
Suriye, işgalci Fransızların çekilmesiyle 1 Ocak 1944'te bağımsızlığına kavuşmasından sonra birçok siyasi çalkantıya ve askerî darbeye sahne olmuştur. Ülkede dizginleri tam olarak ele geçirmeyi ve devletin bütün mekanizmalarını kontrol altına almayı başarabilen son askerî darbeyi ise Beşşar Esed'in babası Hafız Esed gerçekleştirmiştir.
Nusayri kökenli bir aileden gelen ve siyonist işgal devletinin Golan Tepeleri'ni işgal ettiği 1967 Haziran Savaşı esnasında, Hava Kuvvetleri Komutanı ve Savunma Bakanı sıfatıyla ülkenin askerî mekanizmasının en üst kademesinde bulunan Hafız Esed 1968'deki birinci darbe teşebbüsünde başarılı olamadı. Fakat 23 Kasım 1970'te gerçekleştirdiği darbeyle ülkenin yönetimini ele aldı. O bu askerî darbeyle birlikte ülkede iktidarı elinde bulunduran tek parti durumundaki Baas Partisi içinde de darbe gerçekleştirdi ve taraftarlarını, yakın çevresini partinin kilit noktalarına yerleştirdi. Parti içi darbede Nusayri kökenlilerin kontrolü ele geçirmeleri özellikle dikkat çekiciydi.
Esed, ülkeyi tam anlamıyla bir demir yumrukla yönetmiş ve 1982'de Hama'da halkın söz konusu zulme itirazı niteliğindeki gösterilerini şiddetli katliamla bastırmıştır. Hama katliamında en az 30 bin kişinin katledildiği, bir o kadarının da daha sonra kendilerinden haber alınamamak üzere ortadan kayboldukları tahmin edilmektedir. Kaybolanların sağ mı ölü mü oldukları hakkında bugüne kadar ailelerine bir bilgi verilmemiştir. Bu durum ailelerini de zor durumda bıraktı; çünkü götürülen fertlerinin ölümlerinden dolayı doğacak haklarından da mahrum edildiler.
Hafız Esed, kendisinden sonrası için oğlu Basil'i hazırlıyor ve yetiştiriyordu. Ama o aracını aşırı hızlı kullanmaktan dolayı geçirdiği korkunç bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bunun üzerine saltanatın kendinden sonra diğer oğlu Beşşar'a teslim edilmesine etrafındaki avanesini razı etti. Onun makamına göz diken ve Hama katliamının infazından da birinci derecede sorumlu olan kardeşi Rifat Esed'in bir problem çıkarmasının önüne geçmek için de onu sürgüne gönderdi.
Hafız Esed'in 10 Haziran 2000 tarihinde ölmesi üzerine veliaht oğlu Beşşar Esed cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Oğlunun başa geçmesinden sonra ülkede bir değişim sürecinin başlaması ve siyasi özgürlüklerin önündeki engellerin kısmen de olsa tedrici bir şekilde kalkması bekleniyordu. Başlangıçta bu yönde bazı sinyaller verildi. Ama sonrasında söze gelir herhangi bir değişim olmadı ve tek parti diktası baba Esed döneminden devralınan zulüm uygulamalarıyla aynen devam etti.
Arap dünyasındaki dikta rejimleri içinde zulmü en katı ve şiddetli şekliyle uygulayan ülkenin Suriye olduğu tartışılmazdır. Bunun en açık delili ise bir cemaate mensup olmayı idamı gerektirecek suç kabul eden yasa ve tüm girişimlere rağmen kaldırmama konusundaki ısrarıydı. Esed döneminin meşhur 49 numaralı yasası Müslüman Kardeşler cemaatine mensup olmayı idamı gerektirecek bir suç sayıyordu. Bu yasa yüzünden idamla yargılanacakları korkusuyla on binlerce Suriyeli ülkesine giremiyordu. Bu sebeple binlerce aile bölündü. Yönetim, ülkelerine giremeyen vatandaşlarının gayrimenkullerine de el koydu, oraları devlet adına kiraya verdi ve aileleri tarafından kullanılmasına izin vermedi.
Hama olaylarının bahane edilerek sürdürülen sıkı yönetim de zulmün kontrolsüz bir şekilde uygulanmasına imkân sağladı. Bu uygulamaya dayalı olarak binlerce insan her türlü yasal denetlemeden uzak bir şekilde ve çoğu zaman yargılamaya bile tabii tutulmaksızın zindanlarda bekletildi. Bu süre içinde korkunç işkencelerin uygulandığı insan hakları kuruluşlarının araştırmalarıyla belgelenmiştir. Rejim sadece tutuklulara değil onların sorunlarını dışarıya taşımamaları için ailelerine de işkence ediyordu.
Suriye'deki rejimin kaskatı bir zulüm rejimi olduğunun tartışılmazlığını ortaya koyan bir başka önemli delil ise ataları asırlardan beri o ülkenin topraklarında yaşayan Kürtlerin önemli bir kısmını vatandaş saymamasıydı.
Ülkedeki sistem Arap Sosyalist Baas Partisi'nin iktidarını sürekli garantiye almak için gerekli tüm düzenlemeleri yaptığından onun dışındaki siyasi partiler tamamen dekor malzemesi statüsündeydi. Aynı şekilde medya da hâkim sistemin elindeydi. Dolayısıyla bir siyasi özgürlükten, düşünce özgürlüğünden ve basın özgürlüğünden söz etmek mümkün değildi.
Bütün bunlar Suriye'deki dikta rejiminin zulüm uygulamalarından sadece birkaç örnektir. Fakat sadece bu örnekler bile Suriye'deki dikta rejiminin zulüm ve devlet terörü konusundaki kirli yüzünü ortaya koyuyor.
2010 yılının sonuna doğru Tunus’ta patlak veren olaylar sebebiyle Arap dünyasında başlayan ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen halk ayaklanmaları bunca zulme ve haksızlığa maruz kalan Suriye halkını da etkiledi. Bu yüzden 15 Mart 2011 tarihinde ülkenin güney kesiminde yer alan Der’a’da yaşanan olaylar çok hızlı bir şekilde bütün ülkeye yayıldı ve kitlesel halk hareketine dönüştü.
Aslında Suriye’de patlak veren halk ayaklanmasının, dikta rejimlerinin hüküm sürdüğü diğer Arap ülkelerinin bazılarında yaşananlardan herhangi bir farkı yoktu. Sebep de diğerlerinde olduğu gibi hakim rejimin zulüm ve baskısından başka bir şey değildi.
Ancak bu ülkede özellikle İran’ın birtakım çıkar hesaplarının olması, İran’daki rejimin de yıllardan beri sürdürdüğü lobicilik faaliyetleriyle İslam dünyasında toplumları etkileme gücüne sahip araçların, siyasi oluşumların ve kişilerin birçoğunu kendi rotasına sokmuş olması durumu değiştirdi. İran tarafından yönlendirilen bütün bu araçlar, siyasi oluşumlar ve kişiler Suriye’deki direnişi karalama, katil Baas rejimini temize çıkarma amacıyla yoğun bir propaganda savaşı başlattı. Bu konuda ikna edici olabilmek için iki önemli iddiadan yararlanmaya çalıştılar. Bunların birincisi Suriye’deki ayaklanmanın halk ayaklanması değil birtakım dış güçler tarafından yönlendirilen komplo olduğu; ikincisi de Suriye’deki rejimin İran’ın İsral’e karşı oluşturduğu sözde direniş ekseninin bir parçasını oluşturduğu ve onun zarar görmesinin İsrail’in işine yarayacağı iddiasıydı.
Gerçekte bu iddiaların her ikisi de İran’ın, bölgesel hesapları, Şii hilali olarak da isimlendirilen stratejik çizginin korunması açısından Suriye’deki Baas rejiminin hakimiyetini sürdürmesinin önem arz etmesi, bu rejimin düşmesinin İran’ın bölgesel güç olma planlarına ağır darbe vuracağı endişesi sebebiyle Beşşar Esed diktatörlüğüne verdiği desteğin gerekçelendirilmesi amacı taşıyordu ve her ikisi de tamamen tutarsızdı.
Suriye’deki zulüm rejiminin Mısır’daki, Tunus’taki, Libya’daki ve diğer Arap ülkelerindeki dikta rejimlerinden tek farkı onlardan daha insafsız, daha katı ve daha gaddar olmasıydı. Böyle bir zulme başkaldıran halkın mücadelesinin diğer ülkelerdeki kitlesel hareketlerden farkı da daha büyük bir riski ve tehlikeyi göze alabilmesiydi. Çünkü Suriye’deki rejimin ayakta kalabilmek için diğerlerinden daha katı ve daha insafsızca davranacağı önceden tahmin ediliyordu. Olayların başlangıcında Der’a’da rejime karşı eylem düzenleyen liseli gençlere yapılan korkunç işkence ve tırnaklarının sökülmesi de bunu gözler önüne seriyordu.
Başlangıçta Baas rejiminin rahatça şiddet uygulamasına fırsat verilmesi için, bu ülkedeki olaylara dışarıdan müdahale yapılmaması gerektiğini her yerde haykıran İran lobisi, daha sonra bu rejimin halk direnişi karşısında aciz kalacağının anlaşılması üzerine İran ve Rusya’nın doğrudan müdahalede bulunmasını savunmak için son derece gülünç yalanlardan bile istifade etmekten çekinmediler. Bunlardan biri de İran’ın Hz. Zeyneb’in türbesinin korunması iddiasıydı. Binlerce insanı katletmek için bir mezarı korumayı gerekçe olarak kullanabilen anlayışın sahiplerine hakkı ve hakikati anlatmanın ne kadar zor olacağını akıl ve idrak sahibi herkes tahmin edebilir.
Rusya ve İran’ın müdahalesi, gerek Esed rejiminin ve gerekse ona destek veren dış güçlerin katliam ve şiddette sınır tanımamaları Suriye’deki dikta rejimine karşı verilen mücadelenin önünü tıkadı. Buradaki tıkanma Arap Baharı’nın domino etkisinin de önünü kesen dolayısıyla Arap dünyasındaki diğer dikta rejimlerine doğru devam etmesini engelleyen bir etken oldu.
Ancak daha sonra yaşanan bölgesel hadiseler şartların değişmesine neden oldu. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı açtığı savaşta Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin Ukrayna’yı desteklemesi Moskova yönetimini zorladı. Ukrayna cephesini kendi açısından daha öncelik ve daha stratejik olarak gören Moskova da buraya ağırlık verebilmek için Esed yönetimini ihmal etmek zorunda kaldı. Çünkü orada sadece Ukrayna’yla ilgili hesapları için değil aynı zamanda Avrupa ve ABD karşısındaki etki gücünü korumak amacıyla savaşıyordu.
Diğer taraftan Esed rejiminin militan gücünü tedarik eden İran, Suriye’ye sevk ettiği militanlarını büyük ölçüde Irak’taki Haşdi Şa’bi’den, Lübnan’daki Hizbullah’tan ve Afganistan’daki Şii cemaatlerden temin ediyordu. Irak hükümetinin kendi iç sorunlarına odaklanması ve bu arada Haşdi Şabi’nin de önemli bir kısmını resmi orduya ve güvenlik mekanizmasına ilhak etmesi bu örgütün Suriye’deki savaşta etkisinin azalmasına neden oldu. Siyonist işgal rejiminin Lübnan’a yönelik saldırıları karşısında da Hizbullah’ın Suriye’deki militanlarını çekmek zorunda kalması Baas rejimine destek konusunda bu örgütten sağlanan kaynağın da kurumasına neden oldu. İran’a uygulanan ablukanın yol açtığı ekonomik sıkıntıların Afganistan’dan getirtilen Şii milislere maddi destek temin edilmesini zorlaştırması bu kanalın da büyük ölçüde kurumasına neden oldu.
Baas rejiminin kendi ordusunda istihdam edilenlerin üçte ikisini ise zorla cepheye sürülenler oluşturuyordu. Onlar da savaşmaya istekli değildi. Dolayısıyla İran ve Rusya desteğinin kesilmesi karşısında Baas rejiminin kendi gücüyle ayakta kalması imkanı yoktu.
İşte bu sebeplerle, Baas rejiminin kendi içinden zaten çürümüş olması dış desteklerin de sahadan çekilmiş olması sebebiyle direniş karşısında tahammül gücü kalmamıştı. O yüzden direnişin 27 Kasım’da başlattığı hamle karşısında tahammül edemedi ve 11 gün gibi kısa bir süre içinde başkent Şam’dan da çekilerek sahayı tamamen terk etmek zorunda kaldı.
Ama ne kadar ilginçtir ki İran’ın davulunu çalanlar kendilerini kumanda edenlerin kusurlarının üstünü örtebilmek ve zulme göğüs gerenleri töhmet altına sokmak için; “Muhalifler bu kadar kısa sürede Şam’ı nasıl ele geçirdi?” sorusundan hareketle bit yeniği aramaya ve bir sürü komplo teorisi geliştirmeye çalıştılar. Oysa bütün dünya biliyor ki sahada direniş güçlerinden başka çatışan kimse yoktu. Kaçanlar da Esed’in askerlerinden başkaları değildi. Üstelik havadan da Rusya’nın ve rejiminin gerçekleştirdiği küçük çaplı bazı saldırılar dışında herhangi bir saldırı olmadı. Peki, ABD ve İsrail’in desteği olduysa bu destek ne şekilde sağlandı? Kaldı ki İsrail ve ABD’nin Suriye’de hiçbir zaman İslami hareketin iktidarını Baas rejimine tercih etmeyeceğini bu konuda birazcık birikimi olan herkes tahmin edebilir. Baas rejiminin düşmesi sonrasında yaşanan gelişmeler de bunu çok açık bir şekilde gözler önüne sermiştir.