17 Mayıs 2025 - Cumartesi

Şu anda buradasınız: / Faiz ve Toplum
Faiz ve Toplum

Faiz ve Toplum Prof. Dr. Prof. Dr. Kamil GÜNGÖR

FAİZ VE TOPLUM

 

Giriş

Faiz; öteden beri var olmasına rağmen kurumsallaştığı tarih 18. Yüzyıldır. Bir başka deyişle faiz günümüzde devletlerin gözetiminde ve garantisi altında işletilmekte olup kapitalist ekonominin vazgeçilmezidir. Bahsi geçen dönem Avrupa’da kilisenin (dinin) hakimiyetinin kırıldığı, ticaretin kolaylaştığı ve yaygınlaştığı ve ekonomilerin globalleşmeye başladığı dönemdir. Esasen Avrupa merkezli olan söz konusu gelişmeler zaman içerisinde bütün dünyaya yayılmış ve faizin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesi ile neticelenmiştir.

Bugün ana akım ekonomi (kapitalizm) bakımından faizin meşruluğu bağlamında herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Bir başka deyişle seküler hayat felsefesinin ekonomik ayağı olan kapitalizm faize dinsel bir meşruiyyet aramamaktadır. Ancak kendi haline bırakılmış da değildir. Nitekim faizli işlemlerin yürütülmesi devlet iznine bağlı olup, kapitalist ekonomi bakımından ‘olmazsa olmaz’ niteliği nedeniyle aynı zamanda devletlerin ‘garantisi’ altındadır.

Kapitalizm faiz enstrümanı aracılığıyla âtıl (yastık altı) birikimlerin profesyonel eller vasıtasıyla ekonomiye katılarak 'refah'a dönüşeceği düşüncesine dayanır. Bu şekilde ekonomik araçlar bir bütün olarak kullanıma sunulacak, sermaye sahibi 'faiz' getirisi ile karşılığını alacak, profesyonel işletmeler tasarrufları yatırıma dönüştürdüğünden de istihdam doğacaktır. Devletler de sosyal güvenliği sağladığından sistem kendi içerisinde bir denge oluşturmuş olup, bugün sürüp giden ve fazlaca da sorgulanmayan sistem budur.

Elbette İslam’ın çizdiği sınırlar sadece ahirete dönük değildir. Bir başka deyişle kısa vadede ilişkilerimizi sınırlandırıyor gibi gözükmesine rağmen, aslında kişisel, sosyal, hatta siyasi hayatı disipline eden bu hükümler uzun vadede toplum lehine sonuçlar doğurmaktadır. Faiz ise kısa vadede getiri sağlıyormuş gibi algılanmakla birlikte uzun vadede sadece bireysel-ailevi-sosyal-siyasi değil, ekonomi olarak da çöküntülere sebep olmaktadır. Aşağıda faizin söz konusu etkileri üzerinde değerlendirmeler yapılacaktır.

Ekonomik Etkiler

Faize dayalı bir ekonomik sistem çeşitli kamusal düzenlemelerle (regülasyon) kendi içerisinde bir denge oluşturuyor gibi gözükmesine rağmen, öngörülmeyen problemlere de neden olmaktadır. Nitekim devletin elinin altındaki onca mali ve finansal araca rağmen, sermaye sahipleri ile geniş halk kitleleri arasındaki gelir dengesizliği sürekli artmaktadır. Özellikle de 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan, 1980’lerden sonra yaygınlaşan, günümüzde zirve yapan finansal piyasalar, 'arz'ı, yani üretimi değil, finansal araçları öne çıkarmıştır. Bu finansal araçların hemen hepsi de faizlidir.

Söz konusu finansal araçlar[1] ekonomiyi fonlama amacı taşısa da, zaman içerisinde bu amacından sapmış, alım-satıma konu yapılmaları nedeniyle de söz konusu asıl amaç gölgelenmiştir. Kapitalist ekonomilerde belli periyotlarla krizler meydana gelmesinin önemli nedenlerinden birisi budur. Finansal ağın global olması nedeniyle de, bir ülkedeki ekonomik değişim diğerini etkilemekte, etkinin büyüklüğüne göre de kriz lokal, bölgesel ya da global olabilmektedir. Ekonomik krizler birisinin cebindeki fonun diğerinin hesabına geçmesine neden olmaktadır. Söz konusu durum sadece ülke içerisi ile de sınırlı kalmamakta, global ekonomi ile oluşturulan entegrasyon ülkeler arası haksız transferlere de neden olmaktadır.

Faiz önemli ölçüde karşılıksızdır. Burada karşılıktan kasıt mal ya da hizmet şeklindeki ‘çıktı’dır. Özellikle tüketim kredilerinde böyle bir ‘çıktı’ söz konusu değildir. Diğerlerinde ise çıktı ile borç arasında bir ilişki aranmaz. Bir başka deyişle kredi yatırım için de alınsa, banka yatırımın başarısı ile değil kredinin geri dönüşü ile ilgilidir. Dolayısıyla banka kredilendirdiği kişi ya da şirketin az ya da çok kazanmış olması ile ilgilenmez. Geri ödemedeki güçlük icrai takibe sebep olabilmekte, bu durumun ise iflaslara yol açabilmektedir.

Faizin bir başka etkisi çalışma şevkini kırmasıdır. Kapitalist sistem içerisinde bankalar tam da bu işlev için kurulmuştur. Zira konvansiyonel (faizli) bankacılıkta tasarrufların faiz getirisi ile toplanması tercih edilmiştir. Faiz getirisi ile gerek parasını faize verenleri üretimden uzaklaştırılması, gerekse de tüketim gibi karşılığı olmayan alanlara yönlendirilmesi, bahsedilen etkiyi sıfırlamakta, hatta negatife çevirmektedir.

Faizde bir değer-çıktı oluşmadan bir kimseden diğer bir kimseye aktarılan fon söz konusudur. Daha önceden oluşmuş bir değer bir kişiden diğerine aktarılırken, yeni bir değer-çıktı oluşmamakta, gerçekte olmayan bir değer aktarımı yapılmış olmaktadır. Bir değeri-çıktıyı temsil etmesi gereken paranın piyasada bir karşılığının olmayacağı için enflasyon başta olmak üzere çeşitli ekonomik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Enflasyon ise devlete de bireye de haksız kazanç sağlar.

Faiz sorununu çözmeden enflasyon sorununu kökten çözmek mümkün gözükmemektedir. Zira faizin yüksekliği geniş bir ‘rant’ kesimi oluşturmaktadır ki, ranta dayalı bir ekonomiyi sürdürülebilir kılmak mümkün değildir. Bu durumda doğal olarak fiyatları oynatacaktır. Bunun diğer bir anlamı enflasyonun faiz bakımından bir sonuç, dolayısıyla bir 'sorun' olduğudur. Faiz asli; enflasyon fer'i-bağlı bir sorundur. Zira başka sebepleri olsa da, enflasyon esasen arz talep arasındaki talep lehine dengesizliktir. Faiz ve buna dayalı rant bu sorunun asıl tetikleyicisidir. Zira verilen kredi ile ödenen faiz arasında herhangi bir senkronizasyon yoktur.

Kapitalizm sermaye belli bir kesimin elinde toplandığından geniş bir ‘çalışan’ kesim doğurmakta olup, zaman içerisinde bu ikili birbirinin vazgeçilmezi haline dönüşmüştür. Ortaya çıkan geniş emekli kesimi ise sosyal güvenlik açıkları nedeniyle bir başka kriz riski taşımaktadır. Örneğin Avrupa Birliği’nde sadece 80 yaşın üzerinde 30 milyona yakın kişi yaşamaktadır ve bunların işgücüne hiçbir katkısı yoktur. 2008 ekonomik krizin önemli ayaklarından birisi de sosyal güvenlik açıklarıdır.

Sosyal Etkiler

Faiz ilk düşünüldüğü şekliyle sadece ekonomik değil, toplumsal tarafı da olan bir müessesedir. Nitekim kapitalizm dinsel referansları reddetmekte, bu yüzden de sermaye birikimi bakımından faizi bir gereklilik olarak ele almaktadır. Ancak faiz özellikle orta-uzun vadede kişi, aile, toplum hatta devletler bakımından negatif sonuçlar doğurmaktadır. Birçok ekonomik kriz esasen borç merkezli olmaktadır. Nitekim 2008 sonrası oluşan kriz önemli ölçüde borç merkezlidir. Bu da nesiller boyu ve birçok zaman da bir neslin borcunu diğerlerinin ödemesi gibi uzun vadeli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Oluşan ekonomik baskı toplumda huzursuzluğa yol açmakta, ilerleyen zamanlarda meydana gelebilecek toplumsal çatışmalar bakımından adeta gaz birikimi meydana getirmektedir.

Faiz, sürekli daha fazla ve karşılıksız para kazanma esasına dayandığından toplumsal değerleri de aşındırmaktadır. Yardımlaşma, dayanışma, sevgi, şefkat gibi toplumu ayakta tutan değerler faizli sistemle bir arada barınmaz. Bu yüzden devletler bu ihtiyaçları vergi alarak oluşturduğu kurumlar vasıtasıyla gidermeye çalışırlar. Huzurevi ya da çocuk bakım evleri gibi… Ancak buralarda insanların kısa vadeli olan fizyolojik ihtiyaçları karşılansa da toplum geleceği bakımından telafisi güç uzun vadeli sorunlara zemin hazırlanmaktadır.

Faiz, insanlar arasında karşılıksız ödünç para alıp verme suretiyle meydana gelen yardımlaşmanın kesilmesine neden olur. Bir diğer unsur olarak borç veren zengin alan fakir olduğundan, faize müsaade etmek zengine fakirden daha ziyade mal imkânı vermektedir. "Faiz, servetin akışını yoksullardan varlıklılara çevirir. Oysa toplumun refahı, bunun varlıklılardan yoksullara akışını gerektirir." (alıntı)

Kapitalizm toplum bakımından ve uluslararası olarak dengesizliklere yol açar. Gelir dağılımı kimi ülkelerde iç işleyiş bakımından kabul edilebilir seviyelerde olsa da, global paylaşım fevkalade adaletsizdir. Nitekim, özellikle de gelişme sürecini tamamlamamış ülkelerde milyonlarla, dünyada da milyarla ifade edilen sayıda insanın günlük tek meşgalesi maişetini çıkarma çabasıdır. Birleşmiş Milletler verilerine göre 800 milyon insan açlıkla mücadele ederken, fakirlik sınırında olanlar neredeyse dünya nüfusunun yarısı kadardır (% 45). Günlük iki doların altında geliri olanların sayısı ise Dünya Bankası verilerine göre 1.5 milyardır.

Faiz, riskleri direkt olarak borçluya, dolaylı olarak da topluma yansıtır. Kredi faizleri tekelleşmeye de yol açar. Zira küçük işletmeler faiz yükünü çeviremezler. Bu durumda ya rekabet edemediği için piyasadan çekilirler ya da işçi olmaya zorlanırlar. Bu durumda büyük işletmelerin önü açılmış olur. Söz konusu durum ise büyük işletmelerin piyasayı ele geçirmesi anlamına gelmektedir.

Faiz toplumsal tabakalaşmaya da yol açmaktadır. Bu etki faizin de içerisinde yer aldığı kapitalist sistemin en belirgin özelliklerindendir. Elbette sosyal devlet olgusunun gelişmesi bu etkinin büsbütün yaygınlaşmasını engellemiş, sermaye sahibi olmayan geniş toplum kesimleri, asgari de olsa, devlet koruması ve güvencesi altına alınmıştır. Ancak gerçekte sermaye birikimine dayalı kapitalist sistemde bankalar bu birikimi sağlamak için vazgeçilmez araçlardır ve bahsedilen etki de alınan bu önlemlere rağmen, gerçekleşmemiş değildir. Zira gerek ülke içerisinde gerekse de uluslararası düzlemde yüksek gelirliler ile düşük gelirliler arasındaki makas sürekli açılmaktadır.

Kapitalizmin en önemli kurumlarından olan bankacılık, dolayısıyla faizli sistemin toplumda hangi hastalıkları meydana getirdiği, katılım bankalarının da içerisinde yer aldığı İslam iktisadının buna nasıl bir alternatif teşkil edeceği hususunda Prof. MANNAN’ın çarpıcı tesbitleri vardır. Ülkemiz açısından da geçerli olan bu tesbitler aşağıda yer almaktadır.[2]

Toplumda kapitalistlerin şişmesinden sorumlu olan faizdir. İlk etapta başarıya ulaşmış gibi gözükse de zamanla karışık bir yapı gösteren ekonomik büyüme projesi, bankacılık sektörü vasıtasıyla parayı işletmeye başlamıştır. Bu güçlü kapitalist zümre paralarını kendi dışındakilerin paralarıyla birleştirerek yatırım yaptığı zaman, üretimin aslan payını kendilerine ayırmışlardır. Gerçek para sahiplerini kefalet ve çok az bir faizle hoşnut ettikten sonra, kapitalist sermayenin kullanma yetkisini eline almış ve bu sermayeden sağladığı tüm geliri cebine indirmiştir. Bu üretim sürecinde kapitalist sınıf öyle güçlendi ki, hayatın her alanında egemen oldu. İnsanı; bencil, kendini beğenen bir varlığa dönüştürerek toplum yaşamını bozdu. Her harekette tek belirleyici öge para oldu. Ekonomik yaşam da kapitalistler tarafından bozuldu. Çünkü, üretim araçları ellerinde olduğu için azami çıkar sağlamak amacıyla sigara, alkol gibi son derece zararlı maddeleri üreterek suni talep meydana getirmekle kalmadılar, rekabeti önlemek için tekel ve karteller kurdular. Politikacılar toplumun büyük baskısı altında değişik tedbirlerle gelir büyüklüğüne göre kazancı vergileme yoluna gittikleri zaman, kapitalistler de vergi kaçakçılığına, istifçiliğe, karaborsacılığa, yaşam için zorunlu mallara bile daha ucuz katkı maddeleri karıştırarak üretimin kalitesini bozmaya başladılar.

MANNAN çözümün İslam iktisadında olduğunu ifade için şu görüşleri ileri sürmüştür. Bugünkü İslam ülkeleri İslam’ın ekonomik değerini yeterince uygulama alanına koymamışlardır. Bu bir gerçektir; ama İslam, zamanın geçmesiyle inandırıcı gücünden hiçbir şey yitirmemiştir. Çünkü O, zamana bağlı değildir. İslam’ın temel ekonomi değerleri her çağ için geçerlidir. Ayrıntılar içtihat kanalının işletilmesiyle değişebilir. Bir yandan faizsiz İslam iktisadı kâr motifi ile çalışmayı özendirerek üretimi en üst düzeye çıkarmakta, öte yandan faizi yasaklamakla toplumda kapitalist sınıfın büyümesine izin vermemektedir. Kapitalist ekonomi düzeni içerisinde aşağılanan insanın acılarını yok etmek, onun yaralarını sarmak için tek çözüm İslam’ın faizsiz ekonomik sistemidir (MANNAN: 1976, s. 236-240).

Bireysel-Ailevi Etkiler

Malum olduğu üzere israf yasağı İslam iktisadının tüketim ayağını düzenleyen çok önemli bir müessesedir. Kapitalizm ise tüketim ve gösteriş kültürüne dayalıdır. İçsel bir zorlama mümkün olmadığından da ‘israf’ kavramının kapitalizmde bir karşılığı yoktur. Kapitalizmde tüketim kredi vasıtasıyla da desteklendiğinden, faizle birlikte artan borç aile içerisinde huzursuzluk yaşanması ile neticelenebilmektedir. Zira geliri aşan tüketim ve faiz sarmalı, ödeme güçlüğünün doğduğu zamanlarda ekonomik iflasları da beraberinde getirmektedir. Zira bankalar ödenmeyen borçlar için icraya müracaat etmekte olup, bu konu kırmızı çizgilerini oluşturmaktadır. Uzun vadeli krediler ise borç ödeninceye kadar adeta kişileri esaret altına almaktadır.

Faizin bir başka olumsuz etkisi ise, yoksullardan zenginlere kaynak aktararak gelir dağılımını bozmasıdır. Faiz ayrıca insanların enerjilerini üretken girişimlere harcamalarını engellediği için de eleştirilir. Faiz kaynakların tam kapasite ile kullanılmasını ve sermaye sahiplerinin yatırıma yönelmesini önlediği için, işsizliği artırmakta, yatırımlarda faizli kredi kullanımı üretimde maliyetlerin yükselmesine ve suni fiyat artışına yol açmakta, küçük yatırımları engellemektedir.

Kapitalist ekonomi kaynakların ‘kıt’, insan ihtiyaçları/isteklerinin de sınırsız olduğu varsayımından hareket etmektedir. İhtiyaçların sınırsız kabul edilmesinin orta ve uzun vadede kişisel ve toplumsal çeşitli negatif geri dönüşleri olmaktadır. Zira kapitalizm kaynakları hor kullanmasını disipline edecek müesseselere sahip değildir. Bir başka deyişle kapitalizm ‘sınırlı-kıt’ kabul ettiği kaynakları sınırsızca tüketmeyi de salık verdiğinden tam bir paradoks içerisindedir. Zira kıt-sınırlı olan kaynakların hor değil kanaatli kullanılması gerekir. Kanaati öneren, israfı yasaklayan ise kapitalizm değil İslam’dır.

İnsan iradesinin-özgürlüğünün de, sorumluluğunun da sınırlı olduğu anlayışı asıl olmalıdır. Zira malın asıl sahibinin kendisi olmadığı[3], disiplinsiz harcamanın “israf” kapsamına girdiği, paylaşmanın ise bir vazife olduğu gibi hususların kapitalizmdeki “sınırsız” ihtiyaç anlayışında bir cevabı yoktur. Sınırsız ihtiyaç yaklaşımı sosyal sorumluluğu ortadan kaldırmakta, uzun vadede ise açıklaması mümkün olmayan sosyal sorunları beraberinde getirmektedir.

İslam hukuku ‘zengin’e bireysel ve kamusal sorumluluklar yükler. Zira Allah kazanç içerisinde 'muhtaç ve yoksullar için de bir hak vardır’ (Zariyat, 19) ayeti ile bu sorumluluğun ilkesini belirlemiştir. O halde kişinin kendisine ait olduğunu düşündüğü kazancında Allah'ın bildirdiği ortaklar vardır. Kişi kendi malından kendisine dahi olsa sınırsız harcayamaz (israf edemez). Başkalarıyla da değişik seviyelerde paylaşması gerekir. Bunun sınırı da sadece 'zekât' da değildir. Zira bir başka ayette ‘ihtiyaçtan artan kısmının infakı’ (Bakara 219)[4] (karşılıksız bir şekilde ümmet yararına tahsisi) da bir ilkedir.

Kapitalist ekonomide ise kazançla tüketim arasında paralellik vardır. Bir başka deyişle vergi gibi zorunlu ödemeler dışındaki kazancın herhangi bir sınırlama olmaksızın tüketilmesinin önünde bir engel yoktur. İslam iktisadı ise daha fazla kazanmayı tüketimin bir fonksiyonu olarak ele almamış, ‘sorumluluk’la ilişkilendirmiştir. Tüketimdeki israf sınırının ihlali uzun dönemde ekolojik dengeyi de bozmaktadır.

Faizli krediler insanların özgürlüklerini sınırlandırmaktadır. Nitekim özellikle vadesi uzun krediler ipotekleri de gerektirmekte olup, mal varlığı ya da maaş gibi gelirler üzerinde baskı oluşturmaktadır. Söz konusu durum özellikle tefeci faizinde daha ağır şartlar içermekte, çoğu zaman borcu aşan değere sahip olan ipotekli mal tefecinin tasarrufuna geçmektedir.

Kişilerin kendi fonlarını kullanmasının özgürlüklerini koruma yanında değişik sosyal faydaları da olacaktır. Zira üreten insan iş aramak için bulundukları mekânı terk etme gereği hissetmeyeceğinden, şehirleşmenin getirdiği, trafik, gürültü, hava kirliliği, kültürel dejenerasyon ve gettolaşma gibi uzun vadeli negatif sosyal, hatta siyasal olumsuzluklar da bertaraf edilecektir.

Siyasi Etkiler

Faizin devletleri de vazgeçilmezi olan bağımsızlıklarını örselediğini göz ardı etmemek gerekir. Devletler özellikle dış borçlanmaya gitmek zorunda kaldıklarında borç alırken çeşitli şartlarla karşı karşıya kalmaktadır. Zira borç veren kurum genellikle ülke ekonomisi hakkında söz sahibi olmayı talep etmekte, borç alan ülke de buna rıza göstermek zorunda kalmaktadır. Bu ise esasen egemenliğin istem dışı olarak sınırlandırılması anlamı taşımaktadır. Bu bir siyasi sonuçtur ve görmezlikten gelinemez.

Aynı durum siyasi saiklerle de kullanılmakta olup, birbirine entegre olan sermaye piyasaları vasıtasıyla sistem içerisindeki güçlü ülkeler diğerlerine ekonomik operasyon düzenleyebilmekte, operasyona maruz kalan toplumlar, döviz dalgalanmaları, faizlerdeki yükseliş, fiyat istikrarsızlıkları gibi sıradan insanı zora sokacak sonuçları olabilmektedir. Türkiye’nin 2018 sonrası, Rusya’nın da Ukrayna savaşı ile karşılaştığı ekonomik sorunlar bu türden bir etkileşimle ilgilidir.

Şunu da vurgulamak gerekir; borç devletlere yüksek gelirliler ya da uluslararası kurumlar tarafından verilmektedir. Geri ödemesi ise mükelleflerden alınan vergilerle yapılmaktadır. Zira borç nihai olarak yine vergi ile ödenir. Böyle bir işleyişin adil olduğunu savunmak mümkün gözükmemektedir. Bu durum uzun dönemde devletlerin siyasi istikrarı üzerinde de olumsuz etkiler meydana getirebilmektedir.

Faiz bir bakıma kişi ya da devletlerin zor durumda kalmalarını gözetlemeyi gerektirmektedir. Gerek uluslararası kurumların gerekse de bankaların temel işlevi budur. Bir başka deyişle zor durumda kalmayan kişi ya da devletlerin böyle bir maliyeti üslenmeyeceği varsayımından hareketle, zor durumda olana yardım etmek yerine, bunu fırsata çevirmek gibi bir düşünceyle hareket etmek bir taraftan bireysel, bir taraftan toplumsal ve bir taraftan da uluslararası ilişkileri bozma potansiyeli taşımaktadır. Günümüzde bu durum devletler için IMF için söz konusu olup, zor durumda kalan devlete borç veren IMF, atadığı temsilci ile yeni dilimin serbest bırakılabilmesi için ilgili devletten çeşitli taleplerde bulunmaktadır. Talebi yerine getirmek durumunda kalan ilgili devletin bağımsızlığı ise örselenmektedir.

Faizli sistemde güçlü bir sermayedar kesim doğmaktadır. Bu sermaye kesimleri kimi zaman hükümetleri tehdit edecek güce dahi erişmektedir. Nitekim kapitalizmin dünyadaki en güçlü temsilcisi Amerika’da başkanlık seçimleri ‘lobby’ olarak isimlendirilen çevrelerin etkisi altındadır. Söz konusu yapılar bu ülkede dış bağlantılara da sahip olmakta, siyaset kurumu bu yüzden bu güce karşı zaafiyet göstermektedir.

Kısa vadede faydalıymış gibi gözüken faiz, sonraki nesillere ciddi borç ve faiz yükü bırakmakta, sadece borç ve faiz yükü değil, ilgili ülkenin içişlerine müdahale ortamı da hazırlamaktadır. Zaman zaman iç borçların konsolidasyonu (zorunlu erteleme), zaman zaman da dış borçlar bakımından ilan edilen moratoryum (ödeyemeyeceğini ilan) sadece iç barışı değil, toplumsal ve uluslararası barışı da bozma potansiyeli taşımaktadır. Bu yüzden seküler sistemlerde bile çok kontrollü bir faiz politikası söz konusudur. Bütün regulasyonlara rağmen yine de derin krizler oluşmaktadır.

Diğer Etkiler

Kapitalizm ‘refah’a odaklandığından daha fazla para kazanmak adına topluma ve aileye zararlı olan şeylerin önünü de açar. Söz gelimi kumar böyledir. Nitekim kimi ülkelerde kumar turizmi ekonomik bir enstrümandır.[5] Kablolu ve şifreli kanallardan yapılan yayınlar öyledir. Zira bunların piyasa bakımından ‘sektör’ olması devlet için vergi anlamına da gelir. Benzer durumlar, içki, sigara, uyuşturucu gibi alanlar bakımından da söz konusudur.

Böyle bir durum kısa vadeli çıkarla ilişkili olup, devlet için asıl olan uzun dönemli etkileşimdir. Bu yüzden İslam (iktisadı) topluma zarar verecek bu türden ekonomik araçlara daha fazla gelir elde etmek, vergi almak, milli gelir artışı sağlamak gibi nedenlerle izin vermez. İslam iktisadının yaklaşımı kısa vadeli ve bireysel fayda değil, uzun vadeli ve toplumsal faydadır.

Kapitalizmin temel kavramlarından birisi de rekabettir. Kapitalizmde rekabet ‘daha kaliteli olanı daha ucuza alma’ anlamına gelse de kendi haline bırakıldığında güçlü olanların piyasayı ele geçirdiği, dolayısıyla zaman içerisinde tekel oluştuğu ortaya çıkmıştır. Bu anlamda bir rekabet anlayışı İslam iktisadında kabul görmez. Bir İslam Hukuku kodifikasyonu olan Mecellede geçen bir hükme göre ''zarar ve mukabele biz-zarar yoktur'' (m.19)[6].

Kapitalist ekonomi söz konusu durumu kişi davranışlarına yansıtamadığı için devletler rekabet alanına müdahale ihtiyacı hissetmekte ve çeşitli yasal ve kurumsal düzenlemelere gitmektedir. Kapitalist anlayışta rekabetin asıl amacı piyasaya hâkim olmaktır. Rekabet kalite anlamına gelir ama amaçtan ziyade sonuç önemsenir. Oysa İslam iktisadı amaca da bakar.

Daha fazla kazanmak amaç olduğundan kapitalizmde stokçuluk (karaborsa) da rağbet görmektedir. İslam, piyasada mal kıtlığı varken, elinde bulundurduğu malı daha fazla fiyata satmak üzere saklamayı ihtikâr olarak isimlendirmiş ve haram kılmıştır. Sadece buradan bile bakıldığında kapitalizmin piyasaları istikrarsızlaştıracağını anlamak mümkündür. Oysa İslam iktisadı kıtlık gibi olağanüstü durumlarda insanlara daha fazla sorumluluk yüklemektedir. Sözgelimi Hz. Osman (ra) Medine’de yaşanan bir kıtlık döneminde deve kervanını develeriyle birlikte tasadduk etmiştir.

İslam iktisadı İslam hukukunun bir parçası olarak beşerî sistemlerde olmayan ‘içsel’ yönü ile İslam hukuku ve iktisat düşüncesine çok güçlü bir yön kazandırmaktadır. Sözgelimi kurumsal yapının İslam hukukuna göre şekillendiği bir sistemde mükellefin zekât yanında vergileri kaçırması da söz konusu olmaz. Zira zekât doğrudan Allah’ın emri iken, vergi de ‘ulu’l-emre itaat’[7] çerçevesinde yine Allah’ın emridir. Zira söz konusu yükümlülüğü devletin denetiminden gizlemek mümkünken, Allah’tan gizlenebilecek bir durum söz konusu değildir. Bu da İslam iktisadına kıyas götürmez bir üstünlük kazandırmaktadır.

İslam toplumunun güçlü olması da bir sorumluluk ve zorunluluktur.[8] Bunun güncel aracı ise zenginlik ve refahla da yakından ilişkili olan ‘para’dır. Nitekim üst organizasyon olan devletin kendisinden beklenen faaliyetlerin icrası bakımından finansal kaynaklara ihtiyacı vardır. Bu yüzden kapitalizmdeki bireyselcilik İslam iktisat düşüncesi ile bağdaşmaz. Bu anlamda iddianın aksine kapitalizmde merkezde olan insan değil sermayedir. Ancak İslam iktisadı bu yönüyle ‘kamu’yu yani topluma ilişkin olanı öne çıkarır.

Bu haliyle düşünüldüğünde İslam iktisadının insanı ve toplumu merkeze alması açık bir üstünlük olarak ortaya çıkmaktadır. İslam iktisadı bünyesinde zekât emri faiz ve ihtikar (karaborsa) yasağı gibi zora dayalı müesseseler yanında, kapitalizmde bir karşılığı olmayan sadaka, sadaka-ı cariye, karz-ı hasen, ihsan, birr gibi gönüllülük esasına dayalı pek çok müesseseyi barındırmaktadır.

Kapitalist sistemlerde ‘rant’ geliri önemli bir yer tutar. Bunun önemli bir nedeni sistemin faize dayalı olmasıdır. Rant, esasen ekonomide mal ya da hizmet şeklinde karşılığı olmayan parasal değerdir. Bu anlamda faiz bir karşılığa dayanmaz. Dolayısıyla çok büyük ihtimalle taraflardan birisinin lehine olacak şekilde bir sonuç doğacaktır. İşte buradan doğan fark faizden doğan ranttır. Bu şekilde sadece değişimi pratikleştirmek için bir araç olması gereken para satışa konu olmuş olacak ve böylece mal ya da hizmet ile eldeki para arasındaki varlık nedeni ortadan kalkmış olacaktır.

Değerlendirme

Güçlü ve köklü bir medeniyet perspektifine sahip olan İslam, son birkaç yüzyıldır yeterince anlaşılamamış ve doğru ve güncel yorumlanamamış gözüküyor. Bunun bir sonucu olarak İslam toplumu göreceli gerileme yaşamış, hatta esaret altında kalmış, medeniyyet perspektifini güncelleyemediğinden kendi içerisinde güven bunalımı yaşamış, insanlığın dikkatini çekmede de başarılı olamamıştır. Sünnetullah’ın bir gereği olarak daha önce de tecrübe edilmiş olan böyle bir geriye gidiş tarihin derinliklerinde tersine çevrilmiş ve yeniden güçlü medeniyyetler inşa edilebilmiştir. İslam medeniyyeti, yarım yüzyılı aşkın bir süredir uygulaması olan İslam iktisadı ve finansı ile özellikle kriz dönemlerinde dikkat çeken ender müesseselerden birisi olmuştur.

Ekonomide kısa, orta ve uzun vadeli çözümler vardır. Bu çözümler aynı zamanda daha kolaydan zora doğru gidişi temsil eder. İnsan faktörünü ikna etmedikçe yasaklamanın tek başına çare olmayacağı bilinmelidir. Faizle mücadelenin ilk ve kısa vadeli çözümü belki yasaklamak ve alternatif oluşturmakken, uzun vadeli çözüm buna sebep olan illetlerin ortadan kaldırılmasıdır. Zira yasaklananın tek başına yeterli olmayacağını da göz ardı etmemek gerekir. Yasaklanan sistem alternatifi ile doldurulmadığında, hastalık teşhis edilmiş ancak tedavi edilememiş olur.

Bir düşünce olarak ifade etmek gerekir ki; faizsiz sistemin oluşturulmasında zecri önlemler gerekli olmakla birlikte bu konuda yapılması gereken asıl şey faizsiz işleyen bir ekonomik modeli ortaya koymaktır. Faizin bireysel olarak alınıp verilmesi hiç şüphesiz haramdır, ancak eğer sistem faizi cazip kılıyorsa, insanlar da buna karşı zaaf gösterebilecektir.

Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde ya da Japonya gibi diğer bazı gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının çok düşük hatta negatif olması da yanıltıcı olmamalıdır. Bu durum ekonomik ilişki bakımından gerekli olduğu için böyledir. Bir başka deyişle sistem faize dayalı olup güncel ihtiyaç faiz oranının sıfır, hatta negatif olmasını gerektirmiştir. Nihayetinde faiz bir sistem sorunudur. Sistem faize dayalı olduğu müddetçe sıfır faiz dahi olsa faiz ortadan kalkmış olmaz.

Faizsiz sistem ticari felsefeye dayandığından kaynakların verimli alanlara tahsisini sağlar. Ticari kaygı nedeniyle sermayenin verimli alanlara tahsisi faizden kaynaklanan dengesizlikleri de ortadan kaldırır. Böyle de olsa sağlanan finans desteği ister istemez gelir durumu yüksek olanların lehine sonuç doğuracaktır. Ancak bunda bir sakınca görmemek gerekir. Zira faiz niteliği taşımayan böyle bir durum, işletmelerin bu fonları verimli kullanmalarıyla piyasaya alternatif ve kaliteli ürünlerin çıkmasına neden olacaktır.

 

 


[1] Portföy işlemeciliği olarak isimlendirilen bu yatırım araçları hisse senetleri, tahvil ve bonolar, repo, ters repo, vadeli işlemler gibi araçlardır.

[2] Geniş bilgi için bkz MANNAN: 1976.

[3] ‘mülk Allah’ındır’ bu anlamda bir ilkedir.

[4] Bu ayetle ilgili olarak müfessirler bu sorumluluğun ümmetin açlık ve kıtlık zamanına ilişkin olduğu yorumunu yapmışlardır. Nitekim Beled Suresinde; ‘(salgın) bir açlık gününde, akraba olan yetimi yahut yere serilmiş (aç) bir yoksulu doyurmanın' bu sarp yokuşu aşmanın gereği olduğu da işaret edilmiştir.

[5] Zaman içerisinde ortaya çıkan zararları nedeniyle kimi ülkelerde yasaklanmışken, bazılarında ise çeşitli kısıtlamalara tabi tutulmaktadır.

[6] “Zarar vermek ve verilen zarara aynı şekilde karşılık vermek yasaktır.”

[7] Nisa 59.

[8] Enfal Suresi 60. ayet böyle bir zorunluluktan bahseder mesela...

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul