09 Şubat 2025 - Pazar

Şu anda buradasınız: / Göç ve Mülteci
Göç ve Mülteci

Göç ve Mülteci Av. Uğur Yıldırım

 

Sizi ve Mülteci Dernekler Federasyonunu tanıyalım. Federasyon’unuzun kuruluş amacı ve hedefi bahseder misiniz?

Kariyerim boyunca insan hakları, mülteci ve göç hukuku alanında çalışmalar yürütmeye öncelik verdim. Özellikle, dünyanın en kırılgan ve savunmasız gruplarından biri olan mülteci ve sığınmacıların haklarını koruma konusunda yoğunlaştım. Bu alandaki çalışmalarımı yalnızca hak arama mücadeleyle sınırlı tutmadım; aynı zamanda sosyal farkındalığın artırılması, kamu politikalarının iyileştirilmesi ve insani dayanışmanın güçlendirilmesi için de çaba harcadım.

Mülteci Dernekler Federasyonu (MÜLDEF) bünyesinde, göçmenlerin insani haklarının korunmasına yönelik projeler geliştirmek ve uygulamak benim için çok değerli bir misyon oldu. Amacım, sadece mevcut sorunlara çözüm üretmek değil, aynı zamanda uzun vadeli ve sürdürülebilir politikaların oluşturulmasına katkı sağlamaktır. Her bireyin insan onuruna yakışır bir yaşam hakkı olduğunu savunuyorum ve bu doğrultuda çalışmaya devam ediyorum. Çözüm odaklı projeler geliştirerek, mültecilerin haklarını savunmaya ve toplumların birlikte yaşayabileceği barışçıl bir ortam oluşturulmasına katkı sağlamaya kararlıyım.

MÜLDEF, Türkiye'deki mülteci ve göçmenlerin haklarının korunmasını ve yaşam standartlarının iyileştirilmesini amaçlayan bir çatı organizasyondur. Federasyon, üye dernekler aracılığıyla, sosyal yardım, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim gibi konularda çalışmalar yapar. Hedefimiz, göçmenlerin topluma uyum sağlamalarını kolaylaştırmak ve aynı zamanda ev sahibi toplum ile göçmenler arasında dayanışma köprüleri kurarak, toplumsal huzuru artırmaktır. Politikaların çağın gereklerine uygun şekilde yeniden düzenlenmesi için savunuculuk yapmayı da misyonlarımız arasında görüyoruz.

Bir meseleyi anlayabilmek için o konunun kelime ve kavramlarını bilmek gerek, bu bağlamda mülteci ve göçmen tanımlarını yapabilir misiniz?

Mülteci ve göçmen kavramları genelde birbiriyle karıştırılıyor. Mülteci, temel olarak zulüm korkusu nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalan kişidir. Bu insanlar, dinleri, ırkları, siyasi görüşleri ya da belirli bir toplumsal gruba mensup olmaları nedeniyle kendi ülkelerinde hayatları tehdit altında olduğu için başka bir ülkeye sığınır. Türkiye’de bu durum, 1951 Cenevre Sözleşmesi’yle düzenlenmiş durumda. Ancak, Türkiye bu sözleşmeye coğrafi bir sınırlama koyduğu için mülteci statüsü sadece Avrupa’dan gelenlere tanınıyor. Avrupa dışından gelen kişiler ise “geçici koruma” ya da “şartlı mülteci” statüsüyle korunuyor.

Göçmen ise daha geniş bir kavram. Genellikle gönüllü olarak hareket eden, daha iyi bir yaşam arayışı içinde olan insanları ifade eder. Göçmenler ekonomik fırsatlar, eğitim veya aile birleşimi gibi nedenlerle ülkelerinden ayrılır. Ancak göçmenler, uluslararası çerçevede mültecilerle aynı koruma haklarına sahip değildir. Bu durum, mültecilerin daha ağır şartlarla karşı karşıya kaldığını ve dolayısıyla daha fazla korumaya ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.

Bu iki kavramı doğru anlamak çok önemli. Çünkü insanlar arası farklılıkları gözetmeden “göçmen” ya da “mülteci” gibi terimleri yanlış kullanmak, bu kişilerin haklarını savunmayı zorlaştırabiliyor. İnsanların neden yerinden edildiğini anlamak ve buna göre doğru politikalar geliştirmek hepimizin sorumluluğu.

Göçmenlerin sosyal ve ekonomik haklara ulaşımı için yapılan çalışmalarınız nelerdir?

Danışmanlık, çalışmalarımızın en önemli ayaklarından biri, mülteci ve sığınmacılar, yaşadıkları insani haklarını elde etme konusunda genellikle yalnız kalıyor ve bu süreçte haklarını nasıl savunacaklarını bilemiyorlar. Bizler, onların statü belirleme başvurularından çalışma iznine, aile birleşiminden sağlık hizmetlerine erişime kadar pek çok konuda destek sağlıyoruz. Amacımız, sadece bireysel sorunları çözmek değil, aynı zamanda bu alanda daha adil bir sistemin oluşmasına katkı sunmak.

Eğitim programları da önceliklerimizden. Özellikle mülteci çocukların eğitime erişimini sağlamak, bizim için bir insan hakları meselesi. Ayrıca dil öğrenimi, meslek edindirme kursları ve kadınlara yönelik özel eğitim programlarıyla onların topluma katılımını artırmayı hedefliyoruz. Eğitim, sadece bireylerin hayatını değiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumda köprüler kuruyor.

Irkçılık ve ayrımcılıkla mücadele ise her zaman gündemimizin bir parçası. Mültecilere yönelik nefret söylemleri ve önyargılar, toplumsal huzuru tehdit eden en büyük sorunlardan biri. Bu noktada farkındalık kampanyaları, eğitim çalışmaları ve medya aracılığıyla pozitif bir algı oluşturmayı amaçlıyoruz. Irkçılık sadece göçmenleri değil, hepimizi insani değerlerimizden uzaklaştıran bir sorun.

Sosyal uyum çalışmaları ise bizim için uzun vadeli bir yatırım. Ev sahibi toplum ile mülteciler arasında bir anlayış ve dayanışma ortamı oluşturmaya çalışıyoruz. Kültürel etkinlikler, ortak projeler ve yerel yönetimlerle iş birliği içinde, herkesin bu topluma değer katabileceğini göstermeye odaklanıyoruz. Çünkü inanıyorum ki sosyal uyum, farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görüp birlikte yaşamayı öğrenmekle mümkün olur.

Sığınmacı ve göçmenlerin karşılaştıkları en büyük sorunların neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Göçmenlerin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri kimliklendirme ve kayıt dışı durum. Resmi bir statüye sahip olamayan göçmenler, sağlık, eğitim ve barınma gibi en temel hizmetlere erişimde ciddi engellerle karşılaşıyor. Bu durum, onları yalnızca daha kırılgan bir duruma itmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumla aralarındaki mesafeyi de artırıyor. Kimliklendirme süreci, göçmenlerin hem haklarını korumak hem de daha güvenli bir yaşam sürdürebilmeleri için hayati önem taşıyor. Bu alandaki eksikliklerin giderilmesi için daha hızlı ve etkili mekanizmalar geliştirilmesi gerekiyor.

Bir diğer önemli sorun, toplumsal önyargılar. Ev sahibi toplumlarda göçmenlere yönelik yanlış algılar, entegrasyon sürecini büyük ölçüde zora sokuyor. Göçmenlerin işimizi elimizden aldığı, suç oranlarını artırdığı gibi mesnetsiz iddialar, toplumsal huzursuzluğu körüklüyor. Bu önyargılar, nefret söylemini ve ayrımcılığı tetikliyor. İnsanların farklı kültürlerden gelen bireyleri bir tehdit değil, bir zenginlik olarak görmesini sağlamalıyız. Bunun yolu da eğitimden, doğru bilgilendirme ve karşılıklı diyalogdan geçiyor.

Ekonomik istismar da ne yazık ki çok yaygın bir sorun. Göçmen işçiler, kayıt dışı çalıştırıldıkları için düşük ücretlere razı edilip kötü çalışma koşullarına mahkûm bırakılıyor. Bu sadece göçmenler için değil, genel iş gücü piyasası için de adil olmayan bir durum olup, göçmenlerin emeğini sömürmek, insanlık onuruna aykırı bir tutumdur. Bunun önüne geçmek için hem idari düzenlemeler yapılmalı hem de işverenler üzerinde daha ciddi denetimler uygulanmalıdır. Göçmenler de emek piyasasının bir parçası; onlara hak ettikleri adil ve insani şartları sağlamak hepimizin sorumluluğu.

Kapitalist, kolonyalist yapılanma sosyal mühendislik çalışmaları ile göçe zemin hazırlayıp, (savaş gibi) göçmenler üzerinden elde ekonomik edinim sağladığı söyleminin doğruluk payı var mı, yoksa bu söylemi komplo teorisi olarak mı görmek lazım.

Kapitalist ve kolonyalist sistemlerin göç hareketlerinde oynadığı rolü görmezden gelmek mümkün değil. Tarih boyunca, doğal kaynakların sömürülmesi ve siyasi müdahaleler, göç dalgalarının temel sebeplerinden biri oldu. Afrika ve Orta Doğu’daki pek çok savaşın ve istikrarsızlığın arkasında, doğal kaynakların kontrolü için verilen mücadeleler var. Bu durum, bölge insanlarını yerlerinden ederek göçe zorluyor. İnsanlar savaş, yoksulluk ve güvensizlikten kaçarken aslında, bu küresel düzenin bir sonucu olarak yerinden ediliyorlar.

Göç, aynı zamanda ekonomik bir araç olarak da kullanılıyor. Göçmen emeği, birçok ülkede ucuz ve esnek iş gücü olarak görülüyor. Batılı ülkeler, üretim süreçlerinde göçmenlerin emeğine büyük ölçüde ihtiyaç duyuyor. Ancak bu kişiler, genellikle eşit haklardan yoksun bırakılıyor ve sosyal olarak dışlanıyor. Göçmenler, bir yandan ekonomilere katkı sağlarken, diğer yandan toplumsal düzenin kenarında yaşamaya mahkûm ediliyor. Bu, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda etik bir sorun.

Bu nedenle, kapitalist ve kolonyalist sistemlerin göç hareketlerinde etkili olduğunu söylemek bir komplo teorisi değil, somut bir gerçeklik. Ancak her göç hareketi aynı bağlamda değerlendirilemez. Göç, yerel ve küresel politikaların, savaşların, yoksulluğun ve iklim değişikliğinin bir sonucu olarak karmaşık bir olgudur. Bizim asıl yapmamız gereken, bu sistemleri sorgulamak ve yerinden edilen insanların onurlu bir yaşam hakkını koruyacak adımları atmak. Göç, bir trajedi olmaktan çıkıp, insanca bir yeniden başlama hikâyesine dönüşebilir, eğer biz buna uygun bir sistem kurabilirsek.

Türkiye’nin göç ve mülteci politikalarının 1945’den kalan düzenlemeler olduğunu, çağın ihtiyaçlarına göre güncellemelerde geciktiği bu sebeble gerek bürokratik, gerekse fiili işlerde gecikmeler olduğu konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Türkiye, son yıllarda dünya genelinde en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkelerden biri haline geldi ve bu durum, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde önemli bir sorumluluk getiriyor. Ancak, göç yönetiminde daha kapsayıcı politikalara ihtiyaç duyduğumuzu açıkça söylemek gerek. Göçü sadece insani yardım perspektifinden ele almak, bu sorunun sadece geçici ve yüzeysel bir çözüm bulmaya yönelik olur. Oysa göçmenlerin topluma katılımını sağlayacak stratejiler geliştirmek, onların potansiyelini toplumsal ve ekonomik hayata entegre etmek çok daha sürdürülebilir bir yaklaşım olacaktır. Göçmenler sadece bir yük değil, aynı zamanda topluma katkı sağlayabilecek, büyük bir potansiyel barındıran bireylerdir.

Bürokratik engeller de büyük bir sorun. İltica ve oturum başvurularındaki gecikmeler, göçmenlerin adaptasyonunda belirsizlikler yaşamasına neden oluyor. Bu, onları daha da savunmasız kılıyor. Burada yapılması gereken, süreçlerin sadeleştirilmesi ve dijitalleşmenin artırılması. Dijitalleşme, başvuru süreçlerinin hızlanmasına, daha şeffaf ve verimli bir sistemin kurulmasına olanak tanıyabilir.

Yerel yönetimler de göç yönetiminde kritik bir rol oynuyor. Göçmenlerle doğrudan etkileşimde olan, onların günlük hayatına dair sorunlarla uğraşan yerel yönetimlerin bu süreçte daha fazla yetki ve kaynakla donatılması çok önemli. Çünkü yerel düzeydeki müdahaleler, göçmenlerin toplumla kaynaşmasını sağlayacak, onların ihtiyaçlarına en yakın çözümleri üretebilecektir. Ancak yerel yönetimler bu sorumluluğu yerine getirebilmek için yeterli kaynak ve destek bulamıyorlar. Bu noktada, merkezi yönetimin yerel düzeydeki yöneticilere daha fazla yetki ve kaynak sağlaması gerekmektedir. Bu, sadece göçmenlerin hayatını kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumun geneli için de daha huzurlu ve uyumlu bir ortam oluşturur.

Balkanlar, Kafkasya ve Kırım gibi eski Osmanlı topraklarından farklı sebeplerle gelen nüfusa zamanın hükümetleri devlet politikası olarak her türlü imkanı sağlarken, halkımızda kucak açarak bağrına basmıştır. Son dönemlerde ise Doğu sınırlarından gelenlere hem politik aktörler, hem de halk tarafından gelen olumsuz örnekleri nasıl yorumlamalıyız.

Geçmişte Osmanlı mirası olan Balkanlar, Kafkasya ve Kırım gibi bölgelerden gelen göçmenlerle, günümüzdeki göçmenlerin toplum tarafından algılanma biçimi gerçekten çok farklı. Bu durumun birkaç temel nedeni var ve bunları dikkatlice incelemek gerekiyor.

İlk olarak, kültürel uyum zorluğuna bakmak lazım. Osmanlı topraklarından gelen göçmenler, dil, din ve yaşam biçimi açısından genellikle daha yakın bir geçmişe ve kültürel bağlara sahipti. Bu, hem göçmenlerin hem de yerel halkın uyum sürecini kolaylaştırmıştı. Ancak bugün, özellikle Doğu sınırlarından gelen göçmenlerle, daha büyük kültürel farklılıklar söz konusu. Dil bariyerleri, farklı dini inançlar ve yaşam tarzları, bazen toplumda kaygıların ve önyargıların oluşmasına neden olabiliyor. Bu da uyum sürecini zorlaştırıyor.

Ekonomik kaygılar da önemli bir etken. Ekonomik durgunluk ve işsizlik dönemlerinde, göçmenler genellikle yerel halk tarafından bir "tehdit" olarak görülmeye başlıyor. "İşlerimizi elimizden alacaklar" veya "sosyal yardımları daha fazla tüketiyorlar" gibi endişeler, halk arasında olumsuz algılara yol açıyor. Oysa bu, göçmenlerin toplumla uyum içinde yaşama fırsatını engelleyen yanlış bir bakış açısı. Göçmenlerin ekonomiye olan katkılarını görünür kılmak, bu kaygıları azaltmak için önemli bir adım olacaktır.

Medyanın rolü de bu noktada çok belirleyici. Bazı medya kuruluşları, göçmenlere dair olumsuz haber dilini yaygınlaştırarak, halkın bu konudaki tutumunu etkiliyor. Göçmenlerin toplumda vesile olduğu olumlu etkileri, onların toplumla kaynaşmasına katkı sağladıklarını görmezden gelmek, toplumsal önyargıları pekiştiriyor. Medya, çok güçlü bir araçtır ve bu araç doğru şekilde kullanıldığında göçmenlere dair daha doğru ve pozitif bir algı oluşturulabilir.

Bu durumu çözmek için, göçmenlerin topluma katkılarını daha görünür kılacak projeler geliştirilmesi gerekiyor. Göçmenlerin iş gücüne katkısı, kültürel çeşitliliğe sağladığı zenginlik ve toplumsal yapıya entegrasyonu hakkında farkındalık oluşturacak projelerle bu olumsuz algılar aşılabilir. Ayrıca, medyada daha olumlu bir dil kullanılması da çok önemli. Göçmenleri sadece bir "yük" değil, aynı zamanda toplumun bir parçası ve potansiyel bir katkı kaynağı olarak görmek gerekiyor.

Sonuç olarak, göçmenlerin toplumla kaynaşmasını sağlamak için daha kapsayıcı ve duyarlı bir yaklaşım benimsemek şart. Bu, sadece göçmenlerin hayatlarını kolaylaştırmakla kalmaz, aynı zamanda yerel halkın da bu süreci daha sağlıklı bir şekilde geçirmesini sağlar. Bu noktada, sorulu tüzel yapının sivil toplum kuruluşlarının ve medya kuruluşlarının ortak bir çaba içerisinde olması çok önemli.

AB’nin kendi sınırları dışında olmaları durumunda, göçmen yanlısı politikaları savunurken, Sığınmacıların AB topraklarına girdiklerinde ikircikli davranış sergileyerek mültecileri yasadışı olarak tanımlamasına nasıl bakmalıyız?

AB’nin göç politikalarında sergilediği çifte standart, ciddi bir hak ihlalidir. Bu, özellikle "pushback" uygulamaları ile kendini gösteriyor. "Pushback", yani sığınmacıları zorla geri itme uygulaması, uluslararası koruma hakkını açıkça ihlal ediyor. 1951 Cenevre Sözleşmesi, sığınmacıların geri gönderilmeme ilkesini güvence altına alır ve onları, zulüm riski taşıyan ülkelere geri göndermemeyi taahhüt eder. Ancak AB, özellikle denizlerdeki pushback uygulamalarıyla, bu temel ilkeyi ihlal ediyor. Sığınmacılar, denizlerde ya da kara sınırlarında, hayatlarını riske atarak ülkelerine geri gönderiliyorlar. Uluslararası mekanizmaların bu tür ihlallere karşı yaptırım gücü sınırlıdır. AB’nin uygulamaları, bu boşluktan yararlanarak hızla yayılabiliyor. Uluslararası mekanizmalar, sığınmacıların haklarını korumak için önemli bir çerçeve sağlasa da, uygulamada bu hakların korunması çok zor olabiliyor. Birçok ülke, bu tür ihlallere karşı gerekli adımları atmakta yetersiz kalıyor ve bu da sığınmacıların daha da savunmasız hale gelmesine neden oluyor. Bununla birlikte, AB’nin ikircikli göç politikaları ve bu tür uygulamalar karşısında sivil toplum çok önemli bir rol oynuyor. İnsan hakları savunucuları ve sivil toplum kuruluşları, bu tür politikaları ifşa ederek, baskı oluşturmaya devam ediyor. Bu baskılar, hem ulusal düzeyde hem de uluslararası platformlarda, AB ülkelerinin bu tür insan hakları ihlallerine karşı daha sorumlu olmalarını sağlamak için büyük bir güç oluşturuyor.

Sivil toplum, aynı zamanda alternatif çözümler önererek de bu politikaların değişmesine katkı sağlıyor. Göçmen hakları savunucuları, uluslararası camiaya ve AB’ye göçmenlerin ve sığınmacıların haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini hatırlatarak, daha insani ve adil bir göç yönetimi için mücadele ediyorlar. Bu mücadelenin başarılı olabilmesi toplumda göçmenlere yönelik farkındalığı artırmak ve kamuoyunun desteğini almakla da mümkün olacaktır. AB’nin göç politikasındaki tutarsızlıklar ve insan hakları ihlalleri, her şeyden önce insani değerlerimize aykırıdır ve bu politikalara karşı güçlü bir tepki oluşturulması gerekmektedir.

Mülteci çocukların kaybolmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Mülteci çocukların kaybolması, sadece birer bireysel travma değil, aynı zamanda çok daha büyük ve derin bir sistemsel sorunun göstergesidir. Bu çocuklar, çoğu zaman çaresiz ve savunmasız bir durumda, ne yazık ki birçok kötü niyetli kişinin hedefi haline geliyor. Kaybolan çocukların önemli bir kısmı, insan kaçakçılığı yapan organize suç şebekelerinin eline düşebiliyor. Bu durum, hem çocukların fiziksel hem de psikolojik açıdan büyük zarar görmelerine yol açıyor. İnsan kaçakçıları, bu çocukları kötüye kullanmak, zorla çalıştırmak, cinsel sömürüye tabi tutmak ya da daha başka ağır suçlar işlemek için kullanabiliyorlar.

Bunun yanı sıra, koruma sistemlerinin eksikliği de bu sorunun büyümesine neden oluyor. Çocukların kaybolmasını engellemek için etkili bir kayıt altına alma ve izleme sistemi kurulmadığı sürece, çocukların kaybolması kaçınılmaz hale geliyor. Birçok mülteci çocuğun resmi kayıtlara geçirilmediği, kimliklerinin belirlenmediği, yani aslında sistem tarafından tanınmadığı durumlarla karşılaşıyoruz. Bu eksiklik, onları daha da savunmasız hale getiriyor.

Bu sorunu çözmek için, çocuklara yönelik koruma mekanizmalarının güçlendirilmesi gerektiği açık. Öncelikle, her bir mülteci çocuğun kaydının alınması, uluslararası bir ağla entegre edilmiş, güvenli ve şeffaf bir kayıt sisteminin oluşturulması hayati önem taşıyor. Ayrıca, sınır geçişlerinde çocuklara özel izleme ve destek birimlerinin kurulması gerekmektedir. Bu birimler, çocukların güvenli geçişlerini sağlamak, olası tehlikelerden korunmalarını temin etmek ve kaybolmalarını önlemek için etkili bir rol üstlenebilirler. Çocukların yalnız başlarına, ailelerinden ayrı bir şekilde sınır geçişi yapmaları oldukça tehlikelidir. Bu tür durumlarla karşılaşıldığında, derhal bir koruma planı devreye sokulmalı ve aile birliğinin korunması sağlanmalıdır.

Eğitimli ve uzmanlaşmış personel, çocukları daha yakından izleyerek, onları tehlikelerden uzak tutacak adımlar atabilir. Ailelerle yapılan bilgilendirme çalışmaları, ailelerin çocuklarını kaybetme riskini anlamaları ve bu konuda dikkatli olmaları konusunda bilinç sağlayacaktır. Ayrıca, uluslararası işbirlikleri ve örgütlerin de bu konuda daha etkin bir şekilde hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsan kaçakçılığı gibi büyük suçların önüne geçmek için, sadece devletler değil, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası organizasyonlar da güçlü bir işbirliği yapmalıdır. Bu sorunun çözülmesi, yalnızca mülteci çocukların değil, aynı zamanda tüm toplumun güvenliğini ve huzurunu artıracaktır.

Vuslat dergisi için verdiğiniz röportaj için teşekkür ediyoruz.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul