimleri kutsayan ve ayakta tutan partisel oluşumların etkisinden kurtulmadan, müslümanın tek şiârı olan Nebevi Hareket Metodu’nu hayatlarına hâkim kılmadan İslâm inkılâbının nihayete ermesi mümkün değildir. Çünkü Kelime-i Tevhid'i dil ile ifade etmek; Firavunların ideolojisini güden ve tuğyanlarını ayakta tutarak canlandırmaya çalışan her türlü parti, kulüp, dernek, grup ve câmiayı kökten reddetmektir.
Müslüman ümmet; hayatını, düşünce sistemini, prensiplerini, ölçüsünü ve değerlerinin tümünü İslâm metodundan alan insan topluluğudur. İşte bu ümmet Rasulullah’ın (s.a.v) döneminde bu vasıflara sahip bir şekilde Allah'ın (c.c) hükümleri ile hükmerken, Nebevi metod’un siyâsal hayattan silinmesi ile ortadan kalkmıştır. Bu bakımdan İslâm'ın bir kere daha insanlığın kumandasını ele alması ve belirlenen fonksiyonunu yeni baştan gerçekleştirebilmesi için bu ümmeti yeniden öz varlığına (Kur’an ve sünnete) döndürmek gerekir. Fakat bunun için teorik plandan çıkıp pratik hayatta ve siyâsal hayatın tümünde İslâm'ı yaşamak mecburidir. Zira İslâm, cemiyette uygulanmadıkça yani bir ümmet ve bir hareket tarafından temsil edilmedikçe asla fonksiyonunu icra edemez. Nesiller boyu İslâm metodu ile ilgisi bulunmayan ideolojiler ve düşüncelerin ve bunlardan peydah olma sistem ve rejimlerin kalıntıları tarafından köreltilmiş bu ümmet için tevhidi bir diriliş gerekir.[7]
Nitekim Mûsâ a.s sadece Firavunî (laik) ideolojiyi değil tuğyan cephesinin sağ kanadından görünen ve toplumunun imanını ifsad eden (demokratik) Sâmirî mantığını da zihinlerden söküp atmış, İsrâiloğullarına sâmiri ile aynı ortamı paylaşmalarını yasaklamış, böylece Sâmirî'ye toplumdan tecrit edilme şeklinde çok ağır bir ceza verilmiştir. 97. ayette bu hususa işaret edildiği anlaşılmaktadır.[8]
‘’(Mûsâ) şöyle dedi: “Haydi git! Artık hayatın boyunca sana düşen ‘Bana dokunmak yok!’ demekten ibarettir. Ve bil ki asla kaçıp kurtulamayacağın bir hesap günü de seni beklemektedir. Şimdi şu tapıp durmakta olduğun tanrına bir bak; biz onu iyice yakacağız, sonra da küllerini denize savuracağız!”[9]
Bunun yanı sıra, Allah (c.c) tarafından Sâmiri'ye insanlardan uzak durmaya mecbur eden veya zürriyet sahibi olmasını engelleyen fiziksel bir hastalık verilerek cezalandırıldığı[10] yorumları da yapılmıştır.[11]
Katâde şöyle der: ‘’Hz. Musa buzağıyı ateşte yaktı, sonra da külünü denize bıraktı. İşte bu Ulu'l-azm peygamberlerden birisi olan Hz. Musa'nın oldukça kararlı bir tutumudur. Çünkü Sâmirî ile ona tabi olanların iddiasına göre mabud kabul edilen böyle bir varlığın her türlü izinin kökten yok edilmesi gerekir. Allah'ın tevhid edilmesini, yalnızca O'na ortak koşmaksızın ibadetin devamı için böyle yapmak gereklidir.’’ Bundan dolayıdır ki, hemen arkasından şu sözlerin söylendiğini görüyoruz: "Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İlmi her şeyi kuşatmıştır."
Sonra Hz. Musa şöyle dedi: ‘’Sâmirî'nin kendisi vasıtasıyla sizleri fitneye düşürdüğü bu buzağı hiç bir zaman ilah olamaz. Sizin ilahınız kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. İbadete lâyık olan ancak Odur; Ondan başkasına ibadet etmemek gerekir.’’ İşte bu şekilde Hz. Musa'nın kıssası: "Ben, muhakkak ben, Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur, öyleyse bana ibadet et..." ile katıksız bir tevhid ile başladığı gibi yine aynı şekilde: "Sizin ilâhınız kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır." buyruklarıyla -her bir peygamberin mesajında olduğu gibi- yine katıksız bir tevhid ile sona ermektedir.[12]
Günümüzde dilleri ile İslâm'ı referans edindikleri izlenimi veren fakat gayr-i islâmi düzenlerin tam merkezinde faaliyet yürüten muhafazakâr demokrat! partiler, sûret-i haktan gözükerek sağdan yanaştıkları seçmenlerini Sâmirî mantığı ile aldatmaktadır. Bu tarz partisel oluşumlar aslen tağutî düzenlerin bekâsı için bir sigortadır. Allah’ın (c.c) yasalarını geçersiz kılan ve bu yüzden müslümanların tepkisini çeken yönetimlere karşı halkın gazını almak ve toplumları laik, demokratik gayr-i islâmi düzene entegre etmek için politika yürüten bu oluşumların faaliyetlerine tağutlar tarafından müsade verilirken, gayr-i İslâmi yasaları reddederek hakikatleri söyleyen ve tuğyan düzenini tanımayanlara marjinal yaftası vurulmaktadır.
Sâmirî mantığında olduğu gibi Musa’yı (a.s) ve Rabbini inkâr etmeyen ve İslamcı! görünen partiler, müslümanların inandığı Allah, Kur'an, İslâm, peygamber gibi değerleri inkâr etmedikleri gibi bilakis savunuculuğunu yaptığı havası oluştururlar. Parti liderleri ve mensupları namaz kılar, oruç tutar, güzel bir hatip edasıyla İslâmi sloganlar atar fakat İslâm'ı bütünüyle değil şekilsel motifler ile savunarak puan toplarlar. İslâm dışı kanunlar ile müslüman toplulukları yöneten düzenlerin bu şekilde kitleleri uyutan partilere her dönemde ihtiyacı vardır. İslâm'ı, Kur'an'ı, peygamberi kısaca mensubu olduğu dinini tanımayan fakat dinî duyguları önemseyen kitleleri bir arada ve kontrol altında tutabilmek için küfür düzeni ile aynı kulvarda hareket eden bu partiler firavunların vazgeçilmez ortaklarıdır.
Gayr-i İslâmi olan ve putperest kanunlar ile müslümanları yönetmeye çalışan zorba rejim sert rüzgârlar estirerek toplum üzerindeki baskısını biraz hissettirdiği veya yasaklar konusunda dozajı artırdığında etkiye tepki sadedinde İslâmcı bir refleks ile ortaya çıkan dindar halk, resmî ideolojinin temsilcisi partiyi iktidardan indirip İslâmcı! görünen muhafazakâr kadroları iş başına getirir. Hilafetin ilgâsından sonra yenidünya düzeni dedikleri plan gereği müslümanların yaşadıkları beldelerdeki durum böyledir. Bir asırdır batılı İslâm düşmanlarının getirdiği kanunlar ile yönetilen rejimlerde neredeyse her 20 yılda bir müslüman kitlelere karşı bu tarz gaz boşaltımları olmuştur. Baskı altında kalarak düşünce ve ifade özgürlüğü kısıtlanan ve bu yüzden seslerini yükselten dindar kitlenin oluşturduğu tehlikeyi farkeden ve düzenlerinin sarsılma tehlikesi ile karşı karşıya kalan tağuti rejim, İslâmcı kesimin de kendi meclislerine katılması için yasakları kaldırıp parti kurma yollarını kolaylaştırır ve kayıt altına alabilmek için İslâmcı söylemlerini dile getirebilecekleri demokratik alanları çoğaltırlar. Bu tehlikeye karşı Nebevi menheci bilmeyen halk ise olta ucunda kendilerine sunulan küçük balığı bir lütuf kabul ederek kâfirlerin istediği uzlaşı ve taviz teklifini kabul etmiştir.
Bu aldanışın altında yatan sebep, toplumun İslâm’ın siyâsi öğretisinden cahil kalmış olmasındandır. Hilafetin ilgâsı ile özgüvenini ve devletlerini kaybeden müslüman toplumlar, özellikle Avrupa’da başlayıp tüm dünyaya yayılan siyâsi gelişimlere karşılık bir aksiyon ortaya koyamamıştır. Buna sebep olan en temel etken, müslümanların toplum ile İslâm arasında yeni bir dil oluşturabilecek aksiyoner alimlerden yoksun olması ve içtihad hareketlerine kendini kapatmasıdır. Bu yüzden günümüzde muhafazakâr görünümlü fikir adamları, şeriat yasaları çerçevesinde yeni bir siyâsi dil ortaya koyamadığı için batılı ideologlardan edindikleri görüşleri İslâm âlemine empoze etmişlerdir.
Oysa İslâm’ın hâkimiyeti mes’elesi fikir veya içtihad planında değil, akideye taalluk eden aslî bir kâide olarak değerlendirilmelidir. Zira Allah’ın (c.c) ve hükümlerinin yeryüzünde tesisi bir fikir veya öneri değildir. Bu hakikat muhkem naslar ile sabit olan ve yerine getirilmesi el an müslümanlar üzerine mutlak emir olan bir zarurettir. Bu yüzden bu hâkimiyeti fikir planında kalan yazılı eserlerde dile getirmekten ziyade, bunu her daim canlı tutacak müctehid ve müceddid imamlara ihtiyaç vardır. Bu tehlikeden haberdar olan tağuti rejimler parti ve liderleri yoluyla İslâmi düşünceyi ketmederek ilâhi buyruklar üzerine bina olunmuş bu dine batı kaynaklı ideolojik fikirleri yamamaya ve selefi sâlihin olan öncülerimizin içtihatlarını yok etmeye çalışmaktadır. Sahip oldukları en yüce değer olan Kur'an mesajından ve nebevî öğretiden uzaklaşan halk, bu gibi yönünü batıya çeviren politik liderlerin fikir devşirmesiyle rabbâni ölçüyü kaybetmiştir. Bu zihnî soykırıma karşı duracak rabbani alimlerini kaybeden kitleler, ucuz politik sloganlardan etkilenerek gayr-i İslâmi fikir ve düzenlere angaje olmuş ve Kur'an yolundan kopmuş kavimleri bekleyen ifsad ve zillet onlara da isabet etmiştir.
‘’Allah, iman edenlerin velisi (sahibi, hamisi ve hayra yönlendiricisi)dir ki; onları karanlıklardan nura çıkarır. Kâfir takımının (ve münafıkların) velisi (akıl vericileri) ise tağut (zalim ve şeytani güç odaklarıdır) ki, onları (İslam ve iman) nurundan (ayırıp küfür ve zulüm) karanlıklarına götürüp bırakır. İşte bunlar cehennem ateşinin ehlidir ve orada süresiz kalacak kimselerdir.’’[13]
Kendilerini müslüman olarak tanımlayan ve Allah'ın (c.c) emirlerini sosyal/siyâsal hayata hâkim kılmak isteyen bir hareketin rabbâni düşünceyi bırakıp Sâmirî mantığı ile hareket etmesi mümkün değildir. Allah’ın (c.c) indirdiği hükümlerin yasaklandığı bir belde de şer’î yasaları yeniden hâkim kılmak isteyen bir İslâmi mücadelenin, siyâsi programını tağutların gölgesi altında belirlemesi asla mümküm değildir.
‘’Ey iman edenler! Eğer (kısmen veya tamamen Kur’ani hükümleri) inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi topuklarınız üzerinde gerisin geri (bâtıla) çevirirler, böylece büsbütün hüsrana (ziyana ve iflasa uğrayanlara) dönüp (o şaşkınlık ve perişanlık içinde kalırsınız).’’[14]
Allah'ın (c.c) egemenliğini ve hükümlerini hiçe sayan ve yeryüzünden kaldırmak isteyen Hristiyan düşünce ve siyonist hareketlerin belirlediği metodlar imanı ortadan kaldıran ifsad hareketleridir. Zira Rabbimiz şöyle buyurur:
‘’Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veli/dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.’’[15]
‘’Sen onların dinlerine (inanç sistemlerine, geleneklerine, hukuklarına, hayat tarzlarına) uymadıkça, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden memnun olmayacaklar. De ki: Dinleyin! Asıl doğru yol Allah'ın yoludur. Sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve isteklerine uyacak olursan Allah'a karşı seni koruyacak ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.’’[16]
[1] Tâhâ/85
[2] A'raf/142
[3] Bununla şunu anlatmak istemişti: ‘’Onlar yüce Allah'a ibadet etmedikleri halde senin aralarında kalman bana karşı gelmen demektir’’. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 11/404-405
[4] İbn Atiyye, IV, 57-58; Zemahşerî, II, 443-444; Râzî, XXII, 101; bunlar hakkında değerlendirme için bk. Derveze, III, 84-85; Esed, II, 635
[5] Râgıb el-İsfahânî'nin açıklamalarına göre ise "besura" fiilinin Arap dilinde kalbî (zihnî) bir idrak anlamıyla birlikte olmaksızın sırf görme organının algılamasını belirtmek için kullanımı nâdirdir. Bu fiil daha çok "bir şeyin künhüne vâkıf olmayı, bilinçli bilgiyi" ifade eder.[5] Râzî, İsfahânî'nin bu izahından yola çıkarak Cebrail merkezli yorumları eleştirir ve burada "elçi" kelimesi ile Hz. Musa'nın kastedilmiş olduğu yorumunu yapar. Râzî'nin yorumuna göre Sâmirî'nin âyette aktarılan sözünün anlamı şudur: "Ben onların göremediklerini gördüm, yani sizin izlediğiniz yolun doğru olmadığını anladım ve ey elçi senin dininden ve sünnetinden bir kısmını çıkarıp attım."
[6] Diyanet Tefsiri, Kur’an Yolu: III/550-553
[7] Seyyid Kutub, Yoldaki işaretler, Beka yay. Syf. 10
[8] Taberî, XVI/206
[9] Taha/97
[10] Râzî, XXII/112
[11] Diyanet Tefsiri, a.g.e: III/550-553
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/492-495
[13] Bakara/257
[14] Âli imran/149
[15] Maide/51
[16] Bakara/120