
Torununu gönderdi.
“Çağır onu bana, ne işi varsa bıraksın yanıma gelsin.” diye tembihledi.
Torunu koşarak amcasının evine gitti.
Kapıya uzunca bir süre vurdu ama kapıyı açan olmadı. Adete kapı duvar oldu. Ahşap kapının üzerinden atladı. Dedesinin söylediklerini aynısıyla anlatmalıydı.
Avluda kimsecikler görünmüyordu. Seki altına gitti. Bu arada seslenmeye devam etti: “Mehmet amca! Mehmet amca!”
Amcası, yeşil gözleri ile ten rengi uyumlu, uzun boylu, bıyıkları kırarmış bir adamdı.
Yeğeninin sesini duyunca elindeki bıçağı bıraktı. Yaptığı işi gizlemek isteyen bir tavrı vardı.
Seki altındaki derme çatma tahtadan oluşan kapıya koştu. Yeğeni yanına gelmeden o çıkmalıydı bulunduğu yerden. Yaptığı işi görmesini istemiyordu. Zaten konu komşu eleştirip duruyordu.
“Dedem seni çağırıyor.” dedi.
Meseleyi uzatmamak için öylesine cevap verdi: “Tamam.”
“İşini gücünü bıraksın çabuk gelsin, dedi dedem.”
“Tamam dedim ya.”
Üstü başı kan içindeydi. Yeğeninin gözleri üstü başı kan içinde olan amcasının üzerinde gezindi.
“Amca, üzerindeki kan nedir?” diye sordu.
Mehmet ne diyeceğini bilemedi. Yaptığı işi söylemek istemedi.
Yarım ağızla “tavuk” dedi.
Yeğeni çekip gidince yarım kalan işini tamamlamak için sekiye geri döndü. Dün akşam avladığı tilkinin derisini yüzüyordu.
Lakabı Tilkici Mehmet’e çıkmıştı. İşi gücü tilki avlamaktı. Yaz kış demeden sürekli kafayı bozmuşçasına tilki peşinde koşuyordu.
Özel müşterileri vardı. Biriktirdiği kürkleri almak için kimselere görünmeden gelirler ve hiç gelmemiş gibi giderlerdi.
Bunca kürk satmıştı da elinde avucunda hiçbir şey birikmemişti. İki dönüm tarla ekip dikse bundan çok daha fazlasını kazanacağını da biliyordu. Nedendir bilinmez ama bir türlü tarla tapan işlerine girmiyordu. Bu konudaki tavsiyeleri kulak ardı edip işine bakıyordu.
Çağıran babasıydı. Acele etmeli, onu sinirlendirmeden yanına gitmeliydi.
İşini alelacele tamamladı ve babasının yanına gitti. Babasının yüzünden düşen bin parçaydı. Yine öfkelenmişti. Kızgınlığı yüzünden okunuyordu.
“Yine ne oldu?” diye düşünürken bir aslan gibi kükredi:
“Ben sana kaç defa söyledim? Sen nasıl bir adamsın?”
Mehmet’in yeni duyduğu şeyler değildi bu cümleler. Bilmem kaçıncı kez duymuştu.
“Onların da yavruları var, annesiz kalırlarsa ne olur?”
Mehmet için bu sözlerin pek anlamı yoktu. Vazgeçmeyi düşünmemişti hiç. Vazgeçmeyi de düşünmüyordu. Garip bir his içindeydi. Avcılığı bıraktığı zaman nefessiz kalacakmış gibi düşünüyordu.
Babası okumuş insandı. Lafınınım nereye gideceğini iyi bilirdi. İyiliğin dışında bir yolu da yoktu. Oğlunun bu av merakı onu rahatsız ediyordu. Kendisinin de oğlu ile sınandığını düşünüyordu. Bu sebeple sabırla onu bu yoldan vazgeçirmek için uğraştı durdu. Bazen güldü bazen kızdı bazen de sert bir şekilde uyardı. Ama nafile. Mehmet bildiğini okumaya devam etti gitti.
Bütün kızgınlığını frenleyerek seslendi: “Gel dedi oğlum otur şuraya.”
Badem ağacının gölgesine oturdular. Çoğu zaman burada oturur ve gölge döndükçe badem ağacının altında o da yer değiştirirdi.
“Sana bir hikâye anlatayım da dinle!”
Mehmet yine sürekli anlattığı hikayelerden birisini anlatacak diye iç geçirerek sessizce oturdu.
“Hikâye bu ya” diye başladı. “Belki benim belki de senin hikayen…”
Bir hükümdar varmış adı İbrahim Ethem.
Bir gün onun sarayına nur yüzlü bir ihtiyar misafir gelmiş. Misafirin niyeti o gece hükümdara bir ders vermekmiş.
Bunun için herkesin uyuduğu bir vakitte kalkıp sarayın tavanına çıktı ve hükümdarın odasının üzerinde ayaklarını vurarak sağa sola koşmaya başladı. Hükümdar, tavandan gelen koşma seslerine şaşırdı ve yatağından fırlayarak seslendi:
“Kim var orada, ne arıyorsun?”
İhtiyar, sesini değiştirerek cevap verdi:
“Ben çobanım, develerimi kaybettim. Onları arıyorum.”
Hükümdar:
“Sarayda çobanın işi ne, tavanda deve aranır mı?”
İhtiyar:
“Sen de bu milletin çobanı değil misin? Zevkusefa içinde, kuş tüyü yataklarda Cennet aramıyor musun? Böyle Cennet bulunursa, tavanda da deve bulunur.”
Sonra sesler kesildi. İhtiyar usulca odasına geçti ve yattı. Nöbetçiler baktıklarında onu yatağında uyuyor buldular.
İbrahim Ethem ise duyduklarıyla şoke olmuş ve sarsılmıştı. Beyni allak bullak bir halde sabaha kadar düşündü. Güya Müslümandı, ama ibadetlerini yapmıyordu. Dünyada ebedî kalacakmışçasına zevk ve eğlencelerle ömür geçiriyordu. Esas görevi olan insanların işleriyle uğraşmak yerine kendini zevke ve avcılığa vermişti…
Gerçek görevini bırakması ve zevkusefaya dalması meselesi kafasını kurcaladı durdu…
Üstelik millete karşı sorumluluklarına da fazla aldırış etmiyordu, iyi ama bu saltanat ne kadar sürecekti? Cennette ebedî mutluluk vardı ve ona ulaşmayı da çok istiyordu.
Sustu ve oğlu Mehmet’e baktı.
Oğlunun anlamasını bekledi. Beklentisine bir cevap gelmeyince,
“Bu hikâye seni anlatıyor olabilir mi?” dedi mahzun gözlerle.
Mehmet babasından bir açıklama bekler gibi baktı.
Babası:
“Oğlum, senin de bir görevin var. Ailene karşı, insanlara karşı, Allah'a karşı…”
Mehmet ibadetlerini yapan biri değildi. Çoluk çocuğun rızkını temin etmek için çalışan ve bu azimle hayatına devam eden biri hiç değildi.
“Sorumlulukların var oğul! Yaptıklarından hesaba çekileceksin. Dünya imtihanını başarmak için bir gayretin olmalı…”
“Yeter baba artık. Tamam anladım.”
Aslında bir şey anlamış değildi. Babasına bağırıp çağırmamak için böyle bir cümle ile onun konuşmalarına son vermekti maksadı. Babası konuştukça onun canı sıkılıyor, ona karşı zihin dünyasında bileniyordu.
Babası durumu anladı. Hikayesine devam etmek istedi. “İstersen yine İbrahim Ethem’den bir hikâye ile devam edeyim.”
Mehmet hiçbir şey demedi. Sadece sustu. Babası kafasına koyduğunu sonuna kadar devam ettirecekti, bunu biliyordu.
İbrahim Ethem avlanmayı çok severdi. Her şeyini bırakır kendini ormana, dağlara ve bayırlara salardı. Orada av peşinde koşar, avlanır, bununla da iyi vakit geçirdiğini düşünürdü. Hayatının bir parçasıydı avcılık.
İbrahim Ethem’e gerçek görevini hatırlatmak düşüncesiyle onun avlağına giden bir bilge adam gizlendi. O ava gelince gizlendiği yerden bağırdı.
“Ey İbrahim! Sen dünyaya avlanmak için gelmedin. Yaratıldığın şeye dön. Fıtratına dön, görevlerine dön!”
Zaten kafa karışıklığı içinde olan İbrahim peş peşe yaşadıklarına anlam vermede zorlandı. Tam bu konuyu düşünecekti ki bir ceylan göründü. Ceylan adeta gel de beni avla der gibi baktı. Bakışı İbrahim Ethem’in gönlünü deldi geçti. Derhal at sürdü üzerine. Ceylan kaçtıkça o kovaladı. Bir ok atışlık işi kalmıştı. İşte tam da o anda, ceylan melül melül baktı ve hal dili ile seslendi:
“Ben seni avlamak için gönderildim; senin beni avlaman için değil. Bir bîçareye ok atıp avlamak için mi yaratıldın? Bundan başka işin yok mu?”
Bu ses İbrahim Ethem’in zihnin içinde dönüp durdu. Başka yerlerden de bir yankı şeklinde sesi işittiğini düşündü. Şaştı kaldı, şimdiye kadar yaptıkları gözünün önünden aktı geçti: Gerçek görevlerini yapmadığını, dünyalık zevklerle vakit geçirdiğini. Avlanarak hayatı dolu dolu yaşadığı sanısının yanlış olduğunu da anladı.
“Tövbe ya Rabbi! Tövbeler tövbesi. Bir daha asla… Rabbim! Beni koruduğun sürece bugünden itibaren sana âsi olmayacağım.” diyerek üzerindeki kıymetli eşyaları, elbiselerini ve atını orada karşılaştığı çobanlarından birine verdi ve çobanın elbiselerini giyip Belh’ten ayrıldı.
Artık olması gerektiği gibi yaşadı. Allah'a kulluktan ayrılmadı. Cennetin kolay olmayacağını bildi ve cennet için yol aldı.
İbrahim Ethem, kendi nefsiyle yüzleşerek şöyle dedi nefsine:
“Ceylanı avlayacakken ona av oldum. Halkını bırakıp gününü gün etmenin hesabını nasıl vereceksin bakalım.”
Hikâyeyi tamamladığını belirtmek için konuşma tarzını değiştirdi:
“Nefsine uyma! Onun emrine girme Mehmet!” dedi. “Avladıklarının canlarını düşün. Annesiz kalan yavrularını…”
“Huzursuzluk yaşadığını biliyorum. Gönlün rahat değil, kalbin başka söylüyor sen başka davranıyorsun. Huzur bulmak o kadar da zor değil. Yanlışları bırak, özüne dön ve Allah'a sığın.
“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d 13/28.)
Yol budur. İbrahim Ethem de bu yolu takip etti ve huzura kavuştu. Dünyalıkların, oyun ve eğlencenin insanı huzura kavuşturmadığının farkına vardı da bütün saltanatı terk edip Allah'a yöneldi.
İşte herkes için yol budur oğul!”
Mehmet babasının uyarıları içinde en çok bundan etkilendi. Sessizliğini korudu. Daha dün etini yemediği bir canlıyı öldürmüştü. Sırf kürkü için bunu yapmıştı, üstelik cüzi bir para karşılığında…
Kafasında bir yol belirdi. Tam hatları belli olmayan silik bir yol. “Bırakmalıyım. Kürkü için bu canları uçurmanın bir bedeli olmalı.” dedi kendi kendine.
Babasının okuduğu ayet aklına takıldı. Onların her birinin Allah'ı zikrettiğini duymasıyla allak bullak olan zihninin yokladı. Ayeti zihninden geçirdi.
"Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan hepsi, ancak sizin gibi ümmetlerdir. Biz Kitap'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra ancak Rabbine toplanıp getirilirler." (En'âm, 6/38).
Sonra hadisler, duyduğu işittiği hadisler. Onlara iyi davranmak gerektiğini ve onlara yapılan davranışların hesabının verileceği gerçeği ile tekrar düşündü:
"Merhametli olanlara Rahman (yâni merhamet sâhibi olan Allah) merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da (melekler) size rahmet etsinler..."
Başı önde evinin yolunu tuttu. Bir daha yapmamalıyım düşüncesini benimsemeye çalışan hal içindeydi. Yaptıklarını hatırlamak bile istemedi. Onlarca hayvanı öldürmüştü. Suçu ve günahı olmayan, insanlara zarar da vermeyen hayvanlardı birçoğu…
Evine girmek üzereyken Nuri’yi gördü. Nuri ona eliyle “bekle” işareti yaptı.
Bekledi.
Nuri adımlarını hızlandırdı. Koşar adım Mehmet’in yanına geldi.
Selam verdi.
Mehmet durgundu, fark etti hemen. “Neyin var yaren?” dedi.
“Hiç!” dedi. “Hiçbir şeyim yok.”
Durgundu, dalgındı, huzursuzdu…
“Neyse canım sana bir haberim var.”
Mehmet gözlerini Nuri’nin gözlerine dikti ve vereceği haberi bekledi.
“Kaya altında bir in var. Gözlerimle gördüm. Tilkiler girip çıkıyordu.”
Mehmet kendisini tilki avlamaktan uzak tutmaya çalıştığı ve yaptığı işin yanlışlığına kendini inandırmaya çalıştığı bir anda bu haber de söylenir miydi?
Gözleri parladı. İkilem içinde kaldı. Acaba ne yapmalı diye iç geçirdi.
Nuri bu habere sevineceğini düşündüğü Mehmet’ten beklediği tepkiyi görmeyince şaşırdı.
“Yaren, senin bir sıkıntın var ama neyse.”
Mehmet hayatında aldığı en önemli haberlerden birine sevinemedi.
Sevinemedi ama kafasında bazı fikirler de dönmeye başladı.
“Bu son olsun, bir daha asla!”
“Gidip şunları da avlayayım da bırakırım, bırakacağım…”
Bir yanda babasının baskısı, bir yanda insanların ona bakışı, bir yanda yaptığı işin doğru olmadığı, bir yanda kalabalık bir tilki ailesi…
Bocaladı durdu.
Bir yol bulamadı.
Aslında yol basitti.
Bütün yaptıklarına tövbe edip Allah'a yönelmekti yapacağı. Tıpkı İbrahim Ethem gibi. Ama yapamadı. Kendini oyaladı. Kandırdı.
Gidip keşif yapmalıydı.
Tek tüfeğini sol omuzuna astı ve koşar adımla köyden ayrıldı. Kaya altı mevkiine doğru gitti.
Onu görenler Tilkici Mehmet av peşinde demekten kendini alamadılar. “Bir gün av olursa hiç şaşmam” diyenler de vardı.
Zaten milletin diline düşmeyegör neler denirdi neler?
Uzaktan izledi. Dürbünle kontrol etti.
Nuri’nin dediği doğruydu.
Ne yapacağına karar vermede zorlandı. Yapmamalıydı. Ama içi gidiyordu. Sanki onları avlamazsa elinden büyük bir fırsatın kaçıp gideceği zehabına kapıldı. Bütün iyi duygularından sıyrıldı. Sınandığını düşündü. Bu sınavı başarması için izi üzere geri dönmeli ve bir daha asla böyle bir işe tevessül etmemeliydi.
Yapmadı, yapamadı.
Tilkileri avlamak için kurnazlıkları aklından geçirdi.
Bir karar verdi. Hepsini orada yakalayabilirdi. İne giren tilki sayıları altı olmuştu. Yerinden fırladı ve inin ağzına kadar soluksuzca koştu.
İnin ağızına ateş yaktı ve taşlarla ördü. Sonra da beklemeye başladı.
İçinden “bu son” diyordu. “Bir daha yapmayacağım.”
Ama dayanabileceğine de inanmıyordu.
Kulaklarında inden gelen tilki sesleri, gelgitler dünyasına kulaç attı.
Saatler sonra inin ağzındaki taşları yerinden söktü. Altı tane tilki inin ağzında yerde yatıyor. Dumandan zehirlenip ölmüşler.
Halbuki onların seslerini duymuştu. Onların can çekiştiğini fark etmişti. Sesleri duymazdan gelmiş can çekişmelerini yok saymıştı.
Merhamet etmemiş, merhametin sıcaklığını yok etmişti.
Altı tilkiyi sırtına vurdu. Yola koyuldu. İyi avdı kendince. Hayatının avı da denebilirdi. Hayatının avı…
Karmaşık duygularla köye doğru yola koyuldu. Köyü karşıdan gören tepeden baktı. Bir duman yükseliyordu. Göklere kadar uzanan bir duman…
Dikkatlice baktı. Dürbünü ile tekrar inceledi. Gördüklerine inanamadı. Duman evinden yükseliyordu. Nice emek ve gayretle yaptığı evi...
Başından kaynar sular boşandı. Terledi ve bayılacakmış gibi oldu. Evi gitmişti, evsiz kalacaktı. Çocukları ve karısı?
Sırtındaki tilkileri savurdu sağa sola. Elindeki tüfeği bıraktı oraya.
Sonra da koştu.
Tazı gibi koştu.
Evini kurtarmak içindi bütün yaptıkları.
Sınandığını düşündü. Nedir benim bu başıma gelenler diye yandı tutuştu.
Ama yaptıklarını düşünmedi. Babasının nasihatlerini düşünmedi. Konu komşunun uyarılarını düşünmedi…
Tilkilerin inindeki dumanı unutmadı. Hep hatırladı.
O duman, evini hatırlattı.
Yanıp kül olan evini…
Kendi hayatını kendisinin yakıp kül ettiğini anlaması uzun sürmedi…